tag:blogger.com,1999:blog-72999873240614517302024-03-14T01:33:44.866-04:00Life, Universe and EverythingSo it goesPersephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.comBlogger106125tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-69645470165905853502015-09-03T05:02:00.001-04:002015-09-03T10:56:41.920-04:00As Time Goes By<blockquote class="tr_bq" style="text-align: justify;">
Darn the wheel of the world! Why must it continually turn over? Where is the reverse gear?</blockquote>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Jack London'a katılmamak elde mi? </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-4sN-VUVa3Kw/VehfDplqk5I/AAAAAAAAAio/Y-R-iY40XqU/s1600/16206659352_8c51537175_z.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://1.bp.blogspot.com/-4sN-VUVa3Kw/VehfDplqk5I/AAAAAAAAAio/Y-R-iY40XqU/s320/16206659352_8c51537175_z.jpg" width="213" /></a>Ofiste yapacak işlerimi bitirip World Wide Web'in derinliklerinde daldan dala koşarken birden aklıma toz tutan kendi blogum geldi. Bir de son dönemlerde memoir türü kitaplara sardırmam da kendi hikayemi yazmamı teşvik etmiyor değil, ama kimin zamanı var ona? Kaldı ki ne hikayesi, dostum, "Otobüs mü Minibüs mü? Bir Çelişki" ya da "Kalkmayan Vapur: Bugün İşe Ne Kadar Geç Kalacağım?" ya da "Klima Savaşları: Ofiste Kutup Rüzgarları ve Minibüste Nefes Alamamak" kitaplarımın New York Times Bestseller olacağını bilsem... ay yazarken bile sıkıldım.<br />
<br />
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Velhasılıkelam, eski entrylerimi okumaya başladım, New York'a ilk gittiğim dönemlerdeki yazıları okurken resmen zamanda yolculuk yapmış kadar oldum ve acayip garip hissettim. Geleceği o kadar bilemiyoruz ki. İstediğimiz kadar plan yapalım, istediğimiz kadar bir şeylerin peşinden koşalım ve 'asla' ya da 'mutlaka' diyelim, eninde sonunda şu hayat denilen random, saçma sapan, hiçbir sebebi olmadan kendi kendine devam eden şeyin elinde oyuncağız resmen. Doğru, kendi seçimlerimiz ve eylemlerimiz doğrultusunda ilerliyoruz günün sonunda, ama sonra bir şey oluyor - büyük resme bakıldığında çok minik, çok anlamsız, o sırada yaşarken bile fark etmediğiniz bir şey - ve hayatınızın bütün seyri değişiveriyor. Sonra bir bakmışız bir sene önce 'asla' dediğimiz şey hayatımız oluvermiş, üstelik bundan mutluyuz.<br />
<br />
Daha da garibi, bütün bunlar kartopu etkisiyle birbiri ardına olup biterken ve sen yaşadığın her şeyi bir önceki şeye bağlarken, günün birinde bir bakıyorsun bir sene öncesinden çok farklı bir noktadasın. Değişim aniden olmayıp organik bir şekilde de yaşandığı için de aslında bütün bu çığı başlatan o minik kar tanesini hiç düşünmüyorsun.<br />
<br />
Geriye dönüp baktığımda, bir sürü küçük kar topları var aslında hayatımda, ama ilk kar tanesini düşünürsem sanırım Londra'ya gidemeyeceğimi anlamam oldu. O fark ediş, New York'ta daha fazla aynı rutinde kalamayacağımı, ne olursa olsun bir değişimi arzuladığımı fark ettirdi. Bu arzu, eski şirketimde bir gün kafayı sıyırmamla tepkimeye girip bana bilet aldırdı.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://ak-hdl.buzzfed.com/static/2015-09/1/15/imagebuzz/webdr03/anigif_optimized-26085-1441135606-2.gif" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="http://ak-hdl.buzzfed.com/static/2015-09/1/15/imagebuzz/webdr03/anigif_optimized-26085-1441135606-2.gif" height="160" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Geçen sene ben (temsili)</td></tr>
</tbody></table>
<br />
Hayatıma reset atacağım dank ettiğindeyse sahip olacağım boş zamanları ve o boş zamanlarımda senelerdir yapmak isteyip yapamadığım şeyleri yapabileceğimi düşündüm ve Paris'e bilet aldım hiç düşünmeden.<br />
<br />
Schengen vizesi alırken önce reddedildim, o biraz reality check yaşatıp 'ya niye gidip olmayan paramı harcıyorum' gibi düşündürttü, ama sonra gaza gelip konsolosluğa uzun bir mail yazıp neden reddedilmemin saçma olduğunu anlattım ve iki gün sonra vizem çıktı. Uçak biletimden de üç gün önce.<br />
<br />
Hevesimi kaybetmiştim bu gezi için, ama yine de bir daha fırsat bulamam diyip içime sinmeden de olsa uçağa bindim.<br />
<br />
Charles De Gaulle'e indikten metroya binip şehir merkezinde Dilda'yla buluşmam gerekiyordu. Ama malesef (ya da şansıma mı demeliyim) Fransızca yazılar arasında kaybolup metroyu bir türlü bulamadım ve sorabileceğim birini aradım. SwissAir'le geldiğim için uçakta çoğunlukla yabancılar vardı, ama uçağa binmeden önce bir Türk çift dikkatimi çekti, çünkü kızın ayağında yağmur çizmelerinden vardı ve ben onu görünce 'tüh ya, ben de getirecektim' diye düşünmüştüm. Bakınırken onları görüverince hemen yanlarına gidip sordum. Eh, gurbette olan Türk başka bir Türk'ü gördüğünde ne olur? Anında kaynaşır. Kız "biz de gidicez aynı tarafa, beraber gidelim" diyince peşlerine takıldım ve metroya binince muhabbet etmeye başladık.<br />
<br />
Havadan sudan napıyorsun necisin muhabbetlerinden sonra ben Amerika'dan yeni İstanbul'a taşındığımı, henüz bir işim olmadığını ama pazarlama sektörüne girmek istediğimi söyledim. Veeee bam! Kız demez mi 'Ben bir medya şirketinde insan kaynaklarındayım, al kartım, CV'ni gönder bana'. Gerçi çok da heyecanlanmadım, çünkü en nihayetinde böyle çok tanışıyoruz, havada kalıyor hep ya da unutuluyor. Ben de çantama attım, çok da ehemmiyet vermeden.<br />
<br />
10 gün falan sonra benim New York'tan eski Fransız ev arkadaşlarımdan biri yaşadığı Lyon'dan Paris'e geldi benle görüşmeye. Eiffel Kulesi'nin altındaki çimlerde uzanıp yatarken çantamdan fotoğraf makinamı çıkarayım dedim ve çıkarırken metroda tanıştığım kızın kartı da çimlere düştü. Valentin kartı eline alıp 'Bu logo Publicis'in logosu değil mi? Neden kartı var sende?' diyince anlattım kartın hikayesini ve beni derhal kızla iletişime geçmem konusunda teşvik etti.<br />
<br />
Ben de dönmeme yakın 'bir kahve içelim, muhabbet edelim' temalı bir mail attım. O da bana 'boşver kahveyi, sen direkt bizim ofise gel' diye geri dönüş yaptı. Bir hafta içindeyse varlığından bile haberdar olmadığım medya planlama sektöründe stajıma başlamış durumdaydım.<br />
<br />
Sektörün ne işe yaradığını, ne iş yapıldığını, nasıl bir şey olduğunu öğrendiğim bir üç ayım oldu orada. Güzel insanlarla tanıştım, güzel bir accountla çalıştım. Ancak acilen para kazanmaya ihtiyacım vardı (Staj: Hello, beleş iş gücü!) zira onca sene aileden bağımsız bir şekilde geçinince birden başa sarıp 'anne bana para versene' demekle olmuyor, en azından ben yapamadım. E tabii bir de bu gurur işinin profesyonel kısmı da var, üç sene 'manager' pozisyonunda çalıştıktan sonra senden yaşça küçük insanların süpervizörünün olduğu stajyerlik yer yer canını sıkıyor. Hem maddi hem manevi tatmin istiyor insan 27 yaşına girmek üzereyken.<br />
<br />
Ben bu modda 'beni kadrolu yapın!' savaşı verirken bir gün öğle vakti her zaman öğle yemeğine birlikte çıktığım kişiler meşgul muydu, toplantıda mıydı ne, ben başkalarının peşine takıldım. Metrocity'nin o boğucu yemek katında kader bir kez daha ağlarını örüyordu... (gülüşmeler).<br />
<br />
Ben İzmir köftemi tırtıklarken, yanımda oturan arkadaşın telefonu çaldı. Baktım 'tamam abi, ben iş arayan birini görürsem haber veririm' diyor. Boğulmak pahasına ağzımdakini yuttuktan sonra 'eeööö BEN VARIM!' diye saldırdım derhal. Daha önce çalıştığı medya ajansına planlamacı arıyorlarmış. "Deneyimli birini arıyorlar." dedi önce, ama 10-15 saniye sonra "Bence sen yaparsın bu işi ya, ben bir konuşayım bakalım, CV'ni gönder bana" dedi. Hakikaten de İzmir köfteden 1 saat sonra telefonum çaldı. "Aslında deneyimli birini arıyoruz ama senden öyle bir bahsetti ki bir görüşmek istiyoruz" diyerek hemen o akşam iş görüşmesine çağırdı.<br />
<br />
Ertesi gün, sabah müşteriyle toplantı, öğleden sonra da team building aktivitesi diye bowling'e gidilecekti. Toplantıdayken telefonum çaldı. Bizim account'un Pazarlama direktörüyle gözgöze olduğumdan ve çok saçma sapan bir yerde oturuyor olduğumdan kalkıp açamadım, mala bağladım biraz. 5 saniye sonra baktım karşımda beni öneren arkadaş bir telefonuna bakıyor, bir de bana. Aha dedim, beni iş için arıyorlar, iyisi mi kaçayım. İşi almıştım! Hiç düşünmeden kabul ettim tabii ki.<br />
<br />
Tabii bu da öğleden sonraki 'team building' bowlingini tuhaf kılmadı değil. Önce kendi ekibime söyledim, çok sinirlendiler 'burası nasıl seni ellerinden kaçırır' falan diye. Sonra sırayla herkes ya 'bence kal, orası seni kesmez' ya da 'iyi olmuş, git iş öğren' dediler. Patronum da illa kal dedi ama malesef insan akbilimi neyle doldurcam diye düşünürken kariyerini çok umursamıyor.<br />
<br />
Burada da altı buçuk ayım geçti. Acayip memnunum halimden, işim de benden memnun. NY'taki o stres manyağı eden işimden sonra burada ofiste büyük bir keyifle vakit geçirmek gerçekten insanı mutlu ediyor. Daha da önemlisi hayatımda ilk defa 'Evet, benim kariyerim bu olmalı' diyebilip geleceğimi planlayabiliyorum. Çok değil ya, geçen sene bu zamanlarda bırak kariyeri, ne yapmak istediğimi bile bilmiyordum ki. Biletimi alıp Türkiye'ye dönerken bile işlerin bu kadar hızlı ilerleyeceğini, bir sene içinde hayatımın yoluna girmiş olacağını asla tahmin edemezdim. Önceki entry'mde bile 'bir sene takılıp yurt dışına kaçarım' diyordum. (he canım he, buldun yurtdışını).<br />
<br />
Kısacası, evet, İstanbul'da yaşıyor olduğum gerçeği her geçen gün insanı hayattan soğutan bir şey. Ama ben... mutluyum. Çünkü artık bir yol çizebiliyorum kendime. Plan yapmıyorum geleceğe dair (dedi planlamacı, hehehe), ama günün sonunda önüme vermem gereken bir karar çıktığında PRO/CON listesini daha net yapabiliyorum. Bu da insanı rahatlatan bir şey. Önümüzdeki seneyi heyecanla bekliyorum.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://cdn2.crushable.com/wp-content/uploads/2013/12/Beyonce-hair-flip.gif" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="http://cdn2.crushable.com/wp-content/uploads/2013/12/Beyonce-hair-flip.gif" height="170" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">E o halde, mission accomplished!</td></tr>
</tbody></table>
<br />
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-22279081835679456242014-11-19T02:22:00.002-05:002014-11-19T02:22:59.370-05:00On 26th StreetNew York'tan eski ev arkadasim Jolyn ile yeni blog actik bir heves. Turkce yazasim muhtemelen gelecegi icin buraya devam ederim ama orasi da guzel, gelin ahali!<br />
<br />
<a href="http://on26thstreet.wordpress.com/">Buyurun buradan yakin. </a>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-40883589967073457862014-10-24T09:24:00.001-04:002014-10-24T09:34:11.060-04:00New Yok I Love You, But You've Brought Me Down<div style="text-align: justify;">
Bir sene önce en son buraya yazdığımda Londra'ya gideceğimi ilan etmişim. Haha, ne masum, ne komikmişim lan. Denemedim değil! Başvurdum istediğim okula. Aldılar da beni! Çok da işe yaramaz biri değilmişim! Ama para mı var gideyim? Burs alamayacağımı fark ettiğim zaman yavaştan vazgeçtim. Bu sefer Avrupa'ya niyetlendim. Yine maddi durum. Hep sıkıntı, yine sıkıntı. Yani bir şekilde okul parasını çıkardım diyelim, neyle geçincem? Gidince belki iş bulmaya kasıp kendimi geçindirebilirdim ama beni birazcık tanıyan garantisi olmayan bir şeye balıklama atlayamayacak kadar korkak olduğumu da bilir. Korkak demeyeyim aslında, kendime haksızlık ediyorum. Ecnebilerin o 'comfort zone' dediği şeyden çıkabilmem benim için gerçekten zor. 'Gitmemek aptallık olur' diyecek kadar sağlam bir şansımın olması ya da çok ani karar verip yapmam lazım o adımı atabilmek için. O yüzden bir anda GMAT'e çalışmaya karar verdim. Ama iki haftalık çalışmayla yüksek puan almayı düşlemenin şu anda biraz kibirlik olduğunu da görüyorum. (Ya aslında işe gitmesem, panik olmasam... Yapard-- gene yapıyorum!) </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Velhasıl kelam, ben bütün bir seneyi New York'ta - en azından çalıştığım işte - son senem olacağını düşünerek geçirdim. Yaptığım her şeyi 'bu son olabilir' diye düşünerek yaptım. Aslında kötü fikir değildi düşününce, en azından yapmadığım için pişmanlık duyguduğum ya da yaparken tadını alamadan yaptığım şeylerin sayısı çok az. Hayatı da öyle yaşamak gerekmez mi aslında? Neyse. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ben böyle diye diye, herkese 'seneye ya Londra'ya ya Avrupa'ya master'a gidiyorum' diye diye Mayıs'ın sonunu ettim. Sadece tembellikten ya da gerizekalılıktan da değil, zamansızlıktan da olmadı bir sürü şey. O iş beni çok tüketti ya, öyle böyle değil. Mayıs sonu-hazıran başıydı sanırım birden elimde kalanın sıfır olduğunu fark ettiğimde. Sonra bir gün - şirketteydim sanırım - biri doğum günümün yaklaştığından bahsetti. O zamana kadar hep 25 yaşındaydım. Birden fark ettim ki 1-2 aya kalmadan 26 olacağım! Yani yirmili yaşlarımın ikinci yarısında. Artık 20'den çok 30'a daha çok yakındım. Birden kalbim çarpmaya başladı, o anı o kadar net hatırlıyorum ki! 26 yaşında olacaktım ve hala hayatta devam ettirmek istediğim kariyere başlamayı bırak, henüz ne olduğunu keşfetmemiştim bile. Elde tutulacak ne bir başarım ne de başarısızlığım vardı - olduğum yerde duruyordum. Ve daha da kötüsü, olduğum yerde durmaya devam ediyordum. Evet, belki bütün sene 'hehe gidiyom ya' diye gezmiştim, ama bu konuda aslında çok fazla efor sarfettiğimi söylemek de kendime yalan söylemek olur her şeyden önce. Ne olduğunu anlamadan kendimi 30'da bulacak, belki de hala nefret ettiğim o işte hayatımı bir maaştan bir sonraki maaşa yaşamaya sürdürecektim. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Paniğim geçtikten sonra oturdum düşünmeye başladım seçeneklerimi.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
1) Bir sene daha o işte kalacak, bu sefer bilinçli yaşayıp para biriktirecek ve sosyal hayatımdan (hehe sosyal hayat dediğim de aslında Cuma dışarı çıkmalar, Netflix falan) biraz daha ödün vererek daha fazla şeye asılacak ve GMAT'e bu sefer ciddi olarak çalışacaktım. Hayatımdan bir sene daha çalacaktım. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
2) Hayatıma reset atacaktım. Havuzun derin yerine can simidi olmadan atlayıp hayatta kalıp kalamayacağıma bakacaktım. İpleri elime alacaktım. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Belki de her aklı başında insanın yapacağı, yapması gereken şey seçenek 1'di. Özellikle de New York'ta yaşarken, düzenli ve iyi sayılabilecek para da kazanırken. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama sanırım benim aklım başımda değil. Bilmiyorum. Aslında sebebimi biliyorum. Korktum. Hayatımdan bir sene daha kaybedip gene aynı noktada olmaktan korktum. Çünkü kendimi biliyorum; bir şeyler olmadıkça hırslanıp daha çok denemektense umutsuzlaşıyorum. Ve o işte kaldıkça tablo aynı olacaktı. Ben hep çok yorulacak, çok çalışacaktım. Akşam 7.30-8'e doğru eve geldiğimde canım oturup hiçbir şeye bakmak, başvurmak, çabalamak istemeyecekti. Kendimi her gün kötü hissede hissede gene Mayıs'ı edecektim. İşimde de iyice mutsuz olacak, hayattan nefret edecek hale gelecektim. Ve 27 olacağımı fark edince bu sefer daha da umutsuz kararlar verebilecektim. Bundan korktum. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bunun dışında başka ne seçeneğim vardı? İstanbul! </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İnsan evden uzak kalınca onca yıl, eskiden yaşadığı - özellikle de çocukluğunu geçirdiği yerleri - romantize, idealize etmeye başlıyor. O kadar da kötü değildi diyor. En kötü, sırtımı yaslayabileceğim bir ailem var, diyor insan. Kira ödemeyeceğim, daha ne! Bir senemi New York'ta kaybedeceğime, İstanbul'da kendimi bulmaya harcarım diye düşündüm. Çalışmamak, ailemi ve arkadaşlarımı görmek, nasıl geçincem, ne yemek yapıcam, bu ay kirayı nasıl çıkarcam diye düşünmemek çok ama çok çekici geldi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ve bir haftasonu, biletimi aldım. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İş yerime söylemek zor oldu, desteklemediler kararımı. İhanet etmişim, onları yarı yolda bırakmışım gibi hissettiler. Varsın olsun. Yüksek lisans okutmayı bile teklif ettiler New York'ta. Ama insan o psikolojiye girdikten sonra, kararından dönmesi de zor oluyormuş. Ve tabii ne onlara bir şey borçlu olmak, ne de açıkçası orada bir gün daha geçirmek istiyordum. Hayır dedim. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Kristin ve Emre'ye evden çıkacağımı söylediğimde, destek oldular. Emre zaten kısa süreliğine de olsa Türkiye'ye dönecekti, Kristin de Manhattan'da daha büyük bir odaya çıkmak istiyordu. Ev sahibi de sorun çıkarmadı, olaysız bir şekilde (eşya satma, evi temizleme işlerine değinmiyorum, onlar başlı başına kabustu ama bir şekilde halloldu) evi boşalttık. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Tek yapmam gereken 11 gün evsiz kalacağım süre boyunca kalacak bir yer bulmaktı, ama neyse ki beni evlerine alacak arkadaşlar da buldum (olaysız geçti diyemeyeceğim ama uzun hikaye şimdi). İşteki son günüm de garipti, ama üzerime inanılmaz bir rahatlama, resmen bir öfori gelmişti. Zaten işten çıkacağımı duyduktan sonra şirketteki - ihanet ettiğimi düşünen yönetim vs dışında - çoğu kişi kararımdan dolayı tebrik etti beni, o işin bana göre olmadığı, hayatta daha farklı şeyler yapmam gerektiği o kadar barizdi ki. Çıktıktan sonra da 15 gün falan tamamen turist olarak takıldım. New York'taki güzel havanın buruk bir sevinçle tadını çıkarmaya baktım. Ne yalan söyleyeyim, o kadar çok şeyler yaşandı bitti ki gitme günü geldiğinde resmen yorulmuştum, gitmek çok zor gelmiyor gibiydi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ta ki 12 Ağustos'ta İstanbul'a inip 'aaa şunu unuttum, neyse New York'a dönünce hallederim' diyemediğimi fark edene kadar. O zaman işte tak etti artık bir New Yorker olmadığım. Artık New York'un benim için sadece belki bir gün gidilecek bir tatil yeri olduğu. Bu gerçek hala aklıma geldiğinde kalbimde bir sızı yapar. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-l76HDa8_U7Q/VEpSHV-PkUI/AAAAAAAAAe4/AvSbT6pDpjs/s1600/IMG_4577.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-l76HDa8_U7Q/VEpSHV-PkUI/AAAAAAAAAe4/AvSbT6pDpjs/s1600/IMG_4577.JPG" height="265" width="400" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Goodbye, my sweet. Bu manzarayı özleyeceğim en çok. Ofiste içim sıkılınca camdan bakınca buna bakıp aslında şanslı hissetmeyi özellikle. Goodbye, my lovely city. (Empire State Binası'nın tepesinden çekilmiştir tarafımdan)</td></tr>
</tbody></table>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: center;">
---</div>
<div style="text-align: center;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Şimdi napıyorum? Gelir gelmez burada yüksek lisansa yazıldım Pazarlama bölümünde. Ailemle 2 hafta tatile çıktım Bodrum taraflarında, o beni kendime getirdi. Sonra dersler başladı. 2 hafta geçtikten sonra dersleri sevdiğimi, zevk aldığımı, kariyer olarak bunu yapmanın çok da fena bir şey olmayacağını fark etmeye başladım. New York'tan kalan paralarımla Paris'e gittim. 20 gün kaldım. O süre içinde Berlin ve Amsterdam'a da gittim. Amerika'da çalışınca insan Avrupa'ya ya da başka bir yere seyahate gidemiyor işte. Avrupa görmeyen arkadaşım kalmamışken, ben 26 yaşında sonra gittim işte ilk defa. Ahh, çok güzeldi. Daha iki gün önce döndüm. Staj da ayarladım medya alanında. Yavaş yavaş düzene giriyorum. Gerçi acayip derecede parasızım, Paris'te tükettim varımı yoğumu, dehşetle ne yapacağımı düşünüyorum. Ama neyse.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Hala hedef burada bir sene kalıp yurtdışına kapak atmak tabii. Bakalım. Yapıcam bir şeyler. Ama en azından artık rahatlıkla yapmak istediğim şeyi buldum diyebiliyorum. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Kararımdan pişman mıyım bilmiyorum. 'Niye döndüm ki ben, kafama sıçayım!!!' diyecek kadar sinirlendiğim, kendime kızdığım zamanlar elbette oluyor. Ama çoğunlukla kararımın doğru bir karar olduğunu düşünüyorum - şimdilik. Amerika'daki çoğu arkadaşım kararımı çok destekledi, ama tabii onlar Türkiye'yi bilmiyorlar. Buradakilerin -çoğu- hala anlamıyorlar kararımı. Bazılarının da anlamasını istemiyorum. Çünkü geldiğimden bu yana iki tepki alıyorum çoğunlukla. Ya 'salaksın kızım, bırakılıp buraya gelinir mi' diyenler, ya da 'oh, iyi yapmışsın, artık oralarda oyalanmayı bırakıp burada kendine bir hayat kurmanın vakti gelmişti' diyenler. İkisine de diyecek bir şeyim yok... Bu yazıyı da verdiğim kararları kendime de hatırlatmak için yazdım biraz. İlerde de ihtiyacımın olduğu zamanlar olacak hatırlamaya. Biraz da kendimi bu anlamayanlara anlatmak için yazdım. Biraz uzun olmuş, okunursa tabii. Ya da belki bir yerlerde benim gibiler vardır, bir tesadüf bu yazıyı görürler, onlara belki yardımcı olur. Bilmiyorum. Umarım güzel olacak.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bana şans dileyin. </div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-62062451096989653702013-10-17T13:28:00.000-04:002013-10-17T17:21:17.691-04:00the times they are a-changing<div style="text-align: justify;">
Nedir bu daima daha fazlasini isteme merakimiz, yerimizde duramama huyumuz bilmiyorum. Ya da bende bir gariplik var, gercekten emin degilim. New York'a geleli neredeyse 4 yil oldu, para kazaniyorum, iki super ev arkadasim var ve New York'tayim. Tamam, isimden nefret ediyorum, ama katlaniyorum bir sekilde. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama yooooo. Yo dostum yo. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Taktim kafama, Londra'ya gidicem.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://s3-ec.buzzfed.com/static/enhanced/webdr06/2013/5/29/23/enhanced-buzz-15757-1369884931-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://s3-ec.buzzfed.com/static/enhanced/webdr06/2013/5/29/23/enhanced-buzz-15757-1369884931-1.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Hic kafamda yoktu, hayalim bile degildi. Bir gun ilham geldi ve karar verdim. Master'imi Londra'da yapmak istiyorum. Daha dogrusu, istedigimden bile cok emin degilim. Yani New York'tan gitmek istedigimden. Soruyorlar neden diye, cevap veremiyorum. Tamamen bir his cunku bendeki. Biliyorum, gidersem mutlu olacagim. Emin degilim, ama hissediyorum. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Buradaki hayatim guzel, cok seviyorum, yanlis anlasilmasin. Burada da basvuracagim okullara. Ama ne bileyim. 25 yasima geldim, hicbir sey yapmamisim gibi hissediyorum. New York'tan baska bir yer gormedim ve burada kalirsam da gormem cok zor. Burada yasamak, kisitliyor insanin seyahat etme sansini. Cunku tatil demek, Istanbul'a, aile yanina donmek demek. 10 saatlik ucak yolculugu, bin dolar civari bilet parasi gibi sebeplerden ha diyince gidilmiyor. En cok korktugum sey de zaten ben buradayken ailemden birine bir sey olmasi ve benim atlayip gidememem. Ama kesin donus kesinlikle istemiyorum. Yapamam Istanbul'da gibime geliyor (belki bullshit ama, oyle geliyor iste. bir de tabii donersem basarisiz olmus gibi hissedecegim hayatimin sonuna dek.). Bir baska etken de buradayken kendimi kapana kisilmis gibi hissediyorum. Calisma vizesine sahip olmak tuhaf bir sekilde bir sorumluluk veriyor insana. Herkesin 'o kadar dayandin, bir green card ciksin, oyle yap ne yapacaksan' demesi belki de. O yuzden ne isi birakabiliyorum ne baska ulkeleri dusunebiliyorum. Burada master yaparsam da ayni sey olacak, internship, OPT derken yine ayni donguye girecegim. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu kotu mu? Hic degil. Ama bazen durup dusunuyorum, beni burada tutan hicbir sey yok ki. Is arkadaslarima bakiyorum, sevgili bulmuslar, evlenmisler, artik bundan sonra 'cocuk dogsun, bir amerikan vatandasi olsun, sonra bakariz' moduna girmisler ama o da zaten asla donmemek demek. Bense bakiyorum kendime, tek basimayim, yapayalnizim. Evet, Kristin ve Emre var, arkadaslarim var ama onlar da kendi hayatlarina bakiyorlar neticede. Ben atlayip gitsem hayatlarindan bir sey eksilmez. Benden de eksilmez. O yuzden sanki New York'ta izimi birakamamisim gibi geliyor. Belki butun buyuk sehirlerin sorunudur bu, bilemiyorum, yirmili yaslarimi burada gecirdim neticede. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Zaten iste o yuzden de birakip gitmek istiyorum. En buyuk hayalim hala dunyayi gormek. Burada yerimde sayarak yirmili yaslarimi harciyormusum gibi hissediyorum. Sanki Londra'da master yapinca gelecek o bilinmezlik hissi, gelecegimin tekrar belirsizlesmesi beni ozgurlestirecekmis gibi geliyor. Bu da korkutuyor ama mutlu bir korku bir yandan. Heyecan veriyor. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Garip bir insan oldugumu soylemis miydim?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-81853268917864865862013-05-20T13:41:00.002-04:002013-05-20T13:41:26.865-04:00A Day in Life<div style="text-align: justify;">
New York'ta hayat gercekten garip ve beklenmedik olabiliyor. Bu haftasonu icin ne planlarim vardi, onun yerine garip garip seyler yaptim resmen. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Cuma gecesi gene normaldi, is cikisi her Cuma oldugu gibi Kristin'le disari ciktik. Williamsburg taraflarinda takildik bu sefer, ve aninda Brooklyn'in o taraflarini mekan olarak ne kadar cok sevsem de insanlarindan ne kadar nefret ettigimi hatirladim. Gercekten katlanamadigim bir insan modeli varsa o da 25 yasina gelmis ve hala anasindan babasindan aldigi parayla gecinen ve bundan rahatsizlik duymayan insanlardan baskasi degil. Sartlar onu gerektirir, hala okuldasindir, is bulamiyorsundur ve ailenin durumu da vardir, cok hosuna gitmese de yapacak biseyin yoktur, yardimci olurlar sana. O zaman durum baska, valla ona lafim yok. Ama sen karsima gecip 'sanatimi icra etmek icin bos zamana ihtiyacim var, o yuzden calisamam' diyorsan, ben sana 'of burasi da cok pahaliymis' dedigimdeki tepkin 'paramin olmamasi nasil bir sey hic bilmiyorum' oluyorsa uzgunum ama fuck you. Iste Williamsburg de boyle sacma sapan, bos beles adamlarla dolu. Hepsinin kirasini ve kredi kartlarini analari babalari oduyor, ve ben kirami odeyebilmek icin gercekten nefret ettigim bir iste calismak zorunda kaldigimi soyleyince bunlar tarafindan 'ah ben nefret ettigim bir iste calisamam, olurum daha iyi' diye yargilaniyorum. Bir keresinde bir tanesine Astoria'da yasadigimi soyledigim zaman 'Ahh, Queen's mi? That's unfortunate' demisti. Iste bu kira vakti geldi mi gerilmeyen, ailesinden para isterken utanmayan, kendilerini 'sair', 'sanatci', 'muzisyen', 'fotografci' diye tanitip buna dair hicbir sey yapmayan, Brooklyn disinda yasayan herkesi asagilayan gerzek hipsterlara KATLANAMIYORUM. Neden oralara gidiyorsun mu dediniz? Cunku allahsizlarin takildigi barlar, sokaklar, restoranlar gercekten guzel :( Kendi arkadas grubunla gidip fazla interact etmedigin surece keyfin yerinde kalabiliyor. Ama uzaktan yakisikli gorunup, iki ilgilenince de konusmaya basladigin cocuk sana 'mezun olduktan sonra bir ise girmistim, ama kendi kimligimi kaybettigimi hissettim. Ben de aileme bana her ay 2 bin dolar vermek zorunda olduklarini, cunku bir birey olarak kendimi bulmami istiyorlarsa kendimi craft calismalarima adamam gerektigini anlattim, simdi keyfim yerinde' diyorsa... Ah neyse iste. FUCKING HIPSTERS! </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Dun icin de Kristin'le bir dolu planimiz vardi, sabah uyanip Brooklyn Botanical Garden'da kiraz ciceklerini gorecek, dogayla ic ice olacaktik. Ardindan Target, Marshalls, TJ Maxx gibi ucuzlugu abartmis ama super seyler satan magazalarda dolanip alisveris yapacak, yorulunca Hudson nehri uzerinde karaya baglanmis ve bir bara cevrilmis olan gemide sangrialarimizi yudumlayarak gun batimi seyredip dinlendikten sonra aksamki Kristin'in beni zorla goturmek istedigi Turkce Olimpiyatlarina (Kristin Turkce kursuna giden, Turk'leri cok seven, Fransizca'yi da ana dili gibi bildigi icin French Chamber of Commerce'te calisan psikopat ama dunya tatlisi bir Amerikali. Gercekten Kristin zoruyla gittik o etkinlige) gidecek sonrasinda da takilip evlere dagilacaktik. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama ne oldu? Sabah uyanamadik, cunku hangover sucks. Garden'i atlayip dogrudan alisverise gidelim dedik. Oncesinde kahvalti icin bir bagel'ciya gittik ve orada acik televizyonda garip garip seyler izledik. Vay efendim kadinin teki 15 yil once evden kacip kendini ölü ilan ettirdikten sonra simdi ortaya cikmis da, baska bir kadinin en yakin arkadasinin sempanzesi, kadinin yuzunu ve parmaklarini yemis de simdi yuz nakli yapilacakmis da.. boyle garip garip haberler. Dunyadan nefret ederek ciktik resmen kahvaltidan. Sonra alisverise gittik, ama ikimiz de dunyadan bezmisiz, baktigimiz seyleri gormuyoruz falan. O yuzden alisverisi de sallayip direkt Frying Pan'e (o bahsettigim gemideki bar) gidelim dedik. Oraya da bir gittik ki amaney. Hayatimda boyle bir sira gormedim ben! Hayyyvan gibi buyuk bir gemi, o yuzden hic yer bulamama sorunu yasamamistim orada ben. Ama giris sirasini gormeliydiniz a dostlar! Metrelerce!! Nope dedik tabii ki. Allahtan hava mukemmeldi, biz de tam yanindaki Hudson River Park'in cimenlerine yayildik, azicik da uyuduk. Sanirim gunun en guzel tarafiydi. Sonra aksama dogru kalktik olimpiytlara gidelim diye. Downtown'a gidince 'simdi uzun surer, orada da yemek yoktur, gidelim biseyler yiyelim'... Ufak bir cin lokantasi gorduk, girdik. Calisanlardan birinin masalardan birine uzenip yattigini gorunce aslinda cikmaliydik oradan, biliyorum. Ama yine de sesame chicken soyledik, oturduk. Tam yemek gelecekken yelp'e bakalim yorumlari nasilmis buranin diye. Buyuk hataymis. 1 yildiz vardi sadece! Ve bizim soyledigimiz yemegin ozellikle kotu oldugunu yazmis herkes. Ama yedik gene de, oyle de salagiz. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Isin aci tarafi, Turkce Olimpiyatlarina (tam vaktinde) gittigimizde gorduk ki oncesinde ufak bir kokteyl varmis. Dolmalar, mercimek kofteleri, borekler, tatlilar... Aglaya aglaya dolmadan iki isirik aldik, bir mercimek koftesi attik agzimiza, ama bunlari yaparken kendimizi, hayattaki secimlerimizi sorgulamayi ihmal etmedik tabii... </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Turkce Olimpiyatlari da sanirim gittigim en garip etkinliklerden biriydi. Bir kere bence iyi hazirlanilmamis, prova edilmemis gorunuyordu oldukca. Sunucu Turkce isimleri telafuz edemiyor, hatta bazen ne diyecegini sasiriyordu. Hayir yani, turk-amerikan birini bulamadiniz mi? Ya da en azindan ezberletseydiniz okunuslari. Cocukar bicir bicir, pek tatliydi ama soyledikleri sarkilari playback yapmalari butun o etkileyiciligini yitirdi. Zaten kimse cocuklardan mukemmel performanslar beklemiyor, playback'e ne gerek vardi ki? Hatta bazilarinin siralarinin geldiklerini fark etmemeleri ve sarki duyuldugu halde kimsenin sarki soylemiyor olmasi falan komikti bayagi. Canli canli Can Yucel siiri okurken yarisinda utanip iceri kacan, sonra geri gelip tamamini basariyla okuyan Amerikan kiz daha dogal, daha etkileyici geldi bize mesela. En guldugum kisimsa kucucuk bir kizin milliyetci, kanli, bayrakli bir siiri haykirarak, cigliklar atarak okumasi ve yanimda oturan Kristin'in ciddi ciddi korkmasiydi. "What the fuck is that???" "Sahneden inip bogazima saldiracak gibi hissediyorum" diyerek dehsete dustu kizcagiz :P Sonra bir de neden oldugunu anlayamadigimiz Cince ve Ispanyolca performanslar vardi. Acayip sikilip yarisinda ciktik zaten.<br />
<br />
---<br />
<br />
Ben buna baslamisim da post etmemisim. Simdi boyle goruverince gondereyim dedim, durmasin. Devam edecektiysem de hatirlamiyorum :P<br />
<div>
<br /></div>
</div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-60543955289712397392013-02-03T15:43:00.000-05:002013-02-03T15:43:20.320-05:00Spooky<div style="text-align: justify;">
Bunca degisimin, delirmenin, kafa karisikliginin, dalginligin ardindan bir seyin ayni kaldigini bilmek guzel: garip ruyalarim.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Dun de ruyamda Kanada sinirini gecmeye calisiyordum. Gumrukte pasaportumu bulamayinca yanimdaki Tommy Lee Jones'a donuyorum. Bana 'bavulundaydi en son, onu da suradaki yokustan asagi yuvarlanirken gordum' diyor. Yokustan asagi bavulun pesinden kosuyorum. Yokusun sonuna geldigimde bavulun uzerinde yasli bir kadinin oturdugunu goruyorum. Istiyorum 'finders, keepers' diyerek kahkaha atmaya basliyor curuk dislerini gostere gostere. En sonunda 'tamam, vericem ama kedimi de gecirmek zorundasin sinirdan' diyor. Kedinin uzerinde kazak ve pantolon var. Ama bir New York'lu olarak gordugum en ilginc hayvan olmadigi icin, garip karsilamiyorum.Tamam diyorum, kediyle bavulumu alip gumruk kuyruguna geri donuyorum. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Sira bana tekrar gelince, pasaportun oldugu cebine atiyorum elimi. Gene yok! Arkami bir donuyorum ki Tommy Lee Jones elinde pasaportum ters yone kosuyor ve arayi iyice acmis bile. Kedi 'bitch i don't need this' diyerek kucagimdan atliyor. Dikilip bir sigara yakiyor. 'Ain't nobody got time for that' diyip arkasini donup Kanada'ya gidiyor. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Oturup agliyorum. O sirada Phantom of the Opera'nin Phantom'ini kuyrukta goruyorum. 'Muzikalinizi izledik, cok begendim, cok etkilendim sizden' falan diyorum. 'Cabuk, hangi tiyatroda oynaniyordu hemen soyle, yoksa iltifatlarina inanmayacagim!!' diyor. Bir turlu hatirlayamiyorum. Phantom da basini sallayarak Kanada'ya gidiyor. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Sonra garip bir ses duymaya basliyorum. Bir bakiyorum ki telefonummus ve bu bir ruyaymis.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-82528256250880584482013-02-02T21:15:00.001-05:002013-02-02T21:20:20.401-05:00This Head I Hold<div style="text-align: justify;">
Kafam ne kadar karisik, ne kadar da baska yerlerde size kucuk bir ornekle anlatayim. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Erken kalktim sasirtici bir bicimde (rutin olanin aksine cuma gecesini bayilana kadar alkol tuketerek gecirmeyisime bagliyorum), takip etmeye devam ettigim 1-2 dizinin yeni bolumlerini izledim (parks&rec, supernatural, girls) kahvaltimi yaptim, saat daha 12'ydi. Uzun zamandir ilk defa kendimi bu kadar uretken hissedince, dedim artik su haftalardir erteledigim camasir yikama isine bir giriseyim - zira giyecek bir seyim kalmamisti artik. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Laundromat'e gittim, deterjani camasir makinasinin ustune koydum, kirlileri doldurdum, cuzdanimda ceyreklik olmadigi icin bozuk para yapma makinasina gittim. 8 adet yirmibes sentimle birlikte geri dondum. Makinanin ayarlarini yaptim, 8 adet yirmibes senti makinaya tek tek attim. Makina calismaya basladi. Deterjani da koymak icin (deterjani makina calismaya basladiktan sonra koymak gibi salak bir huyum var) makinanin ustune hamle yaptim. Ama deterjan orada degil, bir yanimdaki makinanin uzerinde duruyordu. Kafami asagi indirdim, baktim makina bosa donuyor. Kafami arkaya cevirdim ve bir de baktim pencerenin arkasindaki gorevli bana ellerini kollarini salliyor. Kulakliklarimi cikartinca kadinin aslinda bana hispanik bir aksanla 'wrong machine!! wrong machine!!' diye bagirdigini fark ettim. Yanina gittim para iade eder mi diye ama olmaz dedi. Gittim gene para bozdumdum. Ve dogru makinayi calistirip oradan ciktim. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
30 dakika suruyor yikanmasi, o arada gittim alisverisimi yaptim marketten. Geri geldigimde bitmisti, topladim hepsini kurutucuya gittim. Kurutucular iki tane ustuste oluyor (kontroller ortada sagdaki asagisi soldaki yukarisi seklinde), ben normalde hep asagidakilerini kullaniyorum. Ama bu sefer nedendir bilinmez ust makinalardan birine doldurmaya basladim. Hepsini doldurduktan sonra tekrar para bozdurdum geldim. Her zaman yaptigim gibi sagdaki kontrollere hamle yaptim, ayarlarini yapip parayi doldurmaya basladim. 4 adet yirmibes sentimi atarken kafamdan bir yandan 'haha gene ayni hatayi yapsam ne salak olur di mi! Bakayim, evet camasirlarim onumdeki makinada. aman dikkat edeyim' diye dusunuyorum. Start'a bastim. Veeeeeeee asagidaki makina donmeye basladi. Soluma baktim. Ayni kadin kafasini saga sola sallayarak bana bakiyordu. Yanimda kendi camasirlarini toplayan adamsa kahkahalara bogulmustu.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Tabii bu dalginlik degil tamamen benim gerizekaliligimla da aciklanabilir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-26463451831456462192013-02-02T19:40:00.005-05:002013-02-02T19:43:09.864-05:00Baby, It's Cold Outside<div style="text-align: justify;">
2013 oldu ya, ne acayip. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Yalan yalan vaatlerle ev bulma macerami yazacagimi iddia etmisim en son. Ama bir cok seyde oldugu gibi bunda da usendigim icin birakmisim yarim. Bir kac ay sonra da oyle utandim ki yazmaya (gelen e-mail ya da mesajlara gunlerce cevap atamayip haftalar sonraysa artik ayip olur diye cevap yazamamak ve sonra o kisi o mesajdan bahsedince 'aaa ben almadim ki?' demek gibi) bu blogu tamamen unutmaya karar verdim. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama 2013 oldu.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Insanin cani yazmak istiyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Arkadaslarima roman tadinda mailler atarak kapatmaya calisiyorum acigi. Guzel bir sey tabii, hem de arada bir okyanus olunca iletisimin taze kalmasini sagliyor daha cok. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama sonra birine mail yazinca oteki bana niye yazmiyorsun diyor, sonra ben de baskasina mail atamadigim icin kendi kendimi yiyorum, sonra hickimseye mail atmamaya karar veriyorum falan. nasty business. Bir de maillerde hep bir 'previously on' havasi yakalamak icap ediyor, oyle rastgele bir sey anlatamiyorsun onun oncesini bilemeyince. Ama burada kimin ne anladigi kimin umurunda, di mi?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Neyse, diyecegim su ki, is hayati zormus ama dostlar. Isten cikip eve gelince degil bir sey yazmak, herhangi bir aktivite yapmaya bile mecalim olmuyor. Konusmak bile zor geliyor, bir film/dizi koyup her seyden kopmak daha cezbedici geliyor. Ben de oyle yapiyorum. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Halbuki vergi iadesi formlarimi doldurmam lazim. Ozgecmisimi yenilemem lazim. Arkadaslarla iletisimimi daha iyi korumam lazim ki kopmayalim. DSLR makina ve onu ogreneyim diye online dersler aldim, onlara bakmam lazim. Odami toplamam lazim. New York'ta yasamanin tadini cikarayim diye daha cok aktivite bulmam lazim. Yemek yapmam lazim. Burs ve okul bakmam lazim. Craigslist'e ev arkadasi ilani vermem lazim. Buzdolabini temizlemem lazim. Iphone'umdaki playlisti tazelemem lazim. Yikadigim camasirlari dolaba yerlestirmem lazim. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Hayatimi gozden gecirmem lazim.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama hava cok soguk. Ve battaniyenin altina girip dizi izlemek daha cekici.</div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-54477867699248027542011-10-12T21:36:00.000-04:002011-10-12T21:38:52.236-04:00What a Difference a Day Makes (Part II)<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
<u>Ağustos 24-26: A New Hope</u></div>
</div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
<u><br /></u></div>
</div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
Derken bir çarşamba günü... O akşam Yankees maçına gidecektik, öncesinde bir şeyler yapalım istiyorum, gün harcanmasın istiyorum, zaten Emre şunun şurasında Cuma günü gidecek memleketine. Ama tabii kendisini uyandırmak da işkence, o yüzden o uyanana kadar ben biraz daha başvuru yapayım dedim. Bir iş buldum, oraya da resumemi göndereyim dedim, sent kutusunu açtım. Mail olarak kendime bir template yapmıştım, onu kullanıyordum, o yüzden eski maillerden kopyalıyordum. Mail uygulaması birden sapıttı, yeniye göre değil eskiye göre sıraları mailleri falan. orada da resume diye filtrelediğim için ilk attığım mailleri gördüm. Gözüme ta Nisan'da attığım bir mail çarptı. Ben daha okuldayken, şu denim projesini yaparken bizim bölümün dekanı Jeffrey Silberman'ın gözüne bayağı girmiştim. Bir gün ona projeyle ilgili bir soru sormaya gittiğimde 'sen iş aramaya başladın mı' diye sormuştu. Ben de vizemin Ağustos'ta başladığını, ondan önce de Türkiye'ye gitmek isteidğim için henüz başvuruda bulunmadığımı ama zaten başvursam bile nereden başlamam gerektiğini bilmediğimi söylemiştim. O da eski bir öğrencisinden bahsetti, o şirketin Türk'leri aldığını, orayı bir denememin bana faydası olacağını söyledi. O akşam da hemen mail attı bana, kadınla yazışmış benimle ilgili ('she's excellent' falan demiş), onu forward etmiş. Ben de kadınla hemen iletişime geçmiştim, ama bana malesef o sırada eleman aramadıklarını söylemişti. </div>
</div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
</div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
Ben de işte o çarşamba sabahı, ne kaybederim ki diyerek kadına tekrar mail attım. İTÜ birinciliğimi ve mezun olduğumu, vizemin başladığını, iş aradığımı söyledim. Ama içimde herhangi bir ümit yok, gene aynı cevabı vereceğinden çok eminim. Sadece elimden gelen her şeyi denemiş olayım diye attım maili. </div>
</div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
</div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
Nasılsa cevap gelmeyecek diye gün içinde yapılabilecek aktivite seçip - yankees stadyumu bronx'ta diye bronx zoo'ya gidelim bari dedim - Emre'yi uyandırmaya çalıştım. Eğer hemen uyansaydı muhtemelen hemen giyinip çıkardık. İyi ki uyanmamış. Çünkü derken kadından mail geldi. Bir şeyler olabilirmiş firmalarında, resumemi hemen verdiği adrese attırdı. Sonra cevap gelene kadar haliyle Emre'yi ben çıkartmadım sokağa. Ama gelmedi bir türlü. Gene mail attım. Bu sefer şirketteki başka bir adamdan cevap geldi. O akşam 5 gibi ya da ertesi sabah görüşmek istermiş benimle. Dedim ne olacaksa o akşam bitsin bu iş, ümitlendirmesinler daha fazla, 5'te gelebilirim dedim. Adres istedim. Empire State Building dedi adam! Bu iyice umutlarımı söndürdü, o kadar şanslı değilim ben, adam en fazla unpaid internship verir, ya da konuşmaya çağırmıştır dedim daha önce de olduğu gibi. O yüzden gayet casual giyindim ki zaten oradan çıkıp maça gidicez yani. Hoş, zaten iş kıyafetim de yoktu doğru düzgün. </div>
</div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
</div>
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<div style="text-align: justify;">
Neyse, Emre'yi Empire State'in altındaki Starbucks'a oturtup binaya girdim. Ama turist kapısından değil de çalışanlar kapısından girerken kendimi nasıl cool hissediyorum anlatamam. 'Ulan bişey çıkmasa bile, şunu yaşadım en azından' falan diyorum doormanler 'welcome to the Empire State Building madam' derken. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
50. kata çıktım Ersin bey'le görüşmek istediğimi söyledim. He evet, firma yarı türk yarı amerikanmış. Ne sandınız, Amerikan firmalarının türklere iş verdiğini falan mı? :P En azından benim gibi deneyimsizlere... yok öyle bişey. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Adam geldi, beni toplantı odasına çağırdı. Derkeeen benim casual sohbet diye gittiğim şey mülakata dönüştü! İçeri başka insanlar girdi, yabancı patronlar falan derken ortamda ingilizce konuşmaya başlandı. Ben buna kesinlikle hazır değildim! İngilizcem iyi allah için, ama iş böyle ciddi mesleki ingilizceye gelince kendime güvenim yok tabii henüz. Zaten üstüm başım da iyi değil, iyice utanıyorum. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Derken yabancılardan biri durdu, 'ne kadar süredir buradasın' dedi. 'a year' dedim. 'wow, your english is very good' dedi. Sonra allaaah kendime bir güven geldi ki anlatamam. Önce adam şey diye sordu, off the top of your head, çalışmayı çok istediğin üç şirket say. Hemen Friends'ten Rachel'ın çalıştığı üç şirketi saydım: Bloomingdales, Ralph Lauren ve Louis Vuitton! Dizi izlemenin faydaları işte, yaaa... Bunu da sanıyorum bu sektörde çalışmak gerçekten hayalim mi yoksa zaman geçsin diye mi arıyorum anlamak içindi, ne bileyim... Sonra şey diye sordu, 'peki bizden başka hiç mülakata gittin mi?'. Dedim evet, ama hep unpaid internshipti. 'ha yok, zaten biz maaşlı full time çalışan arıyoruz, öyle internship falan yok' dedi. İçimden küçük bir çığlık attım. Sonra devam etti, 'Ama öyle 6 aylık, bir deneyim kazanayım da sonra ne yaparsam yapayım diye düşünecek bir eleman da aramıyoruz, çalışmaya başlarsan 2-3 yıl bizle olmanı isteriz, biz bir aileyiz, baştan yetiştirmek isteriz, zaten burada çalışsan seneye aynı yerde olmazsın' dedi. 'yani 6 ay sonra ralph lauren seni çağırsa reddedebilecek misin, buna söz verebilecek misin' dedi. Ralph Lauren'ın beni çağırması sadece bir ütopyadan oluşmasa, gerçeklik payı olsa belki zor gelirdi buna cevap vermek ama sevgili ersin bey, hangi dünyada yaşıyorsun, ralph lauren beni napsın bu sıfır deneyim halimle...anca 2 sene sonra cesaret edebilirim yani. O yüzden atladım hemen. Sonra vize durumumu sordu, çalışma vizemin olmadığını OPT ile burada olduğumu söyledim. 'Ha tamam, H1B çıkartılır hemen, o sorun değil' dedi, ben içimden biraz daha çığlık attım. Sonra maaş mevzusu açıldı, 'başlangıç için yılda 28-30 bin arası alırsın, her entry level çalışanımız öyle alır' dedi, benim içimdeki çığlıklar daha da arttı. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ne zaman başlayabilirim diye sordum, 'yesterday' dedi. Meğer acil ihtiyaçları varmış elemana, şu anda benim pozisyonumda olan kız master'a başlamış, okullar açılmadan benim trainingimin tamamlanmış olması gerekiyormuş ki işler aksamasın. Haliyle hemen ertesi gün gelmemi istediler - zaten o yüzden öyle geç saatte çağırmışlar hemen beni. İş saatleri konusunda sorunumun olup olmayacağını sordular, dedim 'bana mesai saatleri 7-10 deseniz, gene sorun etmem' ki hakkaten öyle yani. Gerçi 8.45-7 arası olduğunu söyleyince bayıldığımı da söyleyemem pek. İTKİB'de çalışırken mesai saatleri 9-5'ti ve orada bile 10'a kadar gerçekten iş yapmaya başlamıyor, saat 4'ten sonra da salmaya başlıyorduk işleri. Ama yok yani, sorun edeceğim en son şey şu noktada mesai saatleri; para ve vize versinler de...<br />
<br />
Neyse, sonuç olarak 2-3 saat öncesinde hala en diplerdeyken böyle bir anda iş sahibi bir insan haline geldim. Haliyle inanılır gibi gelmiyordu. Ofisten çıktım, asansörü çağırma tuşuna bastım falan ben hala olayın farkında değilim. Camdan dışarı bakıyorum, bütün Manhattan ayaklarımın altında, mükemmel, 2 hafta önce görmek için 20 küsür dolar verdiğim manzaralı bir ofiste çalışacak ve para kazanacak olmak... Gerçekten hala inanır halde değildim. Daha doğrusu sevinme izni vermiyordum kendime, elimde sonradan patlayan bir sürü şey olunca son zamanlarda... Gerçi binadan çıktım, Starbucks'ta Emre'yi bıraktığım yere gittim ve Emre'nin de yanına gidince birden dank etti bütün sorunlarımın çözüldüğü, aniden zıp zıp zıplamaya başladım yerimde. Emre'ye de bir takım fiziksel zararlar vermiş olabilirim bu süreç içinde, pek hatırlamıyorum, sarhoş gibiydim zira :P Maça geç kalmayalım diye apar topar metroya gittik ama benim maç umurumda değil, sırıtışımı durduramıyorum resmen.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-Fbb6VGOAwwA/TpZALoAtehI/AAAAAAAAANE/l70s9H8AcBk/s1600/2a9c79df854c49cc9dcce649d91c9261_7.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="http://3.bp.blogspot.com/-Fbb6VGOAwwA/TpZALoAtehI/AAAAAAAAANE/l70s9H8AcBk/s320/2a9c79df854c49cc9dcce649d91c9261_7.jpg" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">this is where i fucking work!</td></tr>
</tbody></table>
Haliyle maçtan inanılmaz keyif aldım - baseball maçı olmasına rağmen. Zaten izlerken Emre'yle çözdük de oyunu, yarısından sonra 'niye şimdi sevindiler ki, ne oldu' demek yerine 'vaay iyiydi' falan demeye başladık.<br />
<br />
Veee geldik ertesi gününe. Hayatımın ilk iş günü. Geç kalmayayım diye zaten 6'da kalkmışım büyük bir heyecanla, duşa girdim, giyindim saat hala 7. En sonunda çıkayım, Starbucks'ta kahvaltı mahvaltı bişey yaparım dedim. Gittim bir gün önce iş buldum diye zıp zıp zıpladığım starbucks'tan lattemi ve muffin'imi aldım, oturdum. Bişey yiyemedim, o ayrı. En sonunda baktm gerginliğim zaptedilebilirlikten çıkıyor, girdim New York'un en yüksek binasına.<br />
<br />
Hemen beni yerini alacağım kızın yanına gönderdiler. İşim kısaca şu: çalıştığım şirket çoğunlukla üçüncü dünya ülkelerinden iplik ve kumaş ithal edip üzerine kar koyarak domestik firmalara satıyor. Benim işin gelen siparişleri process etmek, depolarla koordine edip teslimatlarını yapmak, fabrika ve firmalara fatura kesmek falan filan. Paperwork yani, alabildiğine sıkıcı ve yaratıcılıktan uzak ama aşırı yoğun ve stresli de bir iş. Çünkü en ufak bir harf, sayı ya da e-mail adresi hatasında şirkete bin dolarlar kaybettirme riskim var. Ve bütün operasyonun sorumluluğu benim üzerimde, şirketin işleyebilmesi için benim işimi zamanında, doğru ve hızlı bir şekilde yapmam gerekiyor. Ve o kadar kolay da değil yani, her boku double check etmek, her şeyin peşinden koşmak, daima her şeyi akşımda tutmak gerekiyor ve bekleniyor. Off kabus yani... Ve bütün bunlar Navision diye bir program var, onda yapılıyor. Onu daha kullanmayı bilmiyorum, her şey çok hızlı ilerliyor, sürekli bir sorun çıkıyor falan derken ilk gün ağzıma sıçıldı. Sürekli panik halindeyim, ne yapacağımı bilmiyorum, anlatılanlardan bir bok anlamıyorum, her şeyi bırak daha hala ne iş yaptığımın ayırdında değilim. Supervisor'ım sağolsun bayağı sabırlı ve iyi bir öğretmendi ama o da master'a başlayacaktı pazartesiden itibaren, yani iki gün sonra yalnız kalıcaktım. Haliyle her şeyi iki günde öğrendim, öğrendim. Yoksa sıçtım.<br />
<br />
Derken ne olduğunu anlayamadan, sürekli bir dehşet halindeyken gün bitiverdi. Gerçi o da 7.30'tan erken olmadı ya, neyse... Eve gidiyorum, yoldayım, ama hem yorgunluktan ölmüş haldeyim hem de psikolojim çökmüş, okul hayatımın hiçbir evresinde böyle bir stres yaşamamışım yani, o derece.<br />
<br />
Eve vardım, ben işteyken çıkıp gezeceğini iddia eden ama bunun için fazla tembel olan Emre'yi ve Kristin'i evde buldum. Ertesi gün de Emre döneceği için, hem de güzel bir içkiye ihtiyacım olduğu için dedim hadi kalkın çıkıyoruz.<br />
<br />
Çıktık, biraların 3 dolar, shotların 2 dolar olduğu o cennet mekana, Continental'a gittik. Bira içip geyik yapmak, güzel müzikler dinlemek iyi geldi kesinlikle. Jukebox'tan da Emre bir ara Don't Stop Believing'i seçti (evde Emre sayesinde bir bundan bir de 'don't keep me hanging on' şarkısından overdose olmuştum, hey gidi hey...), ortalık coştu, millet o anı beklemiş resmen :P Güzeldi yani. Ama işte tam olarak çalışma hayatının bedelinin ne olduğunu o an keşfettim. 11 oldu, benim gözler gidiyor... Onu bırak, vicdan azabı var tabii 'ertesi gün iş var, hadi kalkın' demeye başlayan ben oldum. Büyümüşüm resmen, o an fark ettim.<br />
<br />
Ertesi gün biraz daha rahat geçti ilk güne nazaran, ama işin stresi azalmayı geç, arttı. Çünkü pazartesi günü yalnız kalacağımı bilerek geçti hep gün, her şeyi bir anda öğrenmeye çalışmak bayağı yorucu... Bir de öğle arasında Emre sağolsun daha da stres yaşadım, ama kendisinin isteği üzerine anlatmıyorum. :P Kendisini öldürebilirdim ama, o derece. O akşam ülkeyi terk ediyor ve benimse onu bir daha ne zaman göreceğim belli olmasa... Neyse, öyle olunca kıyamadım tabii :P<br />
<br />
İş çıkışı koşa koşa gittim JFK'e. Tabii duygu seli :P Sadece Emre'den ayrılıyor olmak değildi üzen - o da zor geldi, tamam, çünkü çok alıştım 1 ayda, napim - sanki Emre'yi yolcu ederken İstanbul'a, Türkiye'ye de veda ediyormuşum gibi hissettim tam olarak. Çünkü birincisi, Emre benim kafamda İstanbul'la özdeşleşmiş birisi, o benim İstanbul arkadaşım, ona New York'u göstermek, sevdiğim sokakları ona göstermek, hatta yanında ingilizce konuşmak bile tuhaf geliyordu. Onu yanımda taşıyınca haliyle henüz dank etmemişti Türkiye'den ve İstanbul'daki arkadaşlarımdan ayrıldığım, sanki tatile gitmişim sadece, sanki hala istesem Dilda'yla, Eren'le, Nur'la görüşebilirmişim gibi geliyormuş tuhaf bir şekilde, o an fark ettim. O gidince Türkiye'ye dair son şeyi de arkamda bırakmış olacaktım.<br />
<br />
İkincisiyse iş bulmuş olmam tabii ki. İş bulamayacağıma neredeyse inanmışım, 1 seneden fazla kalamayacağımı düşünüyordum, biraz New York'un keyfini çıkarır, dönerim herhalde diyordum. Derken çat diye bu iş çıktı karşıma ve bana muhtemelen bir seneye kadar izin vermezler. İzin verdiklerinde de 1 hafta, hadi maksimum 2 hafta - bayramla falan birleştirebilirsem falan. Yani 'tamam, artık dönüyorum' diyene kadar temelli buradayım. Bu işi aniden buluşum, ve koşuşturmalar, ne olduğunu anlamayışım falan sebebiyle henüz düşmemişti bana. Ve hiçbir şeyin belli olmamasıyla Türkiyeye uzun bir süre dönmeyeceğim gerçeğinin kesin olması arasında gerçekten fark var. Hiçbir şey belli değilken özlemiyorsun çünkü, özleme gereği duymuyorsun, çünkü her an dönebilirsin, belli değil. Hala da istesem dönerim ama aynı şey değil kesinlikle. Havaalanında tam olarak farkına vardığım şey buydu. Emre'yle bir alakası yoktu tabii ama kötü zamanlama belki sadece. Tabii şey de var, Emre'nin olduğu dönem tamamen turist hayatı yaşadım, dert yok tasa yok (bir derece :P), tek endişem bu gün nereye gitsek... Ve turist modundan çat diye çıkıverdim. O an, havaalanında artık resmi olarak turistlikten çıktım, çalışan kadın oldum. Hüzünlü bir andı ve ilerde hayatım filme çekildiğinde filmin açılış sahnesi havaalanında olacak kesinlikle. Buradaki hayatımın başlangıcı sanırım kesin olarak o güne dayanıyor.<br />
<br />
İşin çılgın ve daha da stres dolu kısmı, yani ev bulma maceralarımsa daha yeni başlıyor. Onu yeni bir posta saklıyorum, bunu uzattıkça uzattım...</div>
</div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-76454192263569770362011-09-11T16:33:00.000-04:002011-09-11T17:34:41.467-04:00Long Way From Home (Part I)<div style="text-align: justify;">
Bir aydır New York'tayım. Türkiye tatilimden (ve muhtemelen emekli olana ya da eeeeh yeter be diyip köyüme dönmeden önceki hayatımın son uzun tatilinden) döneli yaklaşık 1 ay oldu. Ama ne 1 ay... Ne ev ne de iş durumum belli olmadığı için böyle saldım çayıra mevlam kayıra mode on tadında geldim New York'lara. Yüzde 75'i halloldu gibi şimdi ama hala belli değil ve üstelik gerçekten tuhaf bir durumdayım. Neyse baştan anlatayım, çünkü seneye güzel bir evim falan olduğunda bu çektiklerimi gerçekten hatırlamak istiyorum.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<u>Ağustos 3: Where It All Begins</u></div>
<div style="text-align: justify;">
<u><br /></u></div>
<div style="text-align: justify;">
New York'a dönüş tarihim. Bu sefer hiçbir şey belli olmadığı, ne zaman döneceğim kesin olmadığı için aileyle ve arkadaşlarla ayrılması daha buruk oldu. Tek tesellim yanımda Emre'nin oluşuydu ve herhalde benim depresyona girmemi engelleyen de tek şey bu gerçekti. Emre, yeni mezun ve paralı bir arkadaşımız olduğundan dolayı son bir senesini maksimum ülke görmeye adadığı için, Avrupa interrail'inden sonra - benim de aylarca geeel geeeel diye kafasını sikmemin de etkisi var elbette - New York'a da gelmeye karar verdi. Ben 'yo dostum yo, New York'a geleceksen öyle 1 aydan aşağısı kurtarmaz' diye ikna ettim ve kendime bir aylık (23 gün, kesin olmak gerekirse) arkadaş edindim. Hem arkadaş hem de roommate. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<u>Ağustos 4-20: Ah, Those Were the Days</u></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İlk iki hafta rüya gibi geçti. Hakkaten rüya gibi, çünkü hem jet lag'in hem de turist ve uçak biletine hayvan gibi para vermiş olmanın getirdiği 'boş oturmamalıyız, bir yer görmeliyiz' düşüncesinin etkisiyle sabah akşam bilimum turistik aktivitelerde bulunduk, öyle olunca da nasıl geçti anlamadım tabii. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama zaten günlerden önce işin daha bomba kısmından, yani roommate'imiz Kristin'den bahsetmeliyim sanırım. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bir önceki yazıda yazmış olduğum gibi, Kristin'i Craigslist'ten bulmuştum. Ev işinin olmayacağını anlayınca bir taraflarım tutuşmuş, alelacele Craigslist'te gördüğüm her sublet ilanına (bu da şey demek işte, evinin bir odasını kiraya veriyorsun) mail atmaya başlamıştım. Kristin'e attığım mail ilk maildi. Ertesi gün de hemen tatile gittik. Otelde wi-fi olmadığından benim iphone da türkiye'de çalışmadığından internetsizdim ve noldu, mail geldi mi, ne bitti diye kuduruyordum. Allahtan annemin dandik HTC telefonunun interneti varmış da 15 dakika süren uğraşlar sonunda da olsa Gmail'e girebiliyordum. 2 gün geçti yok, 3 gün geçti yok. Hiçbir ilandan ses yok hem de. Ben otelde wi-fi soruşturmaya başladım, daha fazla ilana başvurayım diye. Neyse, bir kafede varmış, her gece oraya yollanmaya başladım elimde mac'imle, nasılsa Amerika'da daha gündüz diye. Derken bir gece gmail'i açtım ve Kristin Young'dan mail gördüm. Ama önizlemesinde 'Merhaba Ece' yazıyor görünüyordu. Noluyor lan, Türklere de mi attım ben mail derken merakla açtım mail'i. Devamı gayet de ingilizceydi. Rahat bir nefes aldıktan sonra - Türkler Amerika'da ya en büyük dostun ya da en büyük düşmanın oluyor, ortası yok, o yüzden temkinliyim - maili okudum. Meğer kızın erkek arkadaşı Türk'müş, iki ay önce İstanbul'daymış, Türkleri çok seviyormuş falan da filan. Bana odayı kiralamak çok istermiş ama tek sorunu çift kişi olmamızmış. Ben ilanlara iki kişi olacağımızdan bahsetmiştim, öyle olunca bir hayli sayıda ilan eleniyordu. Ama yine de düşüneceğini söylemiş. Ben de alabildiğine şirin, alabildiğine pohpohlayıcı bir mail attım cevaben. Ve gene uzun bekleyiş. Bu arada hala başka ilanlara da mail atıyorum ama tek bir cevap yok. Daha doğrusu iki cevap gelmişti; biri no couples diyerek çat diye reddetmiş, öteki de eve çıkmadan önce interview yapamayacak oluşuna takılmış (Türkiye'den direkt eve gidecektim çünkü). </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Tatilden eve döndük Kristin'den hala cevap yok. En sonunda dayanamadım, ben yazdım mail. Hemen geldi bu sefer cevap, meğer çok meşgulmuş falan da filan da. Ama 'The room is yours!' demiş, o yüzden affettim hemen. Öte yandan hala içim de tuhaf bir his var, çünkü başvurduğum çoğu ilan ya çok pahalı ya da yeri bir tuhaf. Ama bu ev, hem depozito istemiyor, hem Sunnyside'da metroya bir blok ötede, hem de sadece $760! Şu anda yayınımıza Türkiye'den katılan gençlerimiz için bu fiyat fazla görünebilir ama inanın bana, NYC standartlarına göre çok ucuz. Üstelik eski evimizden çok daha büyük, çok daha lüks ve metroya çok daha yakın. Ve yine de eski evin kirasından ucuz. O yüzden gerçekliğine inanamadım bir süre. Kafamda sürekli dolandırıcılık şüphesi - Craigslist'te çok olan bir şey çünkü. Facebook'ta kızı buldum, ekledim, öyle bir insan varmış yani gerçekten, buna inandım. Ama kız var da apartman var mı acaba? O yüzden hemen kontrat istedim. Onun imzalanma falan süreci 1-2 haftayı buldu, o zamana kadar ben bir türlü rahat bir nefes alamadım. Gerçi aldıktan sonra bile gergindim, New York'ta adresin kapısına gidip de öyle bir daire bulamamak da var. Bir yandan da tabii etrafa rahatmışım, ne yaptığımı biliyorum imajı vermeye çalışıyorum ki zaten sublet olayına temkinli yaklaşan anne babam iyice panik olmasın. Arkadaşlar da keza. Ve tabii ev işi konusunda bana güvenerek atlayıp New York'a gelecek olan Emre de var. Öyle ya da böyle endişelerimi arka plana atıp iki haftayı zor ettim ve New York'a geldik. Uçak gece 10 falan gibi indi New York'a. Ve nasıl yağmur yağıyor! Benim hayvan gibi bavullar falan derken baktık taksisiz olacak iş değil. JFK'de kapıdan çıkar çıkmaz zaten taksiciler karşılar seni. En son bıraktığımda flat rateleri $45'ti. Gene öyle olacak diye hazırlamıştım kendimi ve cüzdanımı ama meğersem zam gelmiş. 60 olmuş. Oha ya ödemem derken, başka bir adam geldi, you need taxi? diye sordu. Yes, to sunnyside dedim. 45 dollars dedi. OK dedim. Follow me dedi ama baktım yoldaki taksilere gitmiyor, bambaşka bir taraflara gidiyor. Otoparkı falan geçtik neredeyse havaalanından çıkıcaz. Hasiktir, elin hintlisi köşede bizi öldürüp bütük malvarlığımızı alıp kaçmasın? Irkçılıkta son nokta diyebilirsiniz ama gece olmuş 11, hava yağmurlu, jet lag'liyim, panik olmam gayet normal. :P Tabii korsan taksi meğer Queens ve Brooklyn'de yaygınmış, sonrada öğrendim bunu, Manhattan'da hiç yoktur çünkü. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Sonunda tecavüze uğramadan, öldürülmeden, hırsızlığa uğramadan eve vardık. Bavulları binaya taşıyana kadar zaten sırılsıklam olduk. Ben içimden dua ediyorum tabii 'nolur kristin diye biri olsun, nolur dolandırıcılık çıkmasın' falan diye. Daire 3AW'nin önüne geldik ve biz daha kapıyı çalmadan açıldı kapı. Hakkaten de varmış öyle biri, Hi'laştık, isimlerimiz 3-5 kere tekrar edildi ve söylenmeye çalışıldı falan ve içeri girdik. Odaya bir girdik, kız temiz nevresim takımı, yastıklar, temiz havlu falan bile bırakmış. İnanılır gibi değil. Hala inanamıyorum, hala kızın gelip 'yeah, 760 demiştim ama, aslında o 1760'tı' falan demesini bekliyorum. Ama gayet kirayı verdim, ses etmedi falan. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Neticede çok iyi çıktı kız. Hatta fazla iyi. Kristin'i bulmamdaki şansıma hala inanamıyorum. Daha da bitmedi zaten, durun. Kızla muhabbet ederken FIT'den mezun olduğumu, yana yakıla iş aradığımdan bahsettim. Şöyle bir durdu, şaşırdı, 'benim ablam moda sektöründe!' dedi. Hemen tanıştırayım sizi, belki bir şey çıkar, dedi. Sözünü de tuttu, bir gün Emre'le turistçilik oynarken Kristin'den mesaj geldi, akşam bir partiye gidiyormuş, ablası da orada olacakmış, siz de gelin diye. Atladık tabii. Parti daha acayipti, America's Next Top Model birincisi falan vardı ortalıkta. Ablası falan da iyi çıktı, ama kafası iyiydi biraz, neden bahsettiğimizin o sırada farkında olduğunu sanmıyorum. Partide de Kristin'le muhabbet etme fırsatımız oldu. Mailime yanıt vermesinin gecikmesinin sebebi yüzlerce mail almış olmasıymış. Onları eleme süreci uzun ve zorlu olmuş. Tam olarak beni seçmeye ikna eden şey de benim 8tracks listemmiş. Yüzyüze görüşemiycez diye flavors.me sayfamı yollamıştım da ilk mailimde her haltımın olduğu. İş yerindeymiş, 8tracks listemi dinlemeye başlamış. 1-2 şarkıdan sonra 'wow, this person is cool' demiş. Sağdan soldan da 'güzelmiş lan' tepkileri gelince, iyidir iyi demiş ve bana mail atmış. Sonunda müzik zevkim bir boka yaradı yani. Onun dışında kızın da bir Harry Potter hayranı olduğunu, kitap manyağı olduğunu öğrenince tadından yenmez hale geldi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Oradan çıkıp eve giderken gülmekten darmadağın olduk çünkü kız bir ara 'hayaaat beni niden yoruyosuuun' diye şarkı söylemeye başladı. Erkek arkadaşı sağolsun öğrenmiş, bir de bütün sözlerini ezberlemiş, o kadarını ben bile bilmiyordum! :D Onun dışında böyle ufak tefek Türkçe bilgisini sergiledi, sevgilisinin ailesiyle olan maceralarını anlattı ki onlara da yarıldık. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
O gün de Kristin'e ev mevzusunu açtım. Kendisi de ay sonunda Fransa'ya öğretmenlik yapmaya gidecekmiş, o yüzden ev sahibiyle konuşmuş kontratı Ağustos'tan sonra devam ettirmek istemediğini söylemiş. Ben de dedim, e o zaman evi üzerime yapayım. Çünkü ev kocaman, çok güzel ve sadece 1500 dolarmış - 2 oda. O da tamam, ev sahibiyle konuşur, hallederiz dedi. Ama işte sorun olan bir şey vardı ki ev sahipleri sağlam kredi geçmişi istiyor. İlla garantör lazım. E benim de yok. Rabia'ya sorarım dedim. Onunla da Ağustos sonrası için eve çıkma planlarımız vardı ama kesin değildi hiçbir şey. Onun da henüz bir işi yoktu çünkü ve üstelik o New York'ta kalmak istediğinden bile emin değildi. Haliyle benim işim de kesin olmuyordu. Ama bunu da kafamdaki 'sonra düşünülecekler' çekmecesine attım. En azından Kristin'den haber gelene kadar.<br />
<br />
Her neyse, Kristin'i geride bırakırsak benim sorunlarım - ev yok iş yok - aklımın bir köşesinden çirkin başını çıkarıp arada sinirlerimi bozuyordu ama henüz panik seviyesinde değildim. Sabahları her zaman Emre'den önce uyandığım için oturup gördüğüm iş başvurularına başvuru yapıyordum, arada da Rabia ortada bırakırsa ya da Kristin'den kötü haber gelirse diye Craigslist'e bakıyordum ama ciddi değildim, alternatif var mı diye bakıyorıdum. O sırada da maşallah ilan üstüne ilan... Bileydim... Neyse. İşte hepsini kenara bırakırsak bu iki hafta gerçekten çok güzeldi. Zira Emre'ye yer göstercem diye ben de hayatımda gitmediğim bir sürü yer keşfettim. Uğramadık mahalle bırakmadık denebilir. En azından önemli olanlarından. Hatta genelde rutinimiz belliydi, öğlen yeni yer gör, turistik aktivite yap, akşam da yelp'ten çevredeki ucuz ve güzel bar seçip gidip değişik biralar denemek. Ah, those were the days.<br />
<br />
<u>Ağustos 19-24: Panic Starts to Show Its Ugly Head</u><br />
<u><br /></u><br />
Artık yavaştan panik olmaya başladım. Zira çünkü daha ne iş cephesinde herhangi bir gelişme var ne de ev mevzusu kesinleşmiş değil. Babam da paso arayıp bir ay daha iş bulamazsam masraflarımı karşılayamayacağını söyleyip duruyor, stresime stres katıyor... Bir yandan da Emre'ye belli etmemeye çalışıyorum, çocuğun tatiline sıçılmasın diye ama sonuçta yakın da arkadaşım, hem o farkında hem de ben de dayanamıyorum haliyle. Gerçekten o olmasa ben bütün gün yatağımda cenin pozisyonunda yatar, depresyona girerdim itinayla. Ya da 'olmayacak ya, ne kasıyorum' der, pılımı pırtımı toplar, dönerdim. Sağolsun çok destek oldu bana, her umutsuzluğa düştüğümde titreyip kendime getirdi, kendisine buradan sevgilerimi ve teşekkürlerimi iletiyorum eğer bir gün olur da okursa buraları.<br />
<br />
O ara iki yere daha gittim iş için; biri babamın tanıdığı, adam bana iş verir diye gittim meğer sadece 'yaa demek iş arıyorsun.. zor valla' falan gibi şeyler söyledi. Ötekiyse bütün ümitlerimi söndürüp ('Bu piyasada iş bulmak çok zor. Üstelik senin gibi deneyimsiz biri... Bulamazsın paralı iş, söyleyeyim. Kan ağlıyor piyasa') parasız staj önerdi. Hiçbir şey bulamazsam oraya giderim diyordum, en azından deneyim olur...<br />
<br />
En sonunda bir sabah gene babamla depresif bir telefon konuşmasından sonra dedim 'Ece, artık gururunu bir kenara bırakmanın vakti geldi, ofis işi bulamıyorsun işte, git bari para kazan'. Bunun üzerine aklıma ilk Amy geldi, bu arkadaş yazları hep bir mağazada satış elemanı olarak çalışıyormuş, o yüzden patronla kanka modundalarmış. İş bulamazsan bana gel, ayarlarız orada bişeyler demişti. Hemen onu aradım. Dedim durum vahim. O da ertesi gün boşmuş, buluşalım, gidelim, tanıştırayım patronla seni.<br />
<br />
Ertesi gün Emre'yi otobüse bindirip New Jersey'deki devasa outlet mall'una gönderdim alışverişini yapsın diye, ben de gittim Amy'yle buluştum. Gittik mağazaya, M&J Trimmings diye bir incik boncuk mağazasıymış. Patron'u görmeye gittik, hakkaten canayakın bir adam, Amy de beni göklere çıkardı anlatırken. Hemen application doldurdum, adam da üzerine işaret koydu. Biraz daha umut geldi bana ama hala dertliyim, okulda birinci olmuşuz, New York'ta kalacam diye köle gibi çalıştırılmaya göz yumucam diye... Ama yapacak bir şey yok tabii, bazı şeyler için bir takım şeylere katlacaktım elbette.<br />
<br />
Ev konusunda da Rabia garantör bulduğunu söyleyince içim biraz daha rahatladı. Böylece Emre'nin kalan günlerinde içim biraz daha rahat gezdim...<br />
<br />
Tabii ibretlik hikaye henüz burada değil. Part II çok yakında.<br />
<br />
<u><br /></u><br />
<u><br /></u></div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-86404058497643325992011-09-11T00:02:00.003-04:002011-09-11T00:08:08.714-04:00I Happen To Like New York<div style="text-align: justify;">
'New York'u neden seviyorum' konu başlıklı yazıma hoş geldiniz. Yaklaşık 2 haftadır 'niye kasıyorum ki burada kalmaya bu kadar' diyip duruyordum. Bugün hatırladım neden olduğunu. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Çünkü gerçekten sürprizlerle dolu şu salak şehir. Öyle büyük sürprizlerden bahsetmiyorum tabii, ama durup dururken mutlu eden ufak şeyler.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Sabah uyandım, baktım hava çok güzeldi. Hafta içi bayağı kötüydü çünkü, bir de hava durumunda yağmurlu olcak gibi gözüküyordu hafta sonu, o yüzden sabah güneşi görünce 'dışarı çıkayım lan' dedim. Kafamda hiçbir plan yoktu, Nook'umu çantama attım, keyfime göre bir parkta kitap okur, azıcık dolanır eve dönerim diyordum. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Dışarı çıktım, sokaktan çıkıp caddeye çıkınca bir baktım, koskoca cadde kapanmış, kermes kurulmuş! Böyle değişik ülke mutfaklarından yemekler, değişik değişik takılar, eğlenceli ıvır zıvırlar falan. Bir de trafiğe kapanmış haldeki koskoca caddede arabalar olmadan, rahat rahat dolanmak bayağı güzel oldu. Taze taze, hemen tezgahta siparişe göre limon sıkarak limonata yapan biri vardı, hemen aldım, dolandım öyle.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Sonra orayı bırakıp Madison Square Park'a yürüyeyim dedim. Parka bir geldim, çimenlerde bir kalabalık... Meğersem US Open'a özel, açık havada tenis gösterimleri yapılıyormuş canlı canlı. Hem de Federer'le Djokovic'in maçı varmış bugün. Hemen kuruldum çimenliklere tabii. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/--YkY8gjltG4/TmwyYPPldbI/AAAAAAAAAM8/dDUOr5RQErI/s1600/Screen+Shot+2011-09-10+at+11.56.31+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="295" src="http://1.bp.blogspot.com/--YkY8gjltG4/TmwyYPPldbI/AAAAAAAAAM8/dDUOr5RQErI/s640/Screen+Shot+2011-09-10+at+11.56.31+PM.png" width="600" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Sol: Ekran ve izleyenler. Böyle boş olduğuna bakmayın, bu resmin çekilmesinden yarım saat sonra oturacak alan kalmadı. Sağ: Aynı park, farklı açıyla. Hatta ilerde ekran görünebilir. Ama parkın ortasında böyle bir kafa var. Zen olmasını sağlıyormuş parkın. Neden diye sormayın...</td></tr>
</tbody></table>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu arada 5 dakika sonra falan gökyüzü karardı birden. Oha yağmur mu yağcak derken bir baktım dumanlar. İlerideki binalardan birinde yangın çıkmış. Tabii bu güzel bir şey değil belki ama şehrin asla boş durmadığını kanıtlamak açısından güzel bir örnek. :P</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Maç da bayağı güzel bir maçtı zaten, doğru bir karar vermişim oturmakla. Sonra bir ara sevgili ZSA mesaj attı, Lincoln Center'da bedava filarmoni orkestrası konseri mi ne varmış, onun bilet kuyruğundalarmış. Ama inanılmaz sıra varmış, alamayabilirlermiş. Ne olur ne olmaz dedim, ben gideyim karnımı doyurayım, zaten maç da bittiydi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Union Square Park'a gideyim dedim bu sefer, yoldan yemek alır, orada otururum dedim. Yürürken bir çin lokantası gördüm, en sevdiğim lo mein noodle'dan paket yaptırdım, gittim parka. Bu parkta hem masalar oluyor, hem banklar hem de çimenler. Masalar doluysa banklarda, banklar doluysa da çimenlerde otururum dediydim. Baktım masalar tıklım tıkış. Tam banklara yönelcekken teyzenin biri, 'ben kalkıyorum sweetie, gel otur, gitme' dedi. Ver o mübarek elini öpeyim teyzem diyecektim ki kendimi tuttum kibar kibar teşekkür ettim. Oturdum, yemeğimi yemeye başladım, kulağımda da kulaklık var, müzik dinliyorum. Şarkı arasındaki sessizlikte baktım başka güzel müzik sesleri geliyor. Kulaklıklarımı çıkarıp sağıma soluma bir baktım, yan tarafımda 4 adet kırklarında amca enstrümanlarını kapmış şarkı çalıyorlar. Bu gayet sıradan bir olay tabii New York parklarında, ama bu amcaların farkı, istek parça kabul etmeleriydi. 2 gitar, çello ve davulları ile kulaklarımızı şenlendirdiler. The Beatles'tan, The Kinks'ten, Rolling Stones'dan, Turtles'dan falan bir sürü şarkılar çaldılar. Ama beni asıl etkileyen başka bir şey oldu... Meğersem bu amcalar gençken grup kurmuşlar, ama hayat gailesiydi şuydu buydu derken dağılmışlar. Bugün yıllardan sonra ilk defa bir araya gelmişler ve enstrümanlarını kapıp parkta yeniden müzik yapmaya karar vermişler. Bir tanesi makinasını çıkarıp izleyicilerden birine verdi, resmimizi çeker misiniz diye. Mutlulukları neredeyse yüzlerinden okunuyordu, o derece samimiydiler, yoksa 'ay para koparmak için uydurdukları hikayedir' derdim. Onun yerine 'ay kıyamam' dedim, gittim para verdim ben de, ki genelde cimriyim bu konuda. Sunny Afternoon istemiştim ben de Kinks'ten, kırmadılar sağolsunlar. :P Bir de şarkıları öyle güzel, öyle neşeli çalıyorlar ki izleyicilerin bir kısmı dayanamadı, çıktılar dans etmeye falan başladılar.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Amcalar gittikten sonra, artık nihayet öncelikli planımı yerine getireyim dedim, nook'umu çıkarıp kitabıma devam ettim. Yarım saat-kırk beş dakika falan okuduktan sonra birden önümde iki kız belirdi. 'Pardon, bir şey sorabilir miyim' dedi biri. Sure dedim. 'New Yorker mısınız?' dedi. 'Bir senede olunabiliyorsa neden olmasın' dedim. 'Aa nerelisiniz' dedi öteki. Türk olduğumu söyleyince önce bunlar omaygad omaygad diye delirdiler, noluyor lan derken biri 'mirheba nasilsiniz' dedi. 'ha?' dedim sadece. 'biz gittik türkiye, çok siviyor biz' dedi öteki. 'oha! really?' dedim. 'girçekten' dediler ve sandalye çekip oturdular. 'eeeööö noluyoruz' falan demeye kalmadan soru yağmuruna tuttular, üstelik bozuk bir türkçeyle. İngilizce cevap verdim ilkinde refleks olarak, sonra sorularına türkçe devam edince ben de türkçe konuşmaya başladım. iki cümlemin arasında da 'this is so weird' diyerek. :P Meğer geçen sene dil ve kültür öğrenmek için Türkiyeye gitmişler bir seneliğine. 'Neden ki?' dedim. 'Türkiye'yi çok seviyor çünkü biz!' dediler. 'Neden ki?' dedim yine. Suratıma baktılar tabii anlamadılar. Sonra Türkçe'lerinin sınırlarına geldiklerinde, alright, dedi, eminim yanına niye böyle geldiğimizi merak ediyorsundur, dedi. Meğersem bu iki kızcağız, misyonermiş, insanlara Jesus Christ aşkı aşılamak en büyük amaçlarıymış. 'you're... kidding, right?' diye sordum. Malesef gayet ciddilerdi. Sonra yarım saat boyunca onlar Hristiyanlığın neden en iyi din olduğunu, ben de onlara neden öyle bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Kızlardan bir tanesi de meğersem hayatı boyunca Ateist yetişmiş, üniversitedeyken İsa'yı bulmuş, daha doğrusu en zor anında İsa onu bulmuş. Ciddi ciddi İsa'yla kişisel olarak konuşabildiklerini falan iddia etmeye başladılar. 'There is a famous quote... 'If you talk to God, you are praying; If God talks to you, you have schizophrenia,"I believe that's true' dedim, güldüler 'hmmm entellektüel birisin demek ki, o zaman entellektüelitene hitap edecek argümanlarda bulunmamız lazım' dediler. Sonrası eğlenceliydi, onlar bir şeyler anlatıyor, ben onları çürütecek karşı argümanlarda bulunuyorum falan. Yani insanların inandıkları şeylerle dalga geçmeyi sevmem ama bunlar o kadar körcesine, o kadar aptalca inanıyorlar ki sorgulamadan, elimde değildi, ben napayım. Sonunda benden bir şey çıkmayacağına karar verince gittiler, ama kesinlikle çok ilginç bir deneyimdi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Hava kararır gibi olunca kalktım, DSW'ya gittim. Ayakkabılarımın hepsini tüketmiştim, ciddi ciddi, zaten indirim falan da vardı, ayakkabı aldım, keyfim daha da yerine geldi. Oradan kalktım Wholefoods'tan meyve tabağı aldım. Parkta banklara oturdum bu defa, çünkü meydanda dans gösterileri vardı bu sefer. Hava iyice geç olunca kalktım eve yürüdüm. Eve gelince de bu günü kaydetmeye karar verdim. Uzun süredir ilk defa hayatımdan inanılmaz memnunum çünkü. 2 haftadır bayağı bir çile çektim zira. Onları öteki yazımda anlatıcam. Aslında ona daha önce başladım yazmaya, ama o çok uzun sürecek, hatta sanırım chapter chapter yayınlıycam. İlerde gerçekten hatırlamak istiyorum, ibretlik bir hikaye. :P O zamana dek, hoşçakalın sevgili takipçilerim!</div>
Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-80723679473967146872011-07-17T08:26:00.000-04:002011-07-17T08:26:31.193-04:00Hey Ho<div style="text-align: justify;">I'm a student no more, bitches! </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Aslında bayağı önce bitti de nedense blog yazma hevesim de öğrencilikle gitti gibi oldu bir ara. Hala bazen çok yazasım geliyor de ne yazacağımı bilemiyordum. Hala da bilmiyorum ya, açtım, belki ilham gelir diye. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Yazacak da çok şey var aslında. Mesela eski evimden çıktım. Asla yaşamayacağımı düşündüğüm olaylar yaşayarak üstelik. Detay vermeyeceğim ama tatsız olduklarını söyleyebilirim. Hayatımın o bölümünün kapanması acı oldu ama kapandıktan sonra da rahatladığımı fark ettim. Zaten daha iyi oldu gibi. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">O zaman... Previously on Persephone's Life, Universe and Everything.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">En son Nisan'da bırakmışım. Nisan'dan itibaren sevgili ZSA ile New York'ta ne kadar beleş etkinlik varsa hepsinin tadını çıkarmaya baktık. Quentin vs Coens sergisi ve Tribeca Film Festivali açılışı özellikle yakaladığımıza pek sevindiğim etkinlikler. Tribeca Film Festivali açılışı ücretsizdi, tabii first come first serve şeklinde olduğundan aslında girmesi de o kadar kolay değildi, ama ilk defa çılgın amerika'lıları ezip geçmiştik onda. Akşam 7'deki etkinlik için sabahın 10'unda gittik sıraya girdik ve en önden biletimizi kaptık (bilet dağıtılan yerden elimizde bilekliklerimizle çıktığımızda dışardaki sıra bir block ve bir avenue uzunluğundaydı. biz de bileklikleri sallaya sallaya yanlarından geçtik, pek tatmin ediciydi). Üstelik sadece film de değildi. Zaten film dediğim şey de Cameron Crowe'un çektiği Elton John belgeseliydi The Union isimli zaten. O yüzden filmin ardından Elton John konser verdi, ortalığı da yaktı yıktı hatta. Ben ki hiçbir zaman Elton John ile ilgilenmemiş bir insanım yani. Film ve konser öncesinde de The Bangles bir iki şarkı söyledi ve Martin Scorsese konuşma yaptı! Düşünün, ben canlı canlı Martin Scorsese görmüş bir insanım artık. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Onun dışında iki yazar söyleşisine katıldık. Biri Tina Fey'di! Ha ha, evet, yeni kitabı Bossypants'in tanıtımı amaçlı bir söyleşiydi. Hayyyvan gibi kalabalıktı, Tina Fey'yi yakından görmek ve kitap imzalamak dışında pek de bir olayı yoktu, ne yalan söyleyeyim. Onun dışında bir de Nicole Krauss söyleşisi vardı. Bu tam yazar söyleşisiydi ama, zaten Hunter College'daydı, çok çok daha az insanla, 'biz bize' denebilecek bir şeydi. Great House kitabından bir pasaj okudu ve daha çok soru-cevap şeklinde ilerledi. En önde de oturduk, kadını da pek sevdik. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Sonra, projeyi bitirdik hayırlısıyla. Cinco de Mayo'da (5 mayıs :P) sunduk, tahmin ettiğimden iyi geçti. Introduction bana aitti, esprili bir dille başlayayım dedim, salonun güldüğünü duymak da ayrı cesaret verdi. Keşke bana iş verseler gidince :( Neyse, proje boyunca peşimizde dolanan yönetmen teyzenin hazırladığı video. Bizimkisi RUDE. </div><br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="349" src="http://www.youtube.com/embed/b-_FkGs3AjU" width="560"></iframe><br />
<br />
Ve sonra da mezun oldum işte! Adımı 'eys örmın' diye okudular, delirdim. Ama neticede artık bir Fashion Institute of Technology mezunuyum.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-OVDRL9H5CMg/TiLSOz1B9II/AAAAAAAAAMk/WkSw29hxehs/s1600/IMG_1311.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="http://2.bp.blogspot.com/-OVDRL9H5CMg/TiLSOz1B9II/AAAAAAAAAMk/WkSw29hxehs/s320/IMG_1311.JPG" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">ta-daaaa!</td></tr>
</tbody></table><div style="text-align: justify;">Sonra da evimi boşaltıp İstanbul'a geldim işte 2 aylığına. Aslında oralar da maceralı bayağı, eşyaları storage'a taşımalar, her şeyin son dakikaya kalması sonucu yaşanan bir dolu saçmalık, havaalanındaki olaylar falan... Sonra Baseball maçına falan gittim Amerikan arkadaşlarla, Bronx Zoo'ya falan gittim ki onlar da başlı başına birer post. Onları başka bir ara anlatırım. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İstanbul'a geldiğimden bu yana da deli tepmiş gibi gezdim. Ve içtim. Ve gezdim. Ve içtim. Tatile gittim. Yüzdüm. Arada One Love'a gittim. İTÜ mezuniyetime katıldım (bölüm birincisiymişim bu arada, deli gibi hediyeler, paralar, şan, şöhret, göt kalkması). Cuma Patrick Wolf konserine gittim. Ve içtim. Ne iş aramak, ne okula gitmek, ne de başka bir stres sebebi bişeyim olmadan, sadece ve sadece tatil yapmak için İstanbul'a gelince ne kadar eğlenceli olabildiğini de anlıyormuş insan bu şehrin. Tabii güzel bir takım arkadaşlarla. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Şimdi yaklaşık 20 günüm falan kaldı, sonrası ne olacağı belli değil. İş bulur muyum, bulamaz mıyım, bulursam nasıl bir iş bulucam, para nerden bulucam vs vs. Aklıma geldikçe geriliyorum. Sonra birlikte eve çıkacağım kişi de ortada bırakınca beni Türk ev arkadaşı arayışlarıma bir son verdim ve Craigslist'e daldım. Şimdilik bir aylık bir sublet buldum, uygun fiyatlı, güzel bir oda. İşin bombası, bu yenisinin eski evimin yanındaki daha lüks olan binada olması tabii. Binada laundry olduğunu da belirtmek isterim! Ama tabii sonrası nolacak o da belli değil. Bir gideyim de. Offf gene çok gerildim çok! </div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-70863506477628282532011-04-20T01:09:00.001-04:002011-04-20T01:10:35.793-04:00Make Your Own Kinda Music<div style="text-align: justify;">Biraz lame bir başlık adı oldu ama bu saatte müzikle ilgili aklıma gelen ilk şarkı ismi bu oldu, hem uyuyor da. Bir site buldum, hayatım değişti! Hayatım değişmedi elbette ama okul bilgisayarlarında ödev yaparkenki zamanlarım değişti mesela. Yepisyeni şarkılar da keşfettim sayesinde. 8tracks! Pandora, Last.fm falan iyi güzel de orada aradığım şarkıyı asla bir daha bulamıyorum o an bir yere yazmazsam ve her zaman tam ruh halime uygun şarkılar çıkmıyor. Bu site bayağı iyiymiş, sevdim. Ve bakın size ne yaptım!</div><br />
Çavlan'a Not: Playlist'teki görseli Tumblr'ından çaldım sana sormadan, affet. :)<br />
<br />
<div style="text-align: center;"><object classid="clsid:D27CDB6E-AE6D-11cf-96B8-444553540000" codebase="http://download.macromedia.com/pub/shockwave/cabs/flash/swflash.cab#version=9,0,28,0" height="250" width="300"><param name="movie" value="http://8tracks.com/mixes/265163/player_v3"><param name="allowscriptaccess" value="always"><embed src="http://8tracks.com/mixes/265163/player_v3" pluginspage="http://www.adobe.com/shockwave/download/download.cgi?P1_Prod_Version=ShockwaveFlash" type="application/x-shockwave-flash" width="300" height="250" allowscriptaccess="always" ></embed></object></div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com11tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-11522176752025959862011-04-20T00:53:00.003-04:002011-04-20T00:56:51.878-04:00Wanting Comes in Waves<blockquote> I want someone who will be monogamous and nice to his mother. <b>And I want someone who likes musicals, but knows to just shut his mouth when I’m watching “Lost.”</b> And I want someone who thinks being really into cars is lame, and strip clubs are gross. <b>I want someone who will actually empty the dishwasher instead of just taking out forks as needed - like I do.</b> I want someone with clean hands and feet and beefy forearms, like a damned Disney prince. And I want him to genuinely like me. Even when I’m old. And that’s what I want.</blockquote><div style="text-align: right;"><br />
<i>- Liz Lemon, 30 Rock</i> </div><div style="text-align: right;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İdolümsün Tina Fey. Başka bir dünyada, başka bir zamanda, başka bir gerçeklikte çok iyi arkadaş olabilirdik. Söyleşine gittiğimde imza kuyruğunda gözlerimle 'BFF'im ol' sinyalleri verdim, ama fark etmedin. 'Nice to meet you' dedin, 'thank you' dedin ama ciddi değildin, biliyorum. Büyük bir fırsat kaçırdın Tina'cığım. Çok eğlenebilirdik halbuki birlikte. Kitabını da çok sevdim. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Sevgilerimle,</div><div style="text-align: justify;">Persephone<br />
<br />
<br />
</div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-8247699094465985552011-04-05T21:51:00.001-04:002011-04-05T21:55:26.943-04:00Relax (Take It Easy)<div style="text-align: justify;">Kafayı yiycem şu sınavlardan ve ödevlerden. Bir şey yapmasam da, procrastination'ın allahını yapsam da orada olmaları sürekli gergin dolaştırıyor. Bütün hocalar kendi derslerinden başka ders almadığımızı zannediyorlar ve birlikte ders aldığım amerikanlar da çıldırmışçasına organize insanlar, sınavlara bir hafta öncesinden falan çalışıyorlar, inanılır gibi değil. Gerçekten günü gününe ders çalışan, eve gider gitmez o gün verilen ödevleri bitiren insanların varlığına inanmazdım, ütopik gelirdi bana bu. Ama varmış. Ve hepsi bizim bölümde. Hele bir de grup ödevi yapıyorsak aman yarabii... Saat başı text, dakika başı e-mail. Ya bebeğim, relax, haftaya pazartesiye kadar üç yüz kere bitiririm ödevi diyorum, yok, illa bugün yapıp bitiricez dün verilen ödevi. Güzel bir şey de azıcık sakin olun lan. Azıcık erteleyin. Psikolojimi bozuyorsunuz. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-7Dg7VkBGzSQ/TZvCuUUBxcI/AAAAAAAAAMA/Vmc2ohau1Gs/s1600/1294971942031_5576221.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="224" src="http://1.bp.blogspot.com/-7Dg7VkBGzSQ/TZvCuUUBxcI/AAAAAAAAAMA/Vmc2ohau1Gs/s320/1294971942031_5576221.png" width="320" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">Hele bir de Amanda diye bir hatun var bizim bölümde. Ben böyle bişey görmedim, robot mübarek. Sürekli ajandası elinde, deadline manyağı bişey. Ha, grup projesi yapılıyorsa kesinlikle grubunda olmasını istediğin kişi, çünkü her şeyi eline alıyor, inanılmaz proaktif, her şeyi yapıp bitiriyor ama bütün diğer gruplar sakinken en stres içinde yaşayan bizleriz resmen. Sayesinde bayağı bir öndeyiz herkesten ama cidden, daha öğrenciyiz lan. Bu kadar stres iyi değil. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">Bitirme projesi gerçi bu bahsettiğim, önemli böyle önde olmamız, özellikle de projemizi Bloomingdale's'e sunacağımızı öğrendiğimizden beri iyice dikkate almaya başladım Amanda'nın e-maillerini ve textlerini. Alışkın değilim ama ya. Zor geliyor valla. Sosyal hayat kalmadı. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-wVQ_D8X1oO4/TZvEfRrwRCI/AAAAAAAAAME/N9k2nmr3YRc/s1600/photo-35.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="298" src="http://1.bp.blogspot.com/-wVQ_D8X1oO4/TZvEfRrwRCI/AAAAAAAAAME/N9k2nmr3YRc/s400/photo-35.JPG" width="400" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Kurdeleli olanlar arkalı önlü, Las Vegas'lı olan RUDE'un arkası.</td></tr>
</tbody></table><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">Neyse, proje bayağı iyi gidiyor ama. Heyecanlanmaya başladım. Elceğizlerimle ve kıt illustrator bilgimle tasarladığım etiketler geldi (yukarda), bilgisayarda tasarlamak neyse ama böyle kanlı canlı görünce bir gaza geldim anlatamam. Postayla benim evime geldi bir de, zarfın üzerinde benim adımın hemen üzerinde de R.U.D.E. Jeans yazıyor, sanki gerçekten bir firmaymışız gibi. Gerçek artık, bir fikir değil. Tasarladığımız kotların da prototipleri gelmiş, perşembe photo shoot yapıcaz. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">Yeni gerginlik sebebi de şu 5 Mayıs'taki Alumni Dinner. Yüzlerce insanın arasında Bloomingdale's de olacakmış, business planmişçesine sunucaz, satın alıp gerçekten üretime sokma ihtimalleri varmış. Veee 8 kişilik grubumuzda 3 kişi konuşma yapıcakmış sadece, introduction da kime gitti dersiniz? Yours truly. Geril geril geril geril... Closing de benim, 1.30 dakikalık bir açılış ve kapanış konuşması hazırlamam lazım. Daha da fenası gidip bir ara elbise almam lazım en formal'ından. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">İyi oldu ama bu Bloomingdale's'in gelmesi. Gerçekten de fikrimizi satın alacaklarını sanmıyorum ama şahane bir deneyim olacak gelecek için. Neticede 4-5 ay sonra potansiyel işverenim olabilir o insanlar. Tabii bir de projenin başındaki hoca da bölümün dekanı. Bölümdeki herkes nerdeyse şimdiden iş buldu - Ralph Lauren, Tommy Hilfiger gibi yerlerden bahsediyorum - ve çoğuna iş bulan da Jeffrey'miş. Arayı iyi tutmak, kendimi göstermem lazım. Çünkü bu arkadaşları bu hoca 4 senedir, beniyse 4 aydır tanıyor. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">Ay neyse, yarınki vizeye çalışmam lazım benim, esen kalın sevgili takipçiler. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-80370619494003971772011-03-16T18:30:00.002-04:002011-03-16T18:33:56.380-04:00Southern Point<div style="text-align: justify;">Pazartesi günü güneyin incisi North Carolina'daydım. North olduğuna bakmayın, has be has güneyli, y'all diye konuşan hillbilly'lerin mekanı. Ve güney eyaleti tabii. İnci minci de değil tabii ki, amerikanın köyü, hiçbir bok yok. Gezmeye de gitmedim zaten, okul götürdü. Şu aralar gidip gidebileceğim tek seyahat olduğu için yazıya başlarken kullandığım 'geçenlerde miami'deydim' havasını affediverin. Bölümde benim dışımda herkesin Cancun'a falan gidiyor olmasının acısını atlatmaya çalışıyorum. Niye NC peki? Şimdi biz tekstil bölümüyüz ya, tekstil söz konusu olduğunda en önemli doğal kaynaklarından biri pamuk ya, Cotton Incorporated'in genel merkezi de North Carolina'da ya. O yüzden. Alabildiğine de lüzumsuz bir geziydi, sabah gün doğarken bindik uçağa, gün batarken New York'umuze geri döndük. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Niye yazıyorsun bunu bloguna o zaman derseniz de bişey diyemem, haklısınız, şu anda yazmam gereken paper'ı ertelemesi dışında hiçbir işlevi de yok bu yazının. Ha, ama diyebilirim ki, haftalardır yaptığım tek değişik aktivite, sırf o yüzden bile bir yazıyı hak ediyor bence. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Cotton Inc lablarını gezerken şeyi fark ettim ama, şaka maka 4 sene boşuna gitmemiş. Tekstiller konusunda ciddi bir birikimim varmış. Geçen sene open end yarnla ring spun arasındaki farkları sorsan, onlar ne ki derdim. Şimdi onlarla ilgili yapılan esprilere falan gülüyorum, o derece. Bir de bir an cool hissettim lan. Air jet spinning makinalarının olduğu labda dolaşırken özellikle, o minik robotumsu cihazlardan oluşmuş makinaları gördükçe insanı makina mühendisi olmak istemeye yönelten o gücü anlayabiliyor insan canlı canlı görünce. Elyaf teşhis labındaysa tanıtım yapan teyzeden kopup kafamda televizyon dizisi ürettim derhal. Teyze kumaşta gördükleri minicik bir defonun nedenini saptarken kullandıkları teknolojinin ve onun ne kadar cool olduğunu falan anlatıyordu da aklıma son zamanlarda sardırdığı Bones geldi. Meğersem ben inanılmaz yetenekli bir tekstil uzmanıymışım, şak diye bir kumaş parçasının orijinini söyleyebiliyormuşum. FBI da beni cinayet vakalarında yardımcı olmam için tutmuş. Her hafta kumaş teşhisi yaparak insanların hayatını kurtarıyormuşum meğersem. Takribi 4-5 dakika sonra dünyaya indim gerçi böyle bir şeyin saçmalığını kavrayarak. Mütevazılık değil bu saçmalığın kavranması, yanlış anlaşılmasın, istesem o biçim bir tekstil uzmanı olurum da öyle bir iş yok muhtemelen, pek bir işe yaramaz FBI'ın. Kaldı ki Bones'a göre tekstillerin tehşisini herkes yapıyor. Allahım ne kadar boş bir mesleğim var... Evet, iki dakikada dünyayı kurtarmaktan kendine acımaya çevirebilirim bir paragrafı. Benim süpergücüm de bu olsun mesela. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Güneylileri sevmiyorum ama. Tamamen aksanları yüzünden bu arada, yoksa çok kibarlardı, bir neşeli bir mutlu insanlar ki sormayın. Ama her kelimeyi uzatmaları, y'all'ları falan katlanılacak gibi değil. Yemekleri rezil gibi bir de. Cole slaw, tavuk/domuz barbekü, mısır ekmeği ve yer fıstığı bütün cuisine'lerini oluşturan şey. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Koskoca yolculuğun tek güzel kısmı dönüşüydü. Bunu da metaforik anlamda söylemiyorum, cidden North Carolina Raleigh/Durham havaalanındaki kısım pek bir eğlenceliydi. Gezi beklenenden kısa sürdü anladığım kadarıyla çünkü 3'te geri döndük havaalanına. Uçağımız da 5.45'teydi. Kızlar bir winery bulmuşlar, hadi şarap içelim dediler. Olur dedim ben de, uçakta uyutur, biraz dinlenmiş olurum dedim. Normalde pek şarap sevmeyen bir insan olarak o winery'de içtiğimiz cabarnet sauvignon'un inanılmaz leziz olduğunu belirtmeliyim. Orada zaten kafa biraz iyi oldu, sonra sınıfın geri kalanının da brewery'de olduğunu öğrendik yüce facebook sayesinde. Kalktık oraya gittik bira içmeye. Marzen diye bir bira içtik orada da bir kaç tane. Uçuş saati geldiğinde artık hepimiz havalarda uçuyorduk, bayağı bir rezil ettik kendimizi güneylilere ama sürekli 'we're new yorkers, who cares what north carolina people think!' diye bağırışıp rezilden ziyade iğrenç insanlar olduğumuzu gösterdik. O kafayla havaalanlarındaki o yürüyen şeritlerin bize inanılmaz bir oyun alanı haline geldiğini söylememe bilmem gerek var mı. Sarhoş halde uçağa binmek de bayağı bir enteresan bir deneyimdi. Allahtan bizim profesör Silberman diğer uçaktaydı da görmedi bizi. Gerçi duyduğuma göre o da esaslı bir içiciymiş. Geçen seneki Alumni Dinner da tekila shotları götürürken görüntülenmiş. Birlikte içtiğim kızlar inanılmaz derecede baseball hayranılar, ben bırak hiç izlememeyi, sporun kurallarını bile bilmediğimi söyleyince çok heyecanlandılar, ilk baseball maçına biz götürcez seni dediler, ama bakalım ne kadar tutacaklar sözlerini. Güzel olur hatırlarlarsa, merak ediyorum ben de o ortamı. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Neyse, günden çıkarılacak ders New York'luların Amerikalı'ların köylüleri arasına düştüğünde ne kadar iğrenç olabildikleri sanırım. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Bir de bu denim project dersi için video hazırlanıyor her sene bu yemekte gösterilmek için, o yüzden her derste her hareketimizi görüntüleyen kameralar bu gezide de vardı. Her anımızı görüntülediler, nereye gitsek peşimizden kameramanlar falan geliyor, kendimi bir bok sandım, bilmem söylememe gerek var mı. Geçen senekiler <a href="http://www.laiacabrera.com/FITdenim.html">burada</a>, merak eden falan olursa. Bizimkisi nasıl olcak, onu merak ediyorum.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Neyse, daha fazla ertelemeyemem, gidip bir business proposal yazmam gerekiyor, arivederçi y'all! </div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-23327312916187064692011-03-11T14:04:00.001-05:002011-03-11T14:06:12.951-05:00Somewhere Between Waking and Sleeping<div style="text-align: justify;">Gün itibariyle uyku düzenimi yoluna koydum, yurdun çeşitli yerlerindeki şenlikler artık başlayabilir. O kadar bok gibi yaşıyordum ki anlatamam. Sabaha kadar otur, 8 gibi sız, sabahki dersi kaçır, akşamki derse git, sabaha kadar otur. Ya da Sabaha kadar otur, giyinip derse git, dersin son 1 saati öleceğini san, o derece uykun gelsin, koşa koşa 'dur 3-4 saat uyuyayım, dinç bir şekilde akşamki derse gelirim' yalanıyla eve git, tabii ki 8-9'a kadar uyu, uyanıp 'eh, kimi kandırıyordun bebeyim' diye kendi kendine kız ve gene sabahla. Böyle saçma sapan bir rutindeydim. Ta ki çarşamba günü sabahki dersime bir daha gitmezsem kalacağımı, öğlenki dersimin mid-term'ü olduğunu ve akşamki derste term projectin anlatılacağını öğrenene kadar. Sanırım hayatımın en zorlu sınavını verdim o gün. Mid-term değil ayol, o bayağı kekti, 10 short answer, 50 de true-false, bala göte geçicem o dersi gibi duruyor. Ama bu şartlar altında uyanık kalmak... İşte asıl imtihan. Üstelik sabahtan akşama kadar olan dersler şu şekil: Renk Psikolojisi -- Tekstil Pazarlama -- Uluslararası Ekonomi. Sleep Fest resmen. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Renk psikolojisi eğlenceliydi gene. Ders konuları gerçekten de marketing, ekonomi, global sourcing gibi dersler almasaydım dünyanın en sıkıcı ders konuları olmaya aday olabilirdi ama daha kötüsünü de gördüğüm için ve profesörü çok komik bir adam olduğu için gözlerimi açık tutabiliyorum. Tek kötü yanı sabahın 8'inde olması. Öyle olduğu için de 7 kişi falan alıyoruz dersi, ilk gün 12 kişiydik ama acı bir şekilde her hafta doğal seleksiyonla gittikçe azaldık. Ama hoca çok komik, zaten italyan asıllı, Dominic Carbone diye bir herif (bunların hepsi aynı konuşuyor ama, o kadar çok hareketinde ve konuşmasında Tony Soprano'yu gördüm ki anlatamam. Onun biraz ibnemsi olanı. Ama değilmiş, karısının resmini gösterdi bir kere. Bir kere de köpeğinin resmini gösterdi. Adam sürekli bize fotoğraf gösteriyor. neyse), bazen böyle derste alabildiğine sıkıcı bir konuyu anlatırken ve hepimiz uyurken, anlattığı şeyin sonunu öyle bir şeye bağlıyor, öyle bir şey söylüyor ki önce jeton düşmüyor bizde 'did he just say that?' oluyoruz, sonra da sınıfça dağılıyoruz. Çok ciddi bir şekilde söylüyor çünkü, şaka yapar gibi değil, adam gerçekten komik. Mesela en son akromatik renk körlüğünü anlatıyordu, ben gene kopmuşum dersten, bambaşka diyarlardayım, konuya nerden geldi bilmiyorum ama anlattığı hikayeyi olağanca ciddiyetle 'so naturally I was convinced they were vampires' diyerek bitirdi. Bazen de uyumayalım diye slide'ları bize okutuyor, kendi yazmamış çoğunu, başka yerden almış, arada okurken 'fuck it, sweetheart, that's bullshit, let's drop this subject' diyip kapatıveriyor konuyu. Dönem projesi olarak da renk paleti oluşturmamız ve o renk paletiyle bir ürün, olay, mekan yaratmamız gerekiyor. Renk paleti ismini bize kendi verdi (O.P.I. ojelerinin isimlerinden çalmış), geçen dersi de o isminin bizde yarattığı çağrışımları tartışarak geçirdik. Benimki kolaydı, Barefoot in Barcelona idi (hayatımdan bir türlü çıkamıyor şu şehir, eninde sonunda yaşayacağım şehir mi olacak ne) ama bir arkadaşın renginin ismi 'you don't know Jacques'tı. Oradan konu 'frere jacques' isimli çocuk şarkısına ve nasıl her kültürde o şarkının oluşuna geldi. Sonra nasıl olduğunu anlamadan kendimi sınıfa 'başparmağım, başparmağım, nerdesin?' isimli parçayı seslendirirken buldum. Hoca istedi, bakmayın öyle :P Yaşadığım en ilginç deneyimdi ama akademik hayatımdaki sanırım. Geçen derste de kırmızıyı işliyorduk, hintlilerde kınayla ilgili bir sürü gelenek varmış, dedim hoca orada dur. Başladım kına gecelerii anlatmaya. :P </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Neyse bu ders bir şekilde geçiyor da o Textile Marketing dersi ölüyü bile bir kez daha öldürür, o derece. Yazmıştım buraya daha önce nasıl bir hocası olduğunu, bugün de sınavı var diye seviniyordum ders yapmaz diye. Ama herif sınavı son bir saat yaptı. İlk iki saat boyunca hayatımız boyunca asla ilgimizi çekmeyecek olan bir takım gazete küpürlerini okudu. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Ekonomide artık o kadar ölmüş bir vaziyetteydim ki cidden acı çektim göz kapaklarımı açık tutcam diye. 3 kere uyuyakaldım, ilk ikisinde usulca zıplayarak uyandım. Ama sonuncusu bayağı rezildi. Dirseğimi o sandalyelerin defter konan masamsı aparatlarına koyup başımı dayamak suretiyle uyuyakalmışım. Dirseğim de dosyamın üzerindeymiş, herhalde ondan kaymış, dirseğimin o masamsı aparattan düşmesiyle kafam da düştü, ardından dosyalar, kalemler, kağıtlar, telefonum hepsi yerde buldu kendilerini. O şaşkınlıkla etrafıma bakarken sınıfın tamamının bana baktığını ve hocanın da bana bakıp sırıtarak 'good morning, sorry to wake you up, I'll try to keep it down' dediğini fark ettim. i'm sorry, maym sorry diye mırıldanırken 'go wash your face, have a cup of coffee' falan dedi ama kızmadı pek. Delikanlı kadınmışsın hoca dedim, no i'm ok diyip oturmaya devam ettim. 5 dakika sonra gene uyumuşum ama bu sefer bir elimi alnıma koyup öbür elimle de kalem tutarak yazı yazmaya odaklanıyormuş gibi gözükmeye çalıştım. Başka vukuat olmadı allahtan, işe yaramasa bile ders sağ salim bitti. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Eve giderken de - allahın emri o artık - metroda tabii ki de uyumuşum. Tren son durağa gitmiş, ters istikamette yeniden yola çıkmış, ben bizim eve 1-2 durak kala uyandım. 'allah, durağı kaçırmışım!' diye ilk durakta indim ters istikametteki trene binip eve gidicem diye. Doğru istikamette olduğumu tren gidip istasyonda yalnız kalınca fark ettim. Böyle komedi filmlerindeki gibi bir sahne oldu, ortam sessiz kaldı, önümden yapraklar uçuştu falan. İşin komiği, 7 treninin son durağı olan Flushing'e hep gitmek istiyordum, bir türlü fırsat olmamıştı. Gitmişim ama haberim yok, şaka gibi.<br />
<br />
Her neyse, eve gittiğimde saat 10 olduğu için, biraz daha oturdum ve medeni bir saatte uyudum. Ertesi sabah yine erken kalktım, okula gittim, akşama kadar dersim vardı, eve gelince 11 gibi uyudum ve bu sabah dersim olmamasına rağmen 9 gibi uyandım! O kadar mutluyum ki! Sabahtan beri o kadar iş yaptım, saat daha 2! İnanılmaz bişey! Odamı bok götürüyordu, çamaşırlar o kadar birikti ki giyecek pantolon kalmadığından okula etek giyip duruyordum bu soğukta. Sabah güzel bir kahvaltı yaptım, odamı toparlayıp süpürdüm, şimdi de çamaşır yıkıycam. Dünyanın en işkence işi burada çamaşır. 3 blok ötede olması laundrymat'in en büyük etken bu procrastinationımda tabii. Git, çamaşırları at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, kurutucuya at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, çamaşırları al, eve gel. 3 blok elde kirli çamaşır dolu bir çuvalla yürümek de güzel bir katkı değil duruma. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Sonra da yemek yapmam lazım. Gerçek yemek. Ağzıma sebze grubundan herhangi bir besin maddesi en son ne zaman girdi, gerçekten hatırlamıyorum. Kabak mı yapsam yoksa karnıbahar mı yapsam bilemedim. Kabak yapayım lan, cidden en son anamın evinde yediydim. Ah anam, kadın anam. Bilemedim yemeklerinin değerini. Evde çamaşır makinası oluşunun değerini bilemedim. Ne güzel kirlenince bir şey atardım sepete, sonra o sihirli bir şekilde temiz ve ütülenmiş olarak dolabımda olurdu. Ah, the price we pay to be alone....</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-57798097795614584992011-02-28T16:23:00.004-05:002011-03-01T01:28:58.321-05:00Oh! You Pretty Things (Oscar Edition)<div style="text-align: justify;">Hayatımda ilk defa medeni saatte ve insanlar eşliğinde izlediğim Oscar'lar, tabii ki de tarihin en sıkıcı töreni olacaktı. Halbuki ne umutlarla izlemeye başlamıştım James Franco ve Anne Hathaway'in sunuculuğunu. Ama James Franco adeta baston yutmuşçasına dikildi, Anne Hathaway'in sevimli olma çabaları seyirciyi eğlendirmeye yetmedi. Anlam veremediğim bir şekilde teşekkür konuşmaları bile sıkıcıydı. Ona buna teşekkür edeceğinize, toplu teşekkür edip azıcık ilginç bir şey yapın da tarihe geçin allaaaseniz. Hiç kafanız çalışmıyor yemin ederim. Melissa Leo'nun 'fuck'ıysa ucuz bir girişimdi, bilerek yapmamış olabilir, günahını almayalım, ama ucuz bir insanmışsın Leo. Sunucuların dışında dekor ve programlar da kötüydü. Hatta yoktu bile neredeyse. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Gerçi, ödüller fena dağılmadı gene. The Social Network'ün en iyi filmi almamasını bütün kalbimle istiyordum, almadı güzel oldu.<br />
<br />
Ama Red Carpet bile sıkıcıydı, doğru düzgün bir ünlü yoktu, dedim şöyle iki güzel elbise görürüz, gözümüz gönlümüz açılır. Bir Angelina Jolie yoktu mesela. Gözlerimiz yollarda kaldı.<br />
<br />
Sıkıcı mıkıcı, ödüllerden sonra işin en eğlenceli kısmı kırmızı halı ve kim ne giymiş. Bu postumuzun da asıl amacı da budur leydizencentılmın. Şıklar ve Rüküşler için lütfen hatta kalınız ve sağlı sollu ilerleyiniz.<br />
<br />
<a name='more'></a><br />
<div style="text-align: center;"><b><span class="Apple-style-span" style="font-size: large;">Şıklar</span></b></div><b><br />
</b><br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh6.googleusercontent.com/-TexERh3kkvs/TWx7MNv9UCI/AAAAAAAAALE/y9bPig5Ry90/s1600/natalie.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh6.googleusercontent.com/-TexERh3kkvs/TWx7MNv9UCI/AAAAAAAAALE/y9bPig5Ry90/s320/natalie.jpg" width="225" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Natalie Portman</td></tr>
</tbody></table>Natalie, bebeğim, Golden Globe'lardaki korkunç güllüsünden sonra mükemmel bir seçim yapmış. Renk, kesim, model, döküm hepsi şahane olmuş, hamile göbeğine de şahane gitmiş. En Şık ödülüm kendisine gidiyor. Tasarımcı Rodarte.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh3.googleusercontent.com/-64ZJ-3vOoqM/TWx7pGiuy6I/AAAAAAAAALI/P-MW1BKZ8CM/s1600/83rd_annual_academy_awards___arrivals__amitbanerjee%2540ndtv.com_10.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh3.googleusercontent.com/-64ZJ-3vOoqM/TWx7pGiuy6I/AAAAAAAAALI/P-MW1BKZ8CM/s320/83rd_annual_academy_awards___arrivals__amitbanerjee%2540ndtv.com_10.jpg" width="214" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Mila Kunis</td></tr>
</tbody></table>Çok çok başarılı bulduğum diğer elbise de Mila Kunis'ten. Başkası giyse çok bayağı durabilecek bu elbiseyi hem çok güzel taşımış, hem de vücuduna güzel durmuş. Göğsündeki dantel detayı, renk, eteği falan çok güzel gerçekten. Romantik bir elbise; böyle 'oh my god, süper seksi, yalarım' gibi elbise değil de, bütün o transparanlığına rağmen biblo gibi bişey olmuş. Elie Saab'ın elbisesi, geçen seneki Oscar'larda favori elbisem Evan Rachel Wood'unkiydi ve o da Elie Saab'dandı.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh3.googleusercontent.com/--1gpjZUgZJY/TWyAbpq87OI/AAAAAAAAALM/zEYlwAyaWqg/s1600/sandra-bullock-oscars-04+VERA+WANG.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh3.googleusercontent.com/--1gpjZUgZJY/TWyAbpq87OI/AAAAAAAAALM/zEYlwAyaWqg/s320/sandra-bullock-oscars-04+VERA+WANG.jpg" width="214" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Sandra Bullock</td></tr>
</tbody></table>Bu kadından hiç haz etmem, ama elbiseyi başarılı buldum. Vera Wang'miş. Kırmızı halıda bir sürü kırmızı tuvaletli ünlü vardı, birini seçmem gerekirse Sanda'yı seçerim. Anne Hathaway'in götündeki o koca şeyi sevmedim, Jennifer Hudson'ın kırmızısı çok çiğ bir kırmızıydı, Jennifer Lawrence da basitti.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh4.googleusercontent.com/-V8VFJUTRmG4/TWyBuyJ4utI/AAAAAAAAALQ/QTr0Bsqbx7w/s1600/mandy-moore-oscars-2011.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh4.googleusercontent.com/-V8VFJUTRmG4/TWyBuyJ4utI/AAAAAAAAALQ/QTr0Bsqbx7w/s320/mandy-moore-oscars-2011.jpg" width="218" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Mandy Moore</td></tr>
</tbody></table>Kollu tuvaletlerden nefffret ederim ama belki görünmeyecek kadar transparan oluşundandır, sevdim bu Monique Lhuillier tasarımını. Resimde bir tuhaf durmuş, hareket halinde daha güzel görünüyor ama zarif olmuş, çok güzel göstermiş Mandy hanım kızımızı. Ya da güzel elbise açısından o kadar zayıf bir seneydi ki kötü elbiseler gözüme güzel gelmeye başladı, bilemiyorum.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh5.googleusercontent.com/-zFA5HCjwc3I/TWyCd59tK9I/AAAAAAAAALU/uD0hjh-OkDc/s1600/was3749831.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh5.googleusercontent.com/-zFA5HCjwc3I/TWyCd59tK9I/AAAAAAAAALU/uD0hjh-OkDc/s320/was3749831.jpg" width="185" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Hailee Steinfeld</td></tr>
</tbody></table>Çok tatlı olmuş lan. 14 taşında mini mini oscar adayı kızımız Marchesa'dan giyinmiş ve tasarımında yardımda bulunmuş. Afferin hanım kızıma, pek şık olmuş maşallah.<br />
<br />
<div style="text-align: center;"><b><span class="Apple-style-span" style="font-size: large;">Rüküşler</span></b></div><br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh3.googleusercontent.com/-yG6QrJZ15u0/TWyDCNxm_uI/AAAAAAAAALY/9ftTV9pX-fs/s1600/was3749689.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh3.googleusercontent.com/-yG6QrJZ15u0/TWyDCNxm_uI/AAAAAAAAALY/9ftTV9pX-fs/s320/was3749689.jpg" width="182" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Melissa Leo</td></tr>
</tbody></table>Matematik öğretmeni gibi olmuş. Saçları bile o şekilde, döndürmüş, kalem takmış gibi. Yakası bir tuhaf, kolları bir tuhaf. Kötü kötü kötü. Üstelik elbise onun için özel tasarlanmış Marc Bouwer tarafından, adamdan nefret ettirmiş herhalde kendini.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh3.googleusercontent.com/-_-9pUdDt-J8/TWyDkLc2XnI/AAAAAAAAALc/mntdb_sFoqk/s1600/83rd_annual_academy_awards___arrivals__amitbanerjee%2540ndtv.com_8.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh3.googleusercontent.com/-_-9pUdDt-J8/TWyDkLc2XnI/AAAAAAAAALc/mntdb_sFoqk/s320/83rd_annual_academy_awards___arrivals__amitbanerjee%2540ndtv.com_8.jpg" width="207" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Marisa Tomei</td></tr>
</tbody></table>Bir yerde yazmış birisi, 'dev patlıcan' diye, hakikaten öyle. 60 yıllık bir Vintage Charles James giyinmiş, hakikaten, bit pazarından falan almış herhalde. Vücudunu iğrenç göstermiş resmen. Hele göğüs kısmı... Hani annelerinin elbiselerini giyen göğüsleri henüz tomurculanmış kız çocukları olur ya, aynı öyle göstermiş. Saçları desen evde kendi yapmış çıkmış herhalde. Önce dalgalı yapmış, beğenmemiş üstünden fırçalamış falan. Kötü.<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><br />
</div><br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh5.googleusercontent.com/-HGYu6vUiD-c/TWyEtVLTwZI/AAAAAAAAALg/slXo2qZrUAE/s1600/109478591.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh5.googleusercontent.com/-HGYu6vUiD-c/TWyEtVLTwZI/AAAAAAAAALg/slXo2qZrUAE/s320/109478591.jpg" width="215" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Amy Adams</td></tr>
</tbody></table>Elbisenin rengi mükemmel, o kızıl saçlarıyla şahane giderdi. Eğer ki bu kumaş düzgün kullanılsaydı... L'Wren Scott tasarımı imiş, ama o kol kesimi o kadar kötü ki. Boğazı ve o kolları olmasaymış, adam gibi straplez falan olsaymış gecenin şıkı yapabilirdim, o kadar güzel bir renk ve kumaş çünkü. Ve allaaasen o kolye ne!!! Mavi üzerine zümrüt kolye mi takılır, kim verdi sana bu tavsiyeyi, aklın başında mı Amy! Malzeme güzel, sonuç başarısız...<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh5.googleusercontent.com/-sYruB07tcKk/TWyFiYBP54I/AAAAAAAAALk/jjH5TZSYv3Q/s1600/florence-welch-oscars-VALENTINO.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh5.googleusercontent.com/-sYruB07tcKk/TWyFiYBP54I/AAAAAAAAALk/jjH5TZSYv3Q/s320/florence-welch-oscars-VALENTINO.jpg" width="213" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Florence Welch</td></tr>
</tbody></table>Florence + the Machine'in hastasıyız, Florence sana ve saçlarına da bayılıyoruz ama şu giyim konusundaki zevsizliğin beni bitiriyor. Adeta 80 yaşında gibi giyinmekten ne zevk alıyorsun, aydınlat beni çok rica edicem. Helen Mirren'a bak, utan, 65 yaşında hatun, nasıl şık, nasıl güzel. Sense peeeh. Valentino bu rezaletin starı.<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh4.googleusercontent.com/-8AjoTUl314M/TWyGTwhMc6I/AAAAAAAAALs/eYo2wC6v5-A/s1600/jennifer-lawrence-2011-oscars-red-gown.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh4.googleusercontent.com/-8AjoTUl314M/TWyGTwhMc6I/AAAAAAAAALs/eYo2wC6v5-A/s320/jennifer-lawrence-2011-oscars-red-gown.jpeg" width="204" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Jennifer Lawrence</td></tr>
</tbody></table>Calvin Klein'a o kadar para vermesine gerek yokmuş, pazarda aynısından 10 liraya alırdım ben ona. Böyle bir plaj elbisem vardı hatta sanırım seneler önce. Tamam, vücudun mükemmel, haşa, ona lafımız yok, mübareğin vücudunda bir tane bile kusur yok, bunu gözler önüne sermişsin, şahane, ama Oscar'lar bu be gülüm. Biraz zarafet kat, ne bileyim bu ecnebilerin dediği 'wow factor'den kat. Olmamış, otur, sıfır!<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh6.googleusercontent.com/-szknyNoZRPE/TWyG90c6QVI/AAAAAAAAALw/VTczJtJ1hWg/s1600/penelope.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh6.googleusercontent.com/-szknyNoZRPE/TWyG90c6QVI/AAAAAAAAALw/VTczJtJ1hWg/s320/penelope.jpg" width="214" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Penelope Cruz</td></tr>
</tbody></table>Naptın be Penelope. Tamam, kocanı desteklemek dışında hiçbir rolün yoktu bu törende, ama biraz özen gösterseydin be, nerden buldun bunu. Çok kötü, desen, renk pöf... Tasarımcıya bakmadım bile.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh3.googleusercontent.com/-CN7x8a2cuMI/TWyHXVZNoaI/AAAAAAAAAL0/cODoL-bLzFA/s1600/cate-blanchett-givenchy-.png" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="278" src="https://lh3.googleusercontent.com/-CN7x8a2cuMI/TWyHXVZNoaI/AAAAAAAAAL0/cODoL-bLzFA/s320/cate-blanchett-givenchy-.png" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Cate Blancett</td></tr>
</tbody></table>Cate, tanrıçasın, mükemmelsin, sana laf söyleyeni allah çarpar, ama cidden nerden buldun bunu? Duruşuna laf yok, şu rezaleti bile mükemmel bir asaletle taşımış, ama üst kısım zarar ziyan resmen. Rokoko döneminden bir mobilyaya benziyor daha çok. Givenchy kataloğundan çıkma.<br />
<br />
<div style="text-align: center;"><b>Mansiyon</b></div><b><br />
</b><br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://lh4.googleusercontent.com/-DKC1IbSTifI/TWyIBd9KbYI/AAAAAAAAAL8/CshcH3a-5wc/s1600/tumblr_lhb1xp68Fm1qz9qooo1_r1_500.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://lh4.googleusercontent.com/-DKC1IbSTifI/TWyIBd9KbYI/AAAAAAAAAL8/CshcH3a-5wc/s320/tumblr_lhb1xp68Fm1qz9qooo1_r1_500.jpg" width="220" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Helena Bonham-Carter</td></tr>
</tbody></table>Bayılıyorum bu kadına, ötesi yok. İnanılmaz derecede komik ve eğlenceli bir insan. Kırmızı halıda sıkıcı olmayan tek şeydi. Şıkların arasına koyamıyorum ama rüküş diyenin de ağzına biber sürerim. Morticia Adams'ım benim. :P<br />
<b><br />
</b><br />
<br />
<br />
</div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-81065789772544163222011-02-26T22:04:00.000-05:002011-02-26T22:04:59.693-05:00You Have Wasted You Life, Now Please Stop Wasting Your Money<div style="text-align: justify;">Oscar'lardan bir gün önce belki bir tahminler listesi yapmam gerekirdi bu post yerine, ama canım istemiyor. (Öte yandan oyuncu ödülleri Natalie Portman ve Colin Firth'e gidecek, o kesin. Film de The King's Speech'e gitsin Social Network yerine, lütfen!)</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Neyse. Bu posta ilham kaynağı olan şey başlıkta yazmış olduğum şarkı ve parasızlığım. Hayatımın en parasız dönemindeyim sanırım. Babam okul parası ve ev kiram gibi giderlerle yeterince boğuştuğu için fazla para istemeye açıkçası utanıyorum. Babamın da New York'ta hiç sosyal hayatın olmasa, hiçbir şey yapmasan bile ne kadar paranın gidebileceği konusunda bir fikri yok. Nerden bilsin. Ama bir metroya binme ücretinin $2.25 olduğu bir yer neticede. Tamam, metro sistemi mükemmel, yüzbinlerce kez aktarma yapmıyorsun en azından İstanbul'da olduğu gibi falan ama bazen yakın yerlere giderken metrocardı geçirirken içim acımıyor değil. Keza karın doyurmak da öyle. Zaten evde yapıyorum yemek ama yemeklik almak bile pahalı ki. Bir de tek başımayım, bazı şeylere tek başına para vermek koyuyor resmen. Haliyle bok gibi besleniyorum. Sosyal hayat da okuldakiler ve arada sırada sevgili <a href="http://gundeliklakirdilar.blogspot.com/">ZSA</a>'yı saymazsak kalmadı denecek kadar az. Barlarda bir biraya 10 dolar verecek lüksüm yok çünkü. Ama evet, New York'tayım. :P Aman çok da ağladığımdan değil, bakmayın, zaten hiçbir zaman o bar senin bu bar benim insanı olmadım. Okul yeterince meşgul ediyor zaten. Evde oturup dizi/film izlemek, kitap okumak da yeterince tatmin edici. Ama ne yalan söyleyeyim, bazen arkadaşlar arayıp da hadi bu gece çıkalım dediklerinde artık bahane bulmak yoruyor. Yakın arkadaşlarım olsalar çulsuzum derim, arada çekerler beni de falan ama this is New York, baby. Ay başına kadar cebimde 3 dolarım var, o yeaah. :P Allahtan Metrocard'ım dolu.<br />
<br />
Çalışmak istiyorum para kazanmak için de napıcam bilmiyorum. Nakit para kazanabilmenin tek yolu garsonluk, ama bu işi yapan iki arkadaşım da çok gözümü korkuttular. Normal iş yapamıyorum F1 vizesi sınırlamaları gereğince. Umabileceğim tek şey bu dönemi bir şekilde atlatıp, önümüzdeki sene şöyle iyi bir iş bulmak. Zaten 3 ayım kaldı, aybaşında da biraz para gelicek elime (Epsilon sonunda ödeme yapmış nihayet). Ama gene böyle sefalet hayatı sürüp Spring Break'e biriktirmek istiyorum para. Spring Break'te olmasa bile mezun olduktan sonra falan bir şeyler yapmak için. Belki Dilda'nın yanına giderim Avrupa'ya. Ah, dreams. :P Neyse, şarkıyı da koyalım.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><br />
<object classid="clsid:D27CDB6E-AE6D-11cf-96B8-444553540000" data="http://bandcamp.com/EmbeddedPlayer/album=3978092835/size=venti/bgcol=FFFFFF/linkcol=4285BB//" height="100" type="text/html" width="400"><param name="movie" value="http://bandcamp.com/EmbeddedPlayer/album=3978092835/size=venti/bgcol=FFFFFF/linkcol=4285BB//"><param name="quality" value="high"><param name="allowNetworking" value="always"><param name="wmode" value="transparent"><param name="bgcolor" value="#FFFFFF"><param name="allowScriptAccess" value="never"><object data="http://bandcamp.com/EmbeddedPlayer/album=3978092835/size=venti/bgcol=FFFFFF/linkcol=4285BB//" type="text/html" width="400" height="100"></object></object>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-18203904889419741192011-02-24T18:43:00.003-05:002011-02-25T01:50:29.574-05:00Antichrist Television Blues (Part II)Gelelim gidişhatlara... Çok pis spoiler dağıtırım, riid et yor ovn risk.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/-fRJna9WLqTk/TVru_uvSuUI/AAAAAAAAAKo/rgeEDavAv-o/s1600/Screen+shot+2011-02-15+at+4.24.00+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="57" src="http://4.bp.blogspot.com/-fRJna9WLqTk/TVru_uvSuUI/AAAAAAAAAKo/rgeEDavAv-o/s320/Screen+shot+2011-02-15+at+4.24.00+PM.png" width="320" /></a></div><br />
<div style="text-align: justify;">Bu sezon gidişhatından en memnun olmadığım dizidir herhalde şu dizi. Sezon inanılmaz kötü başladı, kötü demeyeyim de... Supernatural'la alakası yoktu diyelim. Zira eğer 4. ve 5. sezon yaşanmasaydı güzel derdim belki, bilemiyorum. Ama öyle bir finalden sonra hakaret gibiydi resmen ilk bölümler. Hele o 3. ve 4. bölümlerde falan izlerken uyuyakaldığımı biliyorum. Ama gittikçe ya beklentilerimiz artık düşmeye başladı, ya da gerçekten düzelmeye başladı, bilemiyorum ama eskisi kadar kötülemiyorum artık. Ha, geçen sezon olduğu gibi inanılmaz bi heyecanla beklemiyorum, ara verdiğinde bir çok fan gibi yapımcılara sinirlenmedim, ama bölümler çıktığında eskisi gibi izlemek zor gelmiyor, hatta eğleniyorum. Son bölümlerde hatta beklediğimden iyi sahneler, bölümler oldu. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Neden sevmediğimin sebeğlerinden bir tanesi de ellerinde hazır konular, hala merak ettiğimiz olaylar varken yeni ve pek de ilgilenmediğimiz olayların gelişmesi. Gidip de dünyanın en itici karakteri olan ve kimsenin merak etmediği Samuel'ı çıkarmaları buna bir örnek. En gereksiz elemandı herhalde şu dizideki. Sonrasında Castiel'i eskisi kadar göstermemeleriyle gözümden daha da bir düştü, ne yalan söyleyeyim. Ayrıca Sam'in eski mıymıy haline itinayla uyuz olsam da iki kardeşin arasındaki o dinamiği seviyorduk biz Supernatural izleyicileri, ruhsuz halini hiç sevmemiştim. Şimdi geri geldi gerçi, hala sevmiyormuşum, ama iki kardeşin atışmalarını özlemişim, ne yalan söyleyeyim. Ve son olarak, komedi unsurları eskisi kadar başarılı değildi başlarda. Benim açıkçası Supe izleme sebeplerimden en büyüğü komedi unsurları. Heyecanlı bölümler de güzel, ama sadece ana hikayeyle alakalı olanları seviyorum ben. 'Haftanın Canavarı' temalı filler bölümlerde az komedi bol heyecan olunca fenalıklar basıyor bana.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Gerçi sanırım affedicem Supernatural'ın 6. sezonunu. Yarınki (6x15) bölümün fragmanı beni benden aldı zira, bu sezon en (hatta ileri gidip tek de diyebilirim) merakla beklediğim Supernatural bölümü oldu. Bakalım, izledikten sonra yaparım artık yorum ama fragmanına bile inanılmaz güldüm. Bakalım.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/-07fI3A-Qg1g/TWbodfgvQII/AAAAAAAAAKs/xpNT3masS2Q/s1600/Screen+shot+2011-02-24+at+6.22.44+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="74" src="http://4.bp.blogspot.com/-07fI3A-Qg1g/TWbodfgvQII/AAAAAAAAAKs/xpNT3masS2Q/s320/Screen+shot+2011-02-24+at+6.22.44+PM.png" width="320" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Lost bitti biteli (birinci sezonundan beri haftalık izlemiştim bunu da) hala izlemekte olduğum en eski dizi ünvanı Grey's Anatomy'ye geçmiş durumda. İkinci sezonundan beri haftalık izlediğim bir dizi kendisi ki şu an 7. sezonunda. Kendisiyle bir sevgi-nefret ilişkimiz var. Bir bölüm oluyor nefret ediyorum, diziyi bırakma kararı alıyorum, asla izlememeye yemin ediyorum, vaktimi boşa harcıyor diye suçluyorum. Sonra bir kaç hafta sonra dayanamayıp bölümleri indiriyor ve çok sevdiğime karar veriyorum. Haftalık terapim gibi bir şey. Çünkü her ne kadar vıcık vıcık romaktik, kimin eli kimin cebinde ilişkiler yumağı sevişken doktorlar dizisi gibi gözükse de aslında çok sağlam çıkarımlar oluyor dizide. Meredith'in bölüm sonu ve başı monologları bazen kulağa fazla sosyal mesaj içerikli gibi gelse de, çoğu zaman 'sen de haklısın Meredith, yürü be bacım' diye sesleniyorum ekrana babanneler misali. <a href="http://www.youtube.com/watch?v=O9Swo1anaCE">Şöyle</a> bir sahne çıkarmış bir dizi neticede, hangimiz düşmedik bu duruma a dostlar? Hala arada izler, Meredith'in cesaretine hayran kalırım, empati kurar, bir yandan da diziye küfrederim içimdeki romantik, ağlak, pembe pembe, hayata umutla bakan, 'ayyy bir araya gelsinler ama yaaa' diye tuhaf tuhaf sesler çıkaran dişiyi bir canavar misali ortaya çıkardığı için.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Bu sezona gelirsek... Sezonun başlarında Christina'nın cerrahlığı bırakması, yaşadığı dramalar baydı açıkçası. Biz onu hırslı, hasta çalan cerrah haliyle seviyoruz. Kaldı ki Meredith-Cristina dostluğu dizide en çok sevdiğim şeylerden biri olup genel olarak da dizi dünyasındaki en sevdiğim arkadaşlıktır. Bozulur gibi olması diziye yakışmadı. :P Allahtan toparladılar. She's her person, for crying out loud. Mark'la Lexie de tam bir araya geldi derken gene ayırdı Shonda ikisini ('bırakıyorum bu diziyi ya bu ne' anlarımdan biri hatta kendisi :P), o da yakışmadı. Ama duyduğuma göre en nihayetinde birlikte olacaklarmış, sabrediyorum. Artık 7 sezondan sonra daha fazla Mer-Der dramasına katlanamadığım için hikayeyi başkaları üzerine çekmeleri güzel bir hamle, ama üzgünüm, Callie ve Arizona dünyanın en sıkıcı çifti. Callie'nin hamileliği (Lexie'yle Mark'ı ayırması açısından üzse de) neyse ki biraz hareket katar gibi oldu ki Mark çok sevdiğim bir karakter olduğundan ve ilişkiye o da katıldığından (Mark/Callie dostluğu dizide sevdiğim ikinci şey) eğlenceli oldu gibi. Teddy'nin sigorta bahanesiyle evlendiği adamla da aralarında bir şey olacağı belli zaten, ama ellerini çabuk tutsunlar rica ediyorum. Shipperları oldum bile ama. <a href="http://3.bp.blogspot.com/_q1kn8KlOQTk/TQn-lyhTciI/AAAAAAAAAMs/kLBi6ctrlXs/s1600/Jackson_Biology_Episode.jpg">Avery</a> de çok taş bir abimizmiş, her bölümde takdir ediyorum kendisini, gözlerini ve karın kaslarını. </div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-FjG-s0K_T0E/TWbs_6cu1eI/AAAAAAAAAKw/V9ADLZMGIMg/s1600/glee-thriller2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="186" src="http://2.bp.blogspot.com/-FjG-s0K_T0E/TWbs_6cu1eI/AAAAAAAAAKw/V9ADLZMGIMg/s320/glee-thriller2.jpg" width="320" /></a></div><br />
<div style="text-align: justify;">Bu sezona karşı karışık hisler besliyorum. İlk başlarda pek seviyordum, özellikle çoğu insanın anlayamadığım bir şekilde nefret ettiği Rocky Horror Glee Show benim favori bölümümdü. Ama son zamanlarda nedense bir eksik var gibi. Eskisi gibi şarkıları indirip dinleme isteğimin olmayışından, sahneleri tekrar izleme konusundaki isteksizliğime kadar. Hakkını vermek lazım, eğlendiriyor gene - ki bu da Glee'den beklediğim tam olarak tek şey. Ama ne bileyim... Kurt'ü gereksiz yere başka okula yollamaları öncelikle düşünebildiğim sebeplerden. Az gördüğümüz yetmiyormuş gibi ben onu New Directions haliyle sevdim. Blaine'le de aralarında bir şey olmadığına göre çok gereksiz şu andaki hali. Bu arada, kızların Cheerios'dan atılamalarından çok memnunum, cheerleading üniformalarındansa Brittanny'nin gerçekten sağlam gardolabına tanık oluyoruz, hem onun hem Santana'nın tarzlarını sevdim.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Edit: Az önce son bölümü (Blame It on the Alchohol) izledim, sanırım uzun zamandır ilk defa eğlendim bu kadar. Sarhoş halleri pek komikti, hatta şu aralar okul projesiydi, oydu buydu o kadar uğraşıyorum ki benim de bir kafa dağıtmaya ihtiyacım var, özendim kendilerine. Gri kusmuk dışında. Ne kötü bir kusmuktu o. Tek bir maruzatım var, Rachel/Kurt/Blaine üçgeni kötü bir girişim, ucuz bir hamleydi. Rachel kaltaklığın da ötesine geçti sanırım 'Who cares about you, buddy, I might have a boyfriend out of this...' lafıyla ki orada iki tokat aşk etmediği için Kurt'e de kızgınım. Ama eğlendim mi, eğlendim. :P</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-znI_VHw01Sc/TWbv_iXHLpI/AAAAAAAAAK0/j9XMfSTzaSs/s1600/Screen+shot+2011-02-24+at+6.55.24+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://1.bp.blogspot.com/-znI_VHw01Sc/TWbv_iXHLpI/AAAAAAAAAK0/j9XMfSTzaSs/s1600/Screen+shot+2011-02-24+at+6.55.24+PM.png" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Yaa of, bu dizi benim için bitmiştir arkadaş! Anne gene yok, gene yok! Tam geçen haftaki bölümü pek sevmişken (Oh Honey) bu bölüm Zooey'nin anne olmadığını öğrendik ve gene sinirlendim. Şimdi 'bırak anneyi yahu, diziden keyif al' diyenler çıkacaktır, ama beni ilgilendirmez, verilmiş bir vaat var ortada, bokunu çıkardılar iyice. İsmini farklı koysaydınız, How My Youth Days Were hatta The Way We Were falan olsaymış adı o zaman, bana ne. Jennifer Morrison'ı da House'taki Cameron haliyle hiç sevmemişken Zooey halini pek sevmiştim, sırf o yüzden anne olsun diyordum. En son geçen bölümde biraz ipucu verdiler gerçi (Honey'nin ismini hatırlamamaları mesela. Kuzeni neticede), ama inanmak istememiştim 'ölmüştür kuzen belki' 'kuzenlikten reddetmiştir belki' falan demiştim. Bu bölümde ayen beyan söyledi, sinirlendim. Bölüm güzel de bir bölümdü de halbuse. Nora muhabbeti de çok yapay geldi bana, her ne kadar (bu cümlemden sonra bir çok HIMYM fanından dayak yiycem herhalde ama) onun salak aşık, romantik hallerini (a.k.a. Robin'e aşık zamanları) sevsem de bunu sevmedim. Shipper olduğum için falan değil, daha tanımıyoruz bile hatunu, aşık olacak zaman ne zaman buldu? Barney'e laf sokan ilk hatun mu sanki. Neyse, bakalım, önümüzdeki bölümlere bakıcaz.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-yhxH_S0i8k8/TWbxkEKhmTI/AAAAAAAAAK4/xpJ1iXC_fPs/s1600/Screen+shot+2011-02-24+at+7.02.09+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-yhxH_S0i8k8/TWbxkEKhmTI/AAAAAAAAAK4/xpJ1iXC_fPs/s1600/Screen+shot+2011-02-24+at+7.02.09+PM.png" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Şu sezonda yüksek sesli güldürmekten asla vazgeçmeyen biricik dizimiz the Office. Zaten gelmiş geçmiş en komik dizilerden biri olduğunu iddia ediyorum hiç çekinmeden. Saf komedi çünkü, ne duygusal olmaya çalışıyor, ne de romantik. Sadece komik. Ofis hayatını da kimi karakterler karikatürize olmuş olsa da neredeyse birebir yansıttığı için de bu kadar başarılı. Micheal gibi patronlar yok mu sanki? Senden daha çok para aldığına, üstün olduğuna inanamayacağın kadar salak insanlar için çalışan milyonlarca insan yok mu? Neyse, kaç sezon oldu çıtası hiç düşmedi. Steve Carell'in gidecek olması içimizi yakıyor elbette, onsuz the Office nasıl olacak düşünemiyorum, ama bakıcaz. En son Micheal'ın çektiği film 'Threat Level Midnight' yerlere yatırdı gülmekten. Golden Face Jim beni benden aldı özellikle. Jim demişken, Pam'le olan ilişkileri fazlasıyla sıkıcı hale geldi dizi söz konusu olduğunda, ama yine de hala dünyanın en sevimli çiftlerinden biriler nazarımda. Jim zaten ideal koca. Favorimse Creed. Az ama öz rolü var. :P Bu sezona dair aklımda kalan bir şey de Halloween'li bölümdeki kostümler. Özellikle Andy'nin Bill kostümü ve 'soookeeh' diyişi, ve Meredith'in Sookie kostümü. Bu akşamki bölümü ders yüzünden kaçırdım, yarın bakıcaz artık. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-pxx9uXADHmw/TWcmM_Qh4YI/AAAAAAAAAK8/ZquJ_roq4Ak/s1600/Screen+shot+2011-02-24+at+10.46.40+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="54" src="http://2.bp.blogspot.com/-pxx9uXADHmw/TWcmM_Qh4YI/AAAAAAAAAK8/ZquJ_roq4Ak/s320/Screen+shot+2011-02-24+at+10.46.40+PM.png" width="320" /></a></div><br />
<div style="text-align: justify;">Televizyon ve sinema dünyasından herhangi birini idol olarak seçmem gerekirse bu kişi kesinlikle Tina Fey olurdu. Paralel bir evrende çok iyi anlaşır, BFF olurduk kendisiyle, çok eminim bundan. 30 Rock'la da tuhaf bir ilişkimiz var. Bazen 'baydı bu da, abarttılar iyice' derken birkaç sahne sonra öyle bir gönderme oluyor ki durdurup kahkaha molası vermem gerekiyor. Göndermelerinin gizli oluşlarını, popüler kültüre laf sokmalarını, dikkatli izleyicilere göre olmalarını seviyorum. Absürdlükleri bazen yüzümü ekşitse de çoğu zaman yarıyor, itiraf etmeliyim. 5. sezon da gayet güzel gidiyor kanımca, hatta bir bölümü canlı yayınlamışlardı, Liz'in flashbackler'ini Seinfeld'in Elaine'i Julia Louis-Dreyfus canlandırmıştı. İyi para kazandıkları için yer verdikleri konuk oyuncular da güzel bir artı. Sadece bu sezon gelenler arasında mesela Matt Damon, Robert De Niro, Paul Giamatti, Queen Latifah, Elizabeth Banks ve en son bu akşamki bölümdeki Chloe Moretz var. Ama bu diziden vazgeçemiyor olmamın en büyük sebebi: içimde bir Liz Lemon yaşatıyor olmam. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-XiT56hEoG6g/TWc7vyobdzI/AAAAAAAAALA/ocvj7eLBFKE/s1600/Screen+shot+2011-02-25+at+12.18.31+AM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://1.bp.blogspot.com/-XiT56hEoG6g/TWc7vyobdzI/AAAAAAAAALA/ocvj7eLBFKE/s320/Screen+shot+2011-02-25+at+12.18.31+AM.png" width="230" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Geçen dönem Perşembe günlerimi güzel yapan iki şeyden biriydi (the Office ve 30 Rock da perşembe günü de Grey's'le çakışıyorlar, iki diziyi sonra izlemeyi yeğliyor idim), bu dönemse Perşembe akşamları dersim olduğu ve televizyonda kaçırdığım için artık Cuma sabah kahvaltılarımı güzel yapan şeylerden biri. Ama yanlış bir isim bence 'the Big Bang Theory', the Sheldon Cooper Show olması gerekiyor bu dizinin adının. Zira bu diziyi izlememin en büyük iki nedeninden biri 'bazinga'larına kurban Sheldon, her ne kadar diğer karakterler de eğlenceli ve kimi zaman yarıcı olsalar da. İkinci sebepse kuşkusuz içimde Liz Lemon'dan arta kalan yerlerde yaşattığım geek'e hitap ediyor olması. Bir bu bir de IT Crowd. Bu sezon da her zamankinden eğlenceli bir sezon. Amy Farah-Fowler da eğlenceli bir eklenti olmuş diziye. Sheldon'la geyikleri ayrı 'bestie'si Penny'yle olan muhabbetleri ayrı yarıyor. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Başka yok galiba... Bu sezon izlediğim dizilerde ne kadar azalma olmuş, şimdi fark ediyorum. Büyük bir oranının sit-com olması endişe verici bir durum mu bilemiyorum tabii. Sanırım çok çok çok merak etmedikçe haftalık izlemeye katlanabildiğim tek dizi türü. House mesela. 2. bölümde kaldım. Sezon mu kötü, yoksa bende mi sorun var bilmiyorum ama elim gitmedi bir türlü izlemeye. Bu sezon yeni başladığım bir de Shameless var. Sevdim onu da, ama yorum yapacak kadar ilerlemedi henüz. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Amanın, 15 Şubat'ta başlamışım yazmaya, ayın 25'i olmuş, özür diliyor, artık kaydı yayınlıyorum. </div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-11035602508523322812011-02-15T14:37:00.002-05:002011-02-15T15:02:12.202-05:00Antichrist Television Blues (Part I)<div style="text-align: justify;">Başlık adımız Grammy ödülünü alan the Arcade Fire'ı kutlamak amaçlı olsa yazımızın teması televizyon dizileri efenim. Öncelikle ilk sezonundan başlayıp izlediğim, sonra da senelerdir takip ettiğim dizilerin son sezonlardaki gidişhatları hakkında iki çift kelam edeceğim. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-3O9wEljbjTY/TVqyDrL4_XI/AAAAAAAAAKQ/Rly0D53ifW4/s1600/Screen+shot+2011-02-15+at+12.03.45+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="68" src="http://1.bp.blogspot.com/-3O9wEljbjTY/TVqyDrL4_XI/AAAAAAAAAKQ/Rly0D53ifW4/s320/Screen+shot+2011-02-15+at+12.03.45+PM.png" width="320" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Six Feet Under aslında aylar önce bitti de, uzun zamandır bloga bişey yazmadığım düşünülürse bir paragrafı hakediyor bence. Çay gibi bir diziymiş çünkü Six Feet Under aslında. Sezonları çatır çatır bitirdim, son sezonun son bölümlerinde hüngür hüngür ağladım, tamam, ama üzerinden zaman, haftalar, aylar geçtikçe bu dizinin mükemmel bir dizi, hatta abartıp hayatımın dizilerinden biri olduğunu fark etmeye başladım. Demlendikçe güzelleşti. Karakterlerinin gerçekliği, diyalogların derinliği, bölüm başlarındaki ölümlerin ne kadar saçma olursa aslında o kadar da depresif oluşu, müziklerin mükemmelliği ve sahnelere uyumu, senaryonun güzelliği ve tabii ki o muhteşem finali. Gelmiş geçmiş en iyi dizi finali desem kimse benimle burada tartışmaz herhalde? Özellikle o son 10 dakikalık bölümden bahsediyorum. Hala aklıma geldikçe bana bişeyler oluyor, bir de ilk izlerkenki halimi düşünün. Hıçkıra hıçkıra ağladım resmen. Sia'nın şarkısının da etkisi büyük, daha doğru bir şarkı seçemezlerdi herhalde o sahne için. Yapılacak şey değil ama, bu kadar da ağlatmasalardı vicdansızlar keşke. Neyse, ufak bir spoiler girip Nate'ten nefret ettiğimi söyleyebilir miyim? Tamam, karakter olarak çok iyiydi belki ama Brenda'ya yaptıkları affedilir gibi değil. Brenda'yı pek severdim, evet. Claire'i de bütün anlamsız aşk ilişkilerine ve bitmek bilmeyen ergenlik sorunlarına rağmen çok seviyordum. David'i de öyle. Gerçi Ruth varken, Nate'i bağrıma basabilirim, Ruth'a olan nefretim öyle büyük. Azgın ergen gibi dolanması yetmiyormuş gibi (Dwight'a yazıyordu bir ara lan!), bir de kendi çok bir şeymiş gibi sürekli çocuklarına ikiyüzlü ahkamlar kesmesine katlanamıyordum. Neyse, kısa paragraflar olacak dediydim, burada bitiriyorum.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-8HANlaT7JWA/TVrF7eqIWoI/AAAAAAAAAKU/EzALYkEae3w/s1600/Screen+shot+2011-02-15+at+1.28.18+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="93" src="http://3.bp.blogspot.com/-8HANlaT7JWA/TVrF7eqIWoI/AAAAAAAAAKU/EzALYkEae3w/s320/Screen+shot+2011-02-15+at+1.28.18+PM.png" width="320" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İngiliz televizyonunun güzelliklerinden sadece bir tanesi. Bir grup genç suçlu, toplum hizmeti sırasında bir fırtınaya yakalanır ve üzerlerine düşen yıldırımın etkisiyle süper güç edinirler. Ama bu gençlerimiz gidip de dünyayı falan kurtarmaya çalışmayıp, kendi kıçlarını kurtarmaya bakarlar ve gayet de eğlenceli bir şekilde yaparlar bunu. <i>Skins</i> meets <i>Heroes</i> diyorlar ama <i>Heroes</i> gibi dandik olmaktan çok uzak, tek ortak yanı kahramanların süper güçlerinin olması. 2 sezon, ve her İngiliz dizisi gibi her sezonu 6şar bölümcük olması tadı damağımızda bırakıyor, ama devamının geleceğini bilmek güzel yine de. Diğer güzel yanlarından biri de, kahramanlarımız liseli ergenler falan değil, gayet 20lerinde tipler. Ve tabii hepsi hüküm yemiş suçlular olduklarından öyle pek ahlak duyguları olduğu da söylenemez. Gerçi Skins sağolsun İngiliz gençlerine dair imajım bayağı bir değişmişti, o ayrı... Ama yine de Amerikan dizilerinde fenalıklar geçirten tipik ergen dramaları yok, en sevdiğim kısmı da o. Süpergüçler ayrı, başlarına açılan belalar ayrı geyik. Başroldeki hatunlarımızdan birinin süper gücü dokunduğu kişileri cinsel olarak azdırmak mesela. Sonra kendini GTA'da zanneden ve ona göre yaşayan, dövme yaparak insanları kontrol eden (ki Nathan'a o bölümde inanılmaz gülmüştüm) insanlar vardı 'düşman' klasmanında. Ki favorim de sütü kontrol eden adam kesinlikle. Bu kadar dandik bir gücü böylesine ölümcül kullanmak çok zekice valla. :P İngiliz dizilerinin müzik seçme konusundaki başarısından bu dizi de payını gani gani almış, her bölüm sonunda internete koştum sanırım şarkıyı bulup indirmek için. Favori şarkı/sahnem ise Massive Attack'in Paradise Circus'ının çaldığı sahne. Hem sözleriyle hem melodisiyle bu kadar cuk oturan başka bir şarkı/sahne görmedim hayatımda. Hatta kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyenler için geliyor: <a href="http://www.youtube.com/watch?v=9M6U859eHlA">tık</a>. Simon/Alisha hikayesinden bir Time Traveller's Wife tadı aldım mı? Aldım. Ama daha çok sevdim. :P </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İngiliz dizilerinin genelinde de olan bir başka çok sevdiğim özelliği ise karakterlerinin göz için de inandırıcı olması. Hepsinde demeyelim de Amerikan dizilerinin çoğunda olan şey, karakter tamam, çok derinlikli, çok gerçek, ama tipine bakıyorsun ve bunun bir dizi olduğunu anlıyorsun. Çünkü karakterinin yarattığı gerçekliğe göre fazla güzel/yakışıklı oluyor genelde. Ama Atlantik'in öte tarafında işlerin öyle yürümemesi bu dizileri daha çok sevdiriyor bana. Çünkü oyunculara bakıyorsun, gerçekten çirkin, çirkin olmasa bile itici tipler. Zamanla karakterleriyle sevmeye başlıyorsun o insanları. O yüzden fazla gerçekler. Çok güzel olanlar dizide de zaten güzel olduğunun farkında olan karakterler. Daha inandırıcılar.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-fDzyiSLELQ8/TVrK1zrxF9I/AAAAAAAAAKY/TLuvNenvpVE/s1600/Screen+shot+2011-02-15+at+1.49.42+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-fDzyiSLELQ8/TVrK1zrxF9I/AAAAAAAAAKY/TLuvNenvpVE/s1600/Screen+shot+2011-02-15+at+1.49.42+PM.png" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Yaz sezonunda başlayıp ilk sezonununu yaz bitince bitiren tipik bir Showtime yaz dizisi the Big C. Tipik bir Showtime yaz dizisi nasıl oluyor? Şöyle oluyor, genelde banliyö taraflarında yaşayan, başına boyundan büyük bir iş gelen bir kadının bazen sıradan bazen de sıradışı yaşadıkları (bkz: Weeds). Burada da öyle, normal bir hayatı varken birden the big C'yi, yani kanseri kaptığını ve çok fazla ömrünün kalmadığını öğrenen ve geri kalan hayatını doyasıya yaşamaya karar veren Laura Linney'nin şahane bir şekilde hayat verdiği bir karakterimiz var. Cable dizisi olduğu için daha rahatlar tabii. İşin içinde kanser olmasından kaynaklanan doğal bir duygu seli, gözyaşları falan mevcut; ama genel olarak eğlenceli bir dizi. Bir ara konuk oyuncu olarak the Wire'dan bayıldığımız Idris Elba (Stringer Bell, hastasıyız :P Bir de burada ingiliz aksanıyla konuşuyor, yeme de yanında yat :P) da gelmişti. Her neyse, çok hayatıma damgasını vuran bir dizi değil, zaten kısa bir şey, çok zamanımı almadan bitti. Sırf son bölümü için bile izlenir ama. Tek bir maruzatım olacak; o da keşke tek bir sezondan oluşsaydı. Spoiler verecem biraz izlemeyenlere ama keşke orada ölseydi. O zaman efsane olurdu da ikinci sezon olacağına göre ölmeyecek. Ama mucizevi bişey olmasın, ölsün, son sezonunda. Çok kötüyüm, biliyorum, ama o zaman hiçbir etkisi olmaz bütün bu yaşananların, valla. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-Onus4qaXu3w/TVrN79EFp6I/AAAAAAAAAKc/rumFfft-AlU/s1600/Screen+shot+2011-02-15+at+2.02.44+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="99" src="http://2.bp.blogspot.com/-Onus4qaXu3w/TVrN79EFp6I/AAAAAAAAAKc/rumFfft-AlU/s320/Screen+shot+2011-02-15+at+2.02.44+PM.png" width="320" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Bu da sırf psikolojide Çoklu Kişilik Bozukluğu konusunda ödev yapmam gerekirken, 'ödev yapmamak için yapılan anlamsız hareketler' isimli etkinlikler kapsamında başladığım ve bitirdiğim bir dizi. İzlememin pratikteki sebebi bu tabii de, teorideki, kendimi inandırdığım sebebiyse başrolünde çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip bir anneyi bulundurması. Ve tahmin edin ne dizisi? Evet, öğrenmişsiniz, Showtime! :P Bu da aynı, izle, eğlen, unut dizisi. Ama sevdim yine de. Toni Collette harika bir oyuncu zaten, her 'alter'ını mükemmel canlandırmış. Bayağı oldu bunu bitireli, o yüzden çok net hatırlamıyorum da bununla ilgili tek şikayetim de kocası. Adam aziz resmen, hiçbir dizide karısından bunca çekip de (karısının elinde olmasa bile) hala sadakatle yanında kalan başka bir koca bilmiyorum. Hangi dizi olsa hemen bir neredeyse-boşanma hikayesi çıkarmıştı bundan. Gerçek hayatta varsa böyle bir koca, adresimi vereyim, eve paket yapıp göndersinler lütfen. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-GzrBze3p0c4/TVrSFrXfuiI/AAAAAAAAAKk/9NN03yqYyR8/s1600/Screen+shot+2011-02-15+at+2.20.37+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="131" src="http://2.bp.blogspot.com/-GzrBze3p0c4/TVrSFrXfuiI/AAAAAAAAAKk/9NN03yqYyR8/s320/Screen+shot+2011-02-15+at+2.20.37+PM.png" width="320" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Bir HBO güzelliği elbette. Efsane yapımcılar (the Sopranos'un yaratıcıları ve Martin Scorsese), efsane kadro (Steve Buscemi tek başına iktidar, Micheal Pitt şahane) ile zaten basit bir şey beklemiyordu kimse sanırım izlemeye başlarken. 1920'lerin Atlantic City'si, alkol yasağı, yozlaşmış yönetim, mafya vs vs. Malzeme de süper yani. Prodüksiyon zaten beklendiği gibi mükemmel. Yönetmenlik, oyunculuk, diyaloglar şahane. Genel olarak, sevdim, devamını bekliyorum yani. Ama... Ama ne bileyim bir eksik var sanki. Bir the Sopranos bölümü seyrettikten sonra hissettiğim doygunluğu yaşamadım sanki bunda. Belki yeni sezonlarda daha da coşacak, bilemiyorum, ama açıkçası bütün bölümleri bana hızlı hızlı izlettiren şey - itiraf ederek burada utandırıcam kendimi - ama bir ergenin izleme sebebiydi :P 'Nucky Thompson ile Margaret arasında bir şey olacak mı' ile başladım, 'allah bozmasın tütütü' ile devam ettim, 'bir araya getirin şunları allahsız senaristler' ile sezonu kapattım. :P Bende mi sorun var, bilmiyorum ama öyle yani :P</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-s_NN1nd3fqk/TVrRU5xz82I/AAAAAAAAAKg/tSyDtKkkAWc/s1600/Screen+shot+2011-02-15+at+2.17.25+PM.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="128" src="http://1.bp.blogspot.com/-s_NN1nd3fqk/TVrRU5xz82I/AAAAAAAAAKg/tSyDtKkkAWc/s320/Screen+shot+2011-02-15+at+2.17.25+PM.png" width="320" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Farkındayım, izlemek için çok çok geç kalınmış bir dizi. Ama geç olsun güç olmasın di mi? :P Henüz bitirmedim, yeni başladım sayılır, 3. sezonu daha yeni bitirdim. Bitince tamamen daha detaylı yazarım, ama şu üç sezonda bile bu dizinin bu kadar abartılmış olmasının haklı bir abartılmış olduğunu onayladım. Neyse, Tony Soprano'nun hastasıyız, mafyaların ustasıyız, şimdilik daha bişey yazamicam. :P Müzik seçimleri bu dizinin de çok başarılı bu arada, sevdik. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Part II, devam eden dizilerin bu sezondaki gidişhatları üzerine olucek. Hattan ayrılmayın. </div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-42078713882139679752011-02-14T10:58:00.000-05:002011-02-14T17:59:26.661-05:00For What It's Worth<div style="text-align: justify;">Artık bu gidişe bir dur diyip bir blog yazısı patlatmamın zamanı gelmişti bence. İkinci dönem başladı, mezuniyet yaklaştı, ben de paniklerden paniklere koşuyorum. İş aramaya mı odaklansam, yüksek lisansa mı, iş aramaya odaklansam nerden başlicam, yüksek lisansa odaklansam elimdeki alternatifler ne olabilir, bunları düşünmekten delireceğim. Alternatif bulmak kolay diyorsunuzdur, internete ve google'a bakar iş diyeceksiniz, ama öyle değil gerçekten. Okulların sitelerinin içinden çıkılmıyor, adeta bir kara delik, bir websitesinde de açık açık yazsa valla yarın application'ımı teslim edicem. Ama burs lazım, öyle keyfe keder başvuramam. Öte yandan bölümümle alakalı olmalı ki bana burs verebilecekleri kadar iyi bir statement of purpose'ım olsun. Ve bunca alternatif, düşünecek, karar verilecek bunca şeyin olduğu her zaman yaptığım gibi şimdilik günlerimi hiçbir şey yapmayarak değerlendiriyorum. Neyse, buraya depresyona girmeye gelmedim, kapatıyorum konuyu derhal. Verdiğim arada neler izledim/okudum/dinledim temalı bir yazı da yazıcam bundan sonra. Neden bundan sonra, çünkü buna başlarsam çok uzayacak, sonra sıkılıp bırakıcam. En iyisi o amaçla başına oturmak.<br />
<br />
Ama neler yaptığımı anlatabilirim. Aman tanrım, çok önemli şeyler yapıyorum, paylaşmalıyım bunu biricik okurlarımla manasında değil tabii de... Of aman, size ne, şu zamana kadar niye yazdıysam ondan yazıyorum işte :P<br />
<br />
Bahar döneminin üçüncü haftası başladı bugün. Çok iğrenç ama bir o kadar da güzel bir ders programım var. Şöyle ki her gün okula gitmek hem yorucu hem de zaman kaybı oluyor diye canla başla günlerimi boş bırakmaya çalıştım bu dönem. Başardım da, Salı ve Cuma günlerim boş neyse ki. Ancak o dolu olan günlerde ders saatlerim o kadar saçma ki... Hem sabahçı hem de ikinci öğretim gibiyim. 3 gün hem sabah 9-12 dersim var, hem de akşam 6.30-9 dersim var. Hele Çarşamba günleri sabah 8'de başlıyor, öğlen de dersim var, akşam 9'a kadar. Hem de yalan dersler de değil; sabah renk psikolojisi (hadi onu salla diyelim), öğlen Tekstil Pazarlama, akşam da Uluslararası Ekonomi. Hele Marketing dersi dünyanın en sıkıcı dersi sanırım. Cidden ömrümden ömür aldı sadece 2 derste. Yaşladım. Yaşama sevincimi yitirdim. Zaten adam öldü ölecek, dünyanın en yaşlı adamı falan. bir de ciddi ciddi aynı buldoga benziyor, hele bir de konuşurken sürekli kafası sallanıyor, hani var ya arabalara konan kafası oynayan buldog bubble head'ler... adam onun dile gelmiş, büyük versiyonu resmen. Hiçbir şekilde odaklanamıyorum, her an havlayacakmış gibi hissediyorum. Kabaca biraz bu tanım da, emekli ol be adam, artık öğretmenlik yapma lütfen, bir ayağın çukurda. Fabrikadaki işinden emekli olunca başlamış zaten profesörlüğe, bence bu bir işaret. Neyse...<br />
<br />
Çarşamba günlerini bir kenara bırakırsak, ne yapacağımı bilemediğim Pazartesi'leri ve Perşembe'leri var. 11 gibi sabah dersim bitiyor, diğer derslerim 6.30'a kadar başlamıyor. Hava soğuk olmasa, ya da unlimited metrocard'lara zam gelmemiş ve ben almış olsam eve giderim de şimdi hem üşeniyorum hem de gidiş-dönüş 4.50 dolar vermeyi yemiyor bir tarafım. Yaza doğru havalar ısınınca gezmek için bahane olacak bu aralar da şöyle de bir şey var, yaza doğru ödevler artacak. Hele bir de mezuniyet projemiz var, şimdiden başladık deli gibi. Neyse işte, ben de bu boş vakitlerimi okulde geçiriyorum. Kantinde takılmıyorum artık çok, çünkü anlamsız bir şekilde bu buz gibi havalarda klima açıyorlar. Cidden anlamadım mantığını okulun, sınıflarda olsun, başka yerlerde olsun basıyorlar sıcağı, kantinde donuyoruz. Ki zaten bu dönem hem maddi açıdan hem de sağlıklı beslenmek açısından (kantinde salatalar da var tabii de aç aç girince her ne kadar 'ben salata yiycem' diye şartlasam da kendimi, ne olduğunu anlamadan kendimi kızartmalar kuyruğunda buluyorum. Çok güzel Philly Cheesesteak yapıyorlar allahsızlar. Hele bir de waffle fries diye bir şey var ki hayatımda yediğim en güzel patates kızartması sanırım. canım çekti gene öf!) girmiyorum bile kafeteryaya artık. Okulu keşfetmeye başladım, kütüphane olsun, binaları birbirine bağlayan hallwayler olsun, millet hep oralarda. Favori yerim ise 7. kattaki koridor. Kat zaten Student Life'a ait, bilardo odaları, xbox odaları, televizyon odaları falan da var. Benim mekanım ise Hall of Art isimli koridor. Bir sürü rahat koltuklar ve masalar atılmış, duvarlar öğrencilerin yaptığı eserlerle dolu, bir de televizyon var kocaman. Millet geliyor, yayılıyor, uyuyor, kitap okuyor. Ben de bilgisayarımı getiriyorum, ödev varsa onu yapıyorum, yoksa uzanıp Netflix'in bana sunduğu güzelliklerden faydalanıyorum. Ya da televizyonda kaçırdıysam haftalık dizilerimi izliyorum kanalların sitelerinden. Şu anda da oradayım zaten.<br />
<br />
Hatta demin geçen dönemki Public Speaking hocam geçti, selam verdim, muhabbet ettik de ben film izlerken gene daha önce, hi demiş, ama duymamışım bile. Hakikaten, farkında bile değildim. Çok iyi adammış lan, dönem bitince son derste 'bir şeye ihtiyacınız olursa, çekinmeyin gelin' demişti de tınlamamıştım 'hep öyle derler beyim' diye. 500 kere sordu, var mı yardıma ihtiyacın, yapman gereken sunum varsa gel, resume ya da cover letter konusunda zorluk çekersen mail at falan diye. Tam da zamanını bulmuş, daha dün resume yazmakla cebelleşiyordum, hemen atladım, appointment verdi, yazıcaz beraber. Tey tey, İTÜ hocaları da ne zaman gitsek 'meşgulum' desin daha... Koskoca department headimiz Ingrid Johnson bile zamanını ayırmıştı, olası kariyerim hakkında konuşmuştuk, referans mektubu verecekti. Bense kıçıkırık bir İTÜ hocasından zamanında istemiş, 'normal mektup yazmaya zamanım yok, şablon varsa getir imzalayayım' cevabını almıştım. Neyse...<br />
<br />
Mezuniyet projemiz dedik, ondan da bahsedeyim. Gruplara bölündük, her grup bir kot markası yaratıyor. O kadar da kalmıyoruz, ciddi ciddi tasarımını yapıyoruz, üretiyoruz, etiketini, fiyatını hepsini yapıp reklamını bile biz çekiyoruz. Kadın ve erkek kotu markaları grupları var, ben kadın kısmındanım. Ev arkadaşım zamanında 'görev dağılımında etiket tasarımını seç, işin erkenden biter kurtulursun' demişti. Ama bizim grup pek bir 'takım' ruhuna sahip, görev dağılımı falan yapmadık, her şeyi birlikte yapıcaz anlaşılan. İşin trajikomik tarafıysa etiketler ajandamızda yapılacak ilk şey olduğu için, ilk onun mevzusu geçti ve ben hemen atladım 'biraz illustrator bilgim var, label'ları hallederim' diye. Sonrasıysa kan revan..<br />
<br />
- tasarımların flat template'lerinin çıkarılması gerekiyor<br />
-AJ, illustrator biliyormuş, halleder.<br />
<br />
- desenlerin kumaşa apply edilmesi gerekiyor.<br />
-AJ photoshop biliyordu sanırım, ona forward edin.<br />
<br />
vs vs vs... Bunları da tabii discussion board'da okuyorum. Bizim okulun ANGEL diye bir sistemi var, hocalar ders notlarını oraya koyuyor, biz ödev yapınca oraya koyuyoruz, her dersin discussion board'u falan var. Hoca her hafta 1 post 2 de reply'ı şart koştu, 20% etkiliyormuş notu. Sırf o 20% için saçma sapan şeyler yazıyorum 'i agree with Jade.' 'i LOVE that idea, Amanda!' 'a yes from me, as well, Abby' gibi. Neyse, bana paslanan görevlere şimdilik bişey demiyorum, çünkü için development kısmına elimi sürmedim resmen, millet gidip iplik seçmiş, elyaf seçmiş, kumaş seçmiş, hiçbiriyle alakam yok. Ama bunları gerçekten yapmam gereken zaman geldiğinde ne bok yiycem bilmiyorum. Etiket yapacak kadar illustrator bilgim var, tamam ama flat nasıl yapılır ne bileyim ben. Tutorial'lar indirdim, onları izliycem bakalım.<br />
<br />
Biraz da salak grup üyelerim.. salak değil de kafaları karışık. Temamız 50'ler, inspiration'ımız James Dean falan. Müşteri profili çıkartıyoruz, rebel with an attitude dedik, ona da tamam. Ama birden dantelli kot giyinen, süper zengin, Las Vegas'ta bir condo'da oturan bir executive oldu çıktı. Neren rebel bacım?! Sonrasında da kotları 60-70 dolar yapmaya karar verdiler. Orada dedim durun. Aklınız başında mı bacılarım? Öncelikle executive fikrini unutun, rebel yapacaksak isyan edecek bir sebep verin Tess kardeşimize (adını Tess koyduk :P), kaldı ki süper zengin bir yönetici niye yeni çıkmı 60-70 dolara satılan kıçı kırık bir kot giyinsin. Ayrıca dantel ne ola? Tabii zamanla onlarındaki 'rebel' figürünün 'artiz seksi hatun' olduğunu fark ettim, çok şey yapmadım, ama yine de bir orta yol bulduk. Bunlar işin eğlenceli kısımları tabii de Mayıs'a kadar kotu üretmiş, reklamımızı çekmiş olmamız gerekiyor. Zira Alumni Dinner'da bilmemkaç yüz kişiye sunacakmışız kotumuzu.<br />
<br />
Neyse, yeter bu kadar. Bugün de sevgililer günüymüş, cidden benim kadar alakasız biri olamaz sanırım. Sabahki derste en azından bir kaç defa 'bugün ayın kaçı' diye sordum, okulda duvarlara yapıştırılmış kalplere falan bir süre anlam veremedim falan. Kandilmiş de bugün, Türkiye bugün ekstra mübarek anladığım kadarıyla. Neyse, kutlayanlar için hepi velıntayns dey diyip, kutlamayanların sırtını sıvazlayarak çekiliyorum ortamlardan.<br />
<br />
P.S. dün var ya, bir poğaça yapmışım... Bir leziz oldu, bir kabardı ki aklınız durur. Ama tarifi annemden almıştım, ölçüleri ikiye, dörde hatta altıya bölmek aklıma gelmedi ve sonuç: evde orduyu doyuracak kadar poğaça var. Okula beslenme çantası olarak taşıyorum ben de. Ama şahane oldu valla.<br />
<br />
P.P.S. (Mary and Max'e saygı duruşu yaptım arada :P) Bu böbürlenişimin sebebi ilk defa ölçüyü tutturmam oldu. Suç tamamen Amerikan mallarındaymış meğersem, gittim bütün malzemeleri Türkiyem Market'ten temin ettim ve aynı kadın anamın poğaçasından oldu.</div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-4743695872629592402011-01-30T17:49:00.000-05:002011-01-30T17:49:43.566-05:00She's Losing It<div style="text-align: justify;">Bütün bu yaşadığım saçma sapan olayları, pembe dizilik entrikaları bir işaret olarak alıp yol yakınken her şeyden vaz mı geçmeliyim, yoksa karma felsefesini benimseyip şimdi çektiğim sıkıntıların ileride yaşanacak harika günler anlamına geldiğine mi inanmalıyım bilmiyorum. İkinci şıkkın fazla delüzyonel olduğunun farkındayım, ama yine de umut fakirin ekmeği, değil mi?</div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-19612321483179478052010-12-21T14:34:00.003-05:002010-12-21T14:39:01.679-05:00That's Not My Name<div style="text-align: justify;">Anne-baba olacaklara bir takım tavsiyelerden oluşacak bu yazım. Bugün doğacak çocuklarınıza isim verirken dikkat etmeniz gerekenlerden bahsedeceğim. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Sevgili anne babalar;</div><div style="text-align: justify;">O doğurduğunuz, aşkınızın meyvesi, o masum yavru büyüyecek. Büyüyünce üniversiteye girecek. Belki üniversitenin tamamını yurtdışında okumak isteyecek. Hadi beceremedi diyelim, Erasmus diye tutturacak. Mezun oldu, yurt dışında master da master diyecek. Onu da beceremedi. Türkiye'de ünlü bir profesör, yazar, sanatçı, megastar falan olacak belki. Haydi hepsini geçtim, Türkiye'de tanıyacağı yabancılar olacak. Velhasıl kelam, o çocuk bir şekilde dışarıyı görecek. Yabancılarla haşır neşir olacak. Siz bu çocuğa size o an hoş gelen bir isim verdiniz, tamam, güzel, ama o günler geldiğinde acı çekecek bu çocuk. Hiç düşündünüz mü? </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Evet, bu girizgahtan anlamışsınızdır, 5 ayda az çile çekmedim ismim yüzünden. İsmim Ece. Ne kadar güzel değil mi? 3 harfli, sade, tersi düzü bir, anlamı güzel, hoş bir isim. 22 senedir hiç şikayetim olmadığı gibi, hep sevmişimdir de ismimi. Ama gavur ne bilcek Ece'yi? Gerizekalı Amerika'lılar, dünya üzerindeki hiçbir dili telafuz edebilme kapasitesine sahip değilken, Fransızcayı bile Amerikanlaştırırken, Ece'yi okumayı nasıl bilsinler? Nitekim bilmiyorlar da. Çektiğim iki çeşit çile var: Biri yazılı haldeki Ece'yi okuyanlardan çektiğim, öteki de kendimi Ece diye tanıttığım insanlarların bana çok sonra çektirdiği çile. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><u>1. Yazılı haldeki Ece'yi okuyanlardan çektiğim çile</u>: Ece'yi, ana dili ingilizce olan biri nasıl okur? Cevabı tek bir okunuşla sınırlı değilmiş, sevgili takipçilerim. Şuraya geldiğimden beri her gün yeni sesleniş biçimleri duyuyorum. En alıştığım versiyonu 'isii'. Genelde öyle duyuyorum yoklamada, başka bir yerde sıra beklerken falan. 'İsii Örmın? İsii? Ms Örmın?' şeklinde bir gidişhatı oluyor. Başka neler mi duydum? İsii hadi biraz isme benziyor, direkt İiiis diye bağıranlar mı istersiniz, 'ii... eee... esiii?' diye işkence çekenler mi istersiniz, İtalyanca'dan falan c'nin ç diye okunduğunu düşünüp 'eççeee' diyenler mi istersiniz, 'iççeee' mi, 'iseee' mi... En iğrendiğim versiyon da 'ekki' oldu. O ne lan? Ekki ne?? 'yeah, it's pronounced ece' diye düzelte düzelte bir hal oldum. Zaten şu aşağıdaki diyaloğu en azından bir milyon kere yaşamışımdır herhalde.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Gerizekalı Amerikalı: Um... İiisi? İiis? Ms Örmın?</div><div style="text-align: justify;">Ben: E-C-E, right? Yeah, That's me. </div><div style="text-align: justify;">Gerizekalı Amerikalı: How do you say it?</div><div style="text-align: justify;">Ben: Ece.</div><div style="text-align: justify;">Gerizekalı Amerikalı: OK... Where are you from?</div><div style="text-align: justify;">Ben: Turkey.</div><div style="text-align: justify;">Gerizekalı Amerikalı: Wow, that's nice. </div><div style="text-align: justify;">Ben: I know. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Derslerde yoklama alınırken az yok yazılmadım. Fark etmiyorum, hoca Essi? diyor, Ece olabileceğine ihtimal vermiyorum, Essie diye oje markası var, belki isim de vardır yani diye düşünüyor beynim herhalde, sonra yoklama sona eriyor, bende jeton düşüyor, 'ii sii ii isimli birine seslendiniz mi?' diyorum, 'are you essie?' diyor, 'no, that's pronouced Ece' diyorum, hoca özür diliyor, sözümona not alıyor, ama haftaya tekrarlanıyor. Gerçi allah için çoğu hoca 2-3 hafta sonra ezberledi adımı da, genel tablo bu yani. Sınıf arkadaşlarım da dalga geçer oldu, adımın eycey (gelcez oraya da) olduğunu bilmelerine rağmen gülerek isii demeler, ekki demeler falan. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><u>2. Kendimi Ece diye tanıttığım insanlarların bana çok sonra çektirdiği çile</u>: Bir de bu versiyon var tabii. İsim alışverişi yapıyoruz, I'm Ece diyorum, E-what? diye tepki veriyorlar, ben de 'just call me eycey' diyorum, konu kapanıyor. Anca dilleri eycey'e dönüyor bu gerizekalıların. O yüzden ben de artık uğraşmıyorum, AJ diye tanıtıyorum kendimi. Açılımını soruyorlar, açıklıyorum derdimi, 'ben sana eycey demeye devam edicem ama' diyorlar, 'i don't care' diyorum, mutlu son. Bazen de uğraşmıyorum Angelina Jolie diyorum, gülüyorlar, 'no, seriously?' diyorlar, bazen uyduruyorum, bazen açılımı yok, o kadar ismim diyorum. Tamam, buraya kadar da çok sorun yok. Adımın Ece olduğunu unutabilirim bile, o derece alıştım. Ama sonra bu ismin yazılıya geçmesi gerekiyor bir şekilde. Facebook'ta arkadaş requesti gönderirken 'AJ' diye not düşmezsem tanımıyorlar, ya da telefon numarası alışverişi sırasında ismimi spell ederken inanmıyorlar 'i, si, i? that's not AJ? what's your real name?' diyorlar, bir 5 dakika inandırmakla geçiyor falan. Bir kere de tenis dersinde, turnuva yapıyoruz. Tenis hocası da ismimi ilk haftalardan ezberleyen, yoklama kağıdında Ece kısmını karalayıp fonetik bir şekilde ismimi yazan bir hoca. Beyaz tahta getirdi sahaya, tek tek isimlerimizi yazıyor. Herkesin ismini yazdı, baktım ismim yok. Hocam beni niye yazmadınız, beni sevmiyor musunuz falan derken yoo yazdım dedi. İyice inceledim, baktım AJAH diye bir isim var. İçimden, are you kidding me diye geçirip, hoca hoca, that's not my name, dedim. Ah pardon, spell et dedi. Ben ii-sii-sii dedikçe inanmıyor hatun. E'yi yazıyor, C'yi yazarken duraklıyor. Ama C'den o ses çıkmaz ki diyor. Kalakaldı elinde kalemle. Arkadaşlar da gülmeye başladı, 'professor, i think she knows how to spell her own name correctly' diye yan çıkanlar oldu falan. Sonra hoca yazdıklarını sildi, tekrar AJAH yazdı, 'well, this is your new name, now' dedi. Benim gözlerimden bir damla yaş düştü. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İşte öyle sevgili yeni anne-babalar. Bunları düşünmüş müydünüz? </div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com8tag:blogger.com,1999:blog-7299987324061451730.post-89540586453190111752010-12-21T02:39:00.002-05:002010-12-21T04:20:15.019-05:00We Rule the School<div style="text-align: justify;">Aylar sonra günlük yazısı yazıcam, çok heyecanlıyım. :P Çok sevgili okulum Broadway biletleri gibi şahane faydalar sağlıyor olsa da anamı ağlattı şu 5 ay boyunca. Haliyle ne blog kaldı ne de adam gibi bir sosyal hayat. Ama güz dönemini hayırlısıyla nihayete erdirdik, ben de ilk iş koşa koşa buraya geliyorum. Tabii o da yalan, ilk olarak koca bir haftasonunu uyuyarak geçirdim, pişman da değilim. Her neyse, sadede gelip kısa bir Previously on Life, Universe and Everything yapıyoruz derhal.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Okuldan başlayalım bu postta. Sağsalim atlattım gibi, notlar daha açıklanmadı ama kalmam hiçbirinden. Devamsızlığım başa bela sadece. Son derste gene geç kaldım (hayatımın en dehşet dolu dakikalarını yaşadım ama sanırım. Portfolio'nun yazılı kısımlarını evde print edemedim, printerın kartuşu bitmiş, ben de sabaha bıraktım. Sabah flash diske atıp dosyaları bilgisayar labının yolunu tuttum. Erken de gittim, son derse bari erken gireyim diye, aheste aheste takılıyorum falan. Flash diski bilgisayarlardan birine bir taktım, belge hiç kaydedilmemiş haliyle bütün haşmetiyle karşımda. Bir kaç gün önce yapmaya başlamıştım, üçte birini falan tamamlamıştım. Geri kalanını bir gece önce yapmıştım. O yaptıklarımın hiçbiri yok! 15 dakika bilgisayar ekranına dehşet içinde bakakaldıktan sonra kendimi toparladım, oturdum baştan yapmaya başladım. Ezberlemiştim zaten yaptığım her şeyi, ama örme dersi bu, ördüğüm kumaşların knitting sequence'larını tek tek yapmak o kadar illet ve el oyalayan bir şey ki... Ders 10'da başlıyordu, ben işimi 12de bitirdim. Üstelik portfolio'ya yapıştırırken, kullandığım çift taraflı bantın işin ortasında biteceği tuttu. Yanımda oturan kızda uhu vardı, onu kullandım, ama öyle bir görüntü oldu ki sanki tükürükle yapıştırmışım, o derece iğrenç. Neyse, sonunda derse çıkınca hoca kenara çekti beni, azarladı bir güzel 'you're always late' diye. Seneler sonra ilk defa da böyle azar işitiyorum, o ayrı. Ayrıca not always yani, erken geldiğim dersler de oldu, uydurmasın şimdi. neyse.), ayrıca psikolojinin de devamsızlığı allaha emanet, umarım not kırmaz. Public Speaking'de de tek dayanağım sağımda solumda oturan kızların hocanın attendance'ı umursamadığını iddia etmesi, umarım sallamıyorlardır. Tenis'te de hepi topu 3 devamsızlığım vardı, benim için bir rekor sayılır yani, yine de hoca kenara çekti beni napıcaz senle diye. Ama seviyor beni, ben 'yeeaa turkish religious holiday'di, şöyleydi böyleydi' diye ıkınırken koca bir A (absence yani :P) yazan haftalardan birini karaladı, kimseye söyleme, senin iyi bir öğrenci olduğunu biliyorum dedi. Ver o mübarek ellerini öpeyim hoca dedim. :P Demedim tabii ama gözlerim konuştu. :P<br />
<br />
</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_uimCfXRwJfA/TRBUZ0Wic4I/AAAAAAAAAKE/oq6_baCI-SU/s1600/Screen+shot+2010-12-21+at+2.15.28+AM.png" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="265" src="http://4.bp.blogspot.com/_uimCfXRwJfA/TRBUZ0Wic4I/AAAAAAAAAKE/oq6_baCI-SU/s640/Screen+shot+2010-12-21+at+2.15.28+AM.png" width="540" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Örme Lab'ımız. Benim emektar örme makinamın resmini çekmeyi unutmuşum, üzüldüm.</td></tr>
</tbody></table><br />
</div><div style="text-align: justify;">Tenis dışında kurtulduğum için göbecikler atma hisleriyle içimi doldurmayan ders yok zaten. Finishing'in hocası tamam, iyi adam (biz türkler aramızda çok konuşursak dersi yunanca anlatmaya başlayan, yanımıza gelip gelip 'çeşme negzel di mi' diye türkiyeden bahsetmeye başlayan, küfürünü neyini sakınmayan eğlenceli bir amcamız) gel gör ki herif ödeve doymuyordu yarabbim. Her hafta 2şer 3er assignmentlar, bırak anamı, bütün sülalem ağladı be. Onun dışında Public Speaking de mesela herif süper (mail atarken smiley koyan, derste bir konu anlatırken aklına bir video gelip yutubu açan, bize izleten, sonra konudan tamamen uzaklaşıp yarım saat 45 dakika 'bakın bu video süper' diye video izleten, credibility konusunu anlatırken hotornot.com sitesini açıp bir 15 dakika sınıfça çıkan resimleri oylatan bir adam yani) ama o public speech hazırlama zorunluluğu resmen omuzlarımda bir yüktü. Bir de aklıma geldi, inanılmaz derecede kullandığı bir terim vardı, 'like nobody's business' terimi, hep gülerim duyduğumda, çok komik geliyor nedense. Sınavda kedilerle ilgili introduction yazmamızı istemiş 'you can make stuff up like nobody's business' yazmış sınav kağıdına, aldı mı beni bir gülme. Knitting de eğlenceliydi aslında, ama çok uğraştırdı, gerek yok o kadar uğraşmaya. Aha buldum internetten bizim labın resmini, biri çekip koymuş, iş<a href="http://img526.imageshack.us/img526/1036/275728220lchejtfs.jpg">te bir dönem boyuncaki en yakın dostlarımdan</a>. Duvarın oradaki makina benimki, 6 cut Dubied Hand Flat Rib Knitting Machine. :P </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_uimCfXRwJfA/TRBR0XGq53I/AAAAAAAAAKA/tpZTqRBV8yE/s1600/77183_10100164036556307_8625159_59809828_7519145_n.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="240" src="http://3.bp.blogspot.com/_uimCfXRwJfA/TRBR0XGq53I/AAAAAAAAAKA/tpZTqRBV8yE/s320/77183_10100164036556307_8625159_59809828_7519145_n.jpg" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Norbert pamuk ipliğini merserize ederken. </td></tr>
</tbody></table><div style="text-align: justify;">Knitting'den bahsetmişken Norbert'dan bahsetmezsem olmaz. Adamım ya, gerçekten de şu okulda en sevdiğim insan sanırım. Kendisi örme labında Dumbledore tipindeki bir teknisyenimiz. Tipi Dumbledore ama onunla uzaktan yakından bir alakası yok, zira kendisi küfür eden sosyalist bir Vietnam gazisi. Zaten birisine Norbert (Hagrid'in ejderhasıydı lan!) diye seslenmek tuhaf geliyor hala, bir de bu Norbert böyle biri olunca daha da komik oluyor. :P Bir gece o vardı nöbette labda, örme teknisyeni amca 10'da kapatıp gidicekmiş, benim de daha işim bitmemişti, Norbert'ı da kilitlediydim bir güzel 'nasıl olcak göstersene yeeaaaa' diyerek. 10'a çeyrek mi ne var, teknisyen amca geldi, saatini gösterip 'çoluğum çocuğum var benim, eve gidicem artık, hadi bitir, kapatıyoruz' falan dedi sinirle. Norbert'a bir telaşla ben de 'ya çok az kaldı, bir 15-20 dakika lazım, bir daha gelmek istemiyorum' falan dedim (çünkü gerçekten o makinaları kurmak, 100'e yakın iğneyi dizayn repeat'e göre yerleştirmek, iplikleri 500 delikten geçirmek, offf işkence!) sonra Norbert da 'tamam, sen çabuk bitir, ben oyalarım' dedi ve adamın yanına gidip vietnam'dan bahsetmeye başladı. Çok komikti ama ya, 'gözlerimin önünde öldü' 'neler yaşandı neler' falan gibi ibret dolu bir sesle anılarını anlatmaya başladı. Hassas bir konu diye sesini çıkarmıyor tabii amca da. Ben yarıla yarıla kumaşı bitirdim, çantamı topladım 'Thanks Norbert, I'm done' der demez, hikayesini yarıda kesti, bana 'Alright, see you later' dedi, sanki hiçbir şey olmamış gibi arkasını döndü, gitti, amca da kaldı orada öyle. Çok güldüm ya. Daha önce de benim kumaşı yaparken ipliğim kopup duruyordu, onu çağırdım 'ne iş, kopup duruyor' diye de, o da örmeye başladı makinada ipliklerle, gerçekten saçma iplik seçmişim, o da yaptıkça kopuyor, koptukça sinirlenip 'shitty fucking yarn' diyor, 5 saniye sonra 'pardon my french' diyor, gene 5 saniye sonra 'well, you're foreign, i can swear' diyor, 1-2 dakika sonra gene iplik kopuyor ve aynı döngü devam ediyor falan. Bir ara alakasız, kimliğini çıkardı, resmini gösterdi 'bak sakallarım daha da uzundu eskiden' falan dedi anlamsız yere. Ahahha bir kere de hoca bize sinirlenmişti gösterdiklerini not almak yerine fotoğrafını çekiyoruz diye, bağıra çağıra ortamı terk etmişti, arkasında 'she needs a man' dedi de dağıldık. Çok alem adam kesinlikle.<br />
<br />
Valla okul hayatımla ilgili yazacağım başka bişey yok, okul işte. Seviyorum ama okulu ya, İTÜ'deyken kantinde asla vakit geçirmezdim, eve gitmeyi iple çekerdim. Burada işim gücüm yokken bile takılmayı seviyorum. Arkadaş da edindim, FIT'den de kafa dengi insanlar bulunabiliyormuş. Dizi zevklerimizin çok benzediği birini bile buldum hatta. O da şoka girmişti hatta, 'bu saydığım dizileri bırak izlemek duyanını bile ilk defa görüyorum, seni allah göndermiş' diyip durmuştu. Ben de mutlu oldum, çünkü Amerika'ya gelirken, 'allaaaah, izlediğim dizilerin anavatanına gidiyorum, bir diziden bahsederken suratıma eblek eblek bakmayacaklar' diye düşünürken hayal kırıklığına uğradım gelince. Gerçi okuğum okulla da alakalı da, okulda popüler diziler dışında öyle çok dizi izleyen yok. Hatta kantinde bazen laptoplarında The Office, How I Met Your Mother izleyenler falan görüyorum da, yanlarına gidip sarılarak 'arkadaş olalım mı' diyesim geliyor. Amy o yüzden mutlu etmişti bayağı. İlk fırsatta ikimizin de izlemediği bir şeyin maratonunu yapalım dedik, The Walking Dead günü düzenledik bir kaç arkadaşını da katarak. Benim için de ilginç bir deneyimdi, zira ilk defa yabancılarla oturup bir şey izlediğimden dolayı arada bulunduğum ortamı unutum 'öldü mü laan!' diye bağırdığım anlar oldu. :P Daha da güzeli, benim Türkçe tepki verdiğimi, ortamdaki herhangi birinin 5-10 saniye sonra 'Did you just speak Turkish?' diye soruncaya kadar fark etmeyişim oldu. Ya da Türkçe'yle İngilizce tepkileri birbirine karıştırdığım anlar da var ki onlar daha feci. 'oha what the fuck?!' ya da 'ay gerizekalı, die already!' gibi. Dizi de güzeldi bu arada, öyle aman aman bayılmasam da beğendim, dip notunu düşeyim.<br />
<br />
Neyse, bu böyle bir başına okul post'u olsun, geri kalanlar için ayrı bişey ayarlarım. :P<br />
<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>Persephonehttp://www.blogger.com/profile/06177566355506791072noreply@blogger.com3