Darn the wheel of the world! Why must it continually turn over? Where is the reverse gear?
Jack London'a katılmamak elde mi?
Ofiste yapacak işlerimi bitirip World Wide Web'in derinliklerinde daldan dala koşarken birden aklıma toz tutan kendi blogum geldi. Bir de son dönemlerde memoir türü kitaplara sardırmam da kendi hikayemi yazmamı teşvik etmiyor değil, ama kimin zamanı var ona? Kaldı ki ne hikayesi, dostum, "Otobüs mü Minibüs mü? Bir Çelişki" ya da "Kalkmayan Vapur: Bugün İşe Ne Kadar Geç Kalacağım?" ya da "Klima Savaşları: Ofiste Kutup Rüzgarları ve Minibüste Nefes Alamamak" kitaplarımın New York Times Bestseller olacağını bilsem... ay yazarken bile sıkıldım.
Velhasılıkelam, eski entrylerimi okumaya başladım, New York'a ilk gittiğim dönemlerdeki yazıları okurken resmen zamanda yolculuk yapmış kadar oldum ve acayip garip hissettim. Geleceği o kadar bilemiyoruz ki. İstediğimiz kadar plan yapalım, istediğimiz kadar bir şeylerin peşinden koşalım ve 'asla' ya da 'mutlaka' diyelim, eninde sonunda şu hayat denilen random, saçma sapan, hiçbir sebebi olmadan kendi kendine devam eden şeyin elinde oyuncağız resmen. Doğru, kendi seçimlerimiz ve eylemlerimiz doğrultusunda ilerliyoruz günün sonunda, ama sonra bir şey oluyor - büyük resme bakıldığında çok minik, çok anlamsız, o sırada yaşarken bile fark etmediğiniz bir şey - ve hayatınızın bütün seyri değişiveriyor. Sonra bir bakmışız bir sene önce 'asla' dediğimiz şey hayatımız oluvermiş, üstelik bundan mutluyuz.
Daha da garibi, bütün bunlar kartopu etkisiyle birbiri ardına olup biterken ve sen yaşadığın her şeyi bir önceki şeye bağlarken, günün birinde bir bakıyorsun bir sene öncesinden çok farklı bir noktadasın. Değişim aniden olmayıp organik bir şekilde de yaşandığı için de aslında bütün bu çığı başlatan o minik kar tanesini hiç düşünmüyorsun.
Geriye dönüp baktığımda, bir sürü küçük kar topları var aslında hayatımda, ama ilk kar tanesini düşünürsem sanırım Londra'ya gidemeyeceğimi anlamam oldu. O fark ediş, New York'ta daha fazla aynı rutinde kalamayacağımı, ne olursa olsun bir değişimi arzuladığımı fark ettirdi. Bu arzu, eski şirketimde bir gün kafayı sıyırmamla tepkimeye girip bana bilet aldırdı.
Hayatıma reset atacağım dank ettiğindeyse sahip olacağım boş zamanları ve o boş zamanlarımda senelerdir yapmak isteyip yapamadığım şeyleri yapabileceğimi düşündüm ve Paris'e bilet aldım hiç düşünmeden.
Schengen vizesi alırken önce reddedildim, o biraz reality check yaşatıp 'ya niye gidip olmayan paramı harcıyorum' gibi düşündürttü, ama sonra gaza gelip konsolosluğa uzun bir mail yazıp neden reddedilmemin saçma olduğunu anlattım ve iki gün sonra vizem çıktı. Uçak biletimden de üç gün önce.
Hevesimi kaybetmiştim bu gezi için, ama yine de bir daha fırsat bulamam diyip içime sinmeden de olsa uçağa bindim.
Charles De Gaulle'e indikten metroya binip şehir merkezinde Dilda'yla buluşmam gerekiyordu. Ama malesef (ya da şansıma mı demeliyim) Fransızca yazılar arasında kaybolup metroyu bir türlü bulamadım ve sorabileceğim birini aradım. SwissAir'le geldiğim için uçakta çoğunlukla yabancılar vardı, ama uçağa binmeden önce bir Türk çift dikkatimi çekti, çünkü kızın ayağında yağmur çizmelerinden vardı ve ben onu görünce 'tüh ya, ben de getirecektim' diye düşünmüştüm. Bakınırken onları görüverince hemen yanlarına gidip sordum. Eh, gurbette olan Türk başka bir Türk'ü gördüğünde ne olur? Anında kaynaşır. Kız "biz de gidicez aynı tarafa, beraber gidelim" diyince peşlerine takıldım ve metroya binince muhabbet etmeye başladık.
Havadan sudan napıyorsun necisin muhabbetlerinden sonra ben Amerika'dan yeni İstanbul'a taşındığımı, henüz bir işim olmadığını ama pazarlama sektörüne girmek istediğimi söyledim. Veeee bam! Kız demez mi 'Ben bir medya şirketinde insan kaynaklarındayım, al kartım, CV'ni gönder bana'. Gerçi çok da heyecanlanmadım, çünkü en nihayetinde böyle çok tanışıyoruz, havada kalıyor hep ya da unutuluyor. Ben de çantama attım, çok da ehemmiyet vermeden.
10 gün falan sonra benim New York'tan eski Fransız ev arkadaşlarımdan biri yaşadığı Lyon'dan Paris'e geldi benle görüşmeye. Eiffel Kulesi'nin altındaki çimlerde uzanıp yatarken çantamdan fotoğraf makinamı çıkarayım dedim ve çıkarırken metroda tanıştığım kızın kartı da çimlere düştü. Valentin kartı eline alıp 'Bu logo Publicis'in logosu değil mi? Neden kartı var sende?' diyince anlattım kartın hikayesini ve beni derhal kızla iletişime geçmem konusunda teşvik etti.
Ben de dönmeme yakın 'bir kahve içelim, muhabbet edelim' temalı bir mail attım. O da bana 'boşver kahveyi, sen direkt bizim ofise gel' diye geri dönüş yaptı. Bir hafta içindeyse varlığından bile haberdar olmadığım medya planlama sektöründe stajıma başlamış durumdaydım.
Sektörün ne işe yaradığını, ne iş yapıldığını, nasıl bir şey olduğunu öğrendiğim bir üç ayım oldu orada. Güzel insanlarla tanıştım, güzel bir accountla çalıştım. Ancak acilen para kazanmaya ihtiyacım vardı (Staj: Hello, beleş iş gücü!) zira onca sene aileden bağımsız bir şekilde geçinince birden başa sarıp 'anne bana para versene' demekle olmuyor, en azından ben yapamadım. E tabii bir de bu gurur işinin profesyonel kısmı da var, üç sene 'manager' pozisyonunda çalıştıktan sonra senden yaşça küçük insanların süpervizörünün olduğu stajyerlik yer yer canını sıkıyor. Hem maddi hem manevi tatmin istiyor insan 27 yaşına girmek üzereyken.
Ben bu modda 'beni kadrolu yapın!' savaşı verirken bir gün öğle vakti her zaman öğle yemeğine birlikte çıktığım kişiler meşgul muydu, toplantıda mıydı ne, ben başkalarının peşine takıldım. Metrocity'nin o boğucu yemek katında kader bir kez daha ağlarını örüyordu... (gülüşmeler).
Ben İzmir köftemi tırtıklarken, yanımda oturan arkadaşın telefonu çaldı. Baktım 'tamam abi, ben iş arayan birini görürsem haber veririm' diyor. Boğulmak pahasına ağzımdakini yuttuktan sonra 'eeööö BEN VARIM!' diye saldırdım derhal. Daha önce çalıştığı medya ajansına planlamacı arıyorlarmış. "Deneyimli birini arıyorlar." dedi önce, ama 10-15 saniye sonra "Bence sen yaparsın bu işi ya, ben bir konuşayım bakalım, CV'ni gönder bana" dedi. Hakikaten de İzmir köfteden 1 saat sonra telefonum çaldı. "Aslında deneyimli birini arıyoruz ama senden öyle bir bahsetti ki bir görüşmek istiyoruz" diyerek hemen o akşam iş görüşmesine çağırdı.
Ertesi gün, sabah müşteriyle toplantı, öğleden sonra da team building aktivitesi diye bowling'e gidilecekti. Toplantıdayken telefonum çaldı. Bizim account'un Pazarlama direktörüyle gözgöze olduğumdan ve çok saçma sapan bir yerde oturuyor olduğumdan kalkıp açamadım, mala bağladım biraz. 5 saniye sonra baktım karşımda beni öneren arkadaş bir telefonuna bakıyor, bir de bana. Aha dedim, beni iş için arıyorlar, iyisi mi kaçayım. İşi almıştım! Hiç düşünmeden kabul ettim tabii ki.
Tabii bu da öğleden sonraki 'team building' bowlingini tuhaf kılmadı değil. Önce kendi ekibime söyledim, çok sinirlendiler 'burası nasıl seni ellerinden kaçırır' falan diye. Sonra sırayla herkes ya 'bence kal, orası seni kesmez' ya da 'iyi olmuş, git iş öğren' dediler. Patronum da illa kal dedi ama malesef insan akbilimi neyle doldurcam diye düşünürken kariyerini çok umursamıyor.
Burada da altı buçuk ayım geçti. Acayip memnunum halimden, işim de benden memnun. NY'taki o stres manyağı eden işimden sonra burada ofiste büyük bir keyifle vakit geçirmek gerçekten insanı mutlu ediyor. Daha da önemlisi hayatımda ilk defa 'Evet, benim kariyerim bu olmalı' diyebilip geleceğimi planlayabiliyorum. Çok değil ya, geçen sene bu zamanlarda bırak kariyeri, ne yapmak istediğimi bile bilmiyordum ki. Biletimi alıp Türkiye'ye dönerken bile işlerin bu kadar hızlı ilerleyeceğini, bir sene içinde hayatımın yoluna girmiş olacağını asla tahmin edemezdim. Önceki entry'mde bile 'bir sene takılıp yurt dışına kaçarım' diyordum. (he canım he, buldun yurtdışını).
Kısacası, evet, İstanbul'da yaşıyor olduğum gerçeği her geçen gün insanı hayattan soğutan bir şey. Ama ben... mutluyum. Çünkü artık bir yol çizebiliyorum kendime. Plan yapmıyorum geleceğe dair (dedi planlamacı, hehehe), ama günün sonunda önüme vermem gereken bir karar çıktığında PRO/CON listesini daha net yapabiliyorum. Bu da insanı rahatlatan bir şey. Önümüzdeki seneyi heyecanla bekliyorum.
Daha da garibi, bütün bunlar kartopu etkisiyle birbiri ardına olup biterken ve sen yaşadığın her şeyi bir önceki şeye bağlarken, günün birinde bir bakıyorsun bir sene öncesinden çok farklı bir noktadasın. Değişim aniden olmayıp organik bir şekilde de yaşandığı için de aslında bütün bu çığı başlatan o minik kar tanesini hiç düşünmüyorsun.
Geriye dönüp baktığımda, bir sürü küçük kar topları var aslında hayatımda, ama ilk kar tanesini düşünürsem sanırım Londra'ya gidemeyeceğimi anlamam oldu. O fark ediş, New York'ta daha fazla aynı rutinde kalamayacağımı, ne olursa olsun bir değişimi arzuladığımı fark ettirdi. Bu arzu, eski şirketimde bir gün kafayı sıyırmamla tepkimeye girip bana bilet aldırdı.
Geçen sene ben (temsili) |
Hayatıma reset atacağım dank ettiğindeyse sahip olacağım boş zamanları ve o boş zamanlarımda senelerdir yapmak isteyip yapamadığım şeyleri yapabileceğimi düşündüm ve Paris'e bilet aldım hiç düşünmeden.
Schengen vizesi alırken önce reddedildim, o biraz reality check yaşatıp 'ya niye gidip olmayan paramı harcıyorum' gibi düşündürttü, ama sonra gaza gelip konsolosluğa uzun bir mail yazıp neden reddedilmemin saçma olduğunu anlattım ve iki gün sonra vizem çıktı. Uçak biletimden de üç gün önce.
Hevesimi kaybetmiştim bu gezi için, ama yine de bir daha fırsat bulamam diyip içime sinmeden de olsa uçağa bindim.
Charles De Gaulle'e indikten metroya binip şehir merkezinde Dilda'yla buluşmam gerekiyordu. Ama malesef (ya da şansıma mı demeliyim) Fransızca yazılar arasında kaybolup metroyu bir türlü bulamadım ve sorabileceğim birini aradım. SwissAir'le geldiğim için uçakta çoğunlukla yabancılar vardı, ama uçağa binmeden önce bir Türk çift dikkatimi çekti, çünkü kızın ayağında yağmur çizmelerinden vardı ve ben onu görünce 'tüh ya, ben de getirecektim' diye düşünmüştüm. Bakınırken onları görüverince hemen yanlarına gidip sordum. Eh, gurbette olan Türk başka bir Türk'ü gördüğünde ne olur? Anında kaynaşır. Kız "biz de gidicez aynı tarafa, beraber gidelim" diyince peşlerine takıldım ve metroya binince muhabbet etmeye başladık.
Havadan sudan napıyorsun necisin muhabbetlerinden sonra ben Amerika'dan yeni İstanbul'a taşındığımı, henüz bir işim olmadığını ama pazarlama sektörüne girmek istediğimi söyledim. Veeee bam! Kız demez mi 'Ben bir medya şirketinde insan kaynaklarındayım, al kartım, CV'ni gönder bana'. Gerçi çok da heyecanlanmadım, çünkü en nihayetinde böyle çok tanışıyoruz, havada kalıyor hep ya da unutuluyor. Ben de çantama attım, çok da ehemmiyet vermeden.
10 gün falan sonra benim New York'tan eski Fransız ev arkadaşlarımdan biri yaşadığı Lyon'dan Paris'e geldi benle görüşmeye. Eiffel Kulesi'nin altındaki çimlerde uzanıp yatarken çantamdan fotoğraf makinamı çıkarayım dedim ve çıkarırken metroda tanıştığım kızın kartı da çimlere düştü. Valentin kartı eline alıp 'Bu logo Publicis'in logosu değil mi? Neden kartı var sende?' diyince anlattım kartın hikayesini ve beni derhal kızla iletişime geçmem konusunda teşvik etti.
Ben de dönmeme yakın 'bir kahve içelim, muhabbet edelim' temalı bir mail attım. O da bana 'boşver kahveyi, sen direkt bizim ofise gel' diye geri dönüş yaptı. Bir hafta içindeyse varlığından bile haberdar olmadığım medya planlama sektöründe stajıma başlamış durumdaydım.
Sektörün ne işe yaradığını, ne iş yapıldığını, nasıl bir şey olduğunu öğrendiğim bir üç ayım oldu orada. Güzel insanlarla tanıştım, güzel bir accountla çalıştım. Ancak acilen para kazanmaya ihtiyacım vardı (Staj: Hello, beleş iş gücü!) zira onca sene aileden bağımsız bir şekilde geçinince birden başa sarıp 'anne bana para versene' demekle olmuyor, en azından ben yapamadım. E tabii bir de bu gurur işinin profesyonel kısmı da var, üç sene 'manager' pozisyonunda çalıştıktan sonra senden yaşça küçük insanların süpervizörünün olduğu stajyerlik yer yer canını sıkıyor. Hem maddi hem manevi tatmin istiyor insan 27 yaşına girmek üzereyken.
Ben bu modda 'beni kadrolu yapın!' savaşı verirken bir gün öğle vakti her zaman öğle yemeğine birlikte çıktığım kişiler meşgul muydu, toplantıda mıydı ne, ben başkalarının peşine takıldım. Metrocity'nin o boğucu yemek katında kader bir kez daha ağlarını örüyordu... (gülüşmeler).
Ben İzmir köftemi tırtıklarken, yanımda oturan arkadaşın telefonu çaldı. Baktım 'tamam abi, ben iş arayan birini görürsem haber veririm' diyor. Boğulmak pahasına ağzımdakini yuttuktan sonra 'eeööö BEN VARIM!' diye saldırdım derhal. Daha önce çalıştığı medya ajansına planlamacı arıyorlarmış. "Deneyimli birini arıyorlar." dedi önce, ama 10-15 saniye sonra "Bence sen yaparsın bu işi ya, ben bir konuşayım bakalım, CV'ni gönder bana" dedi. Hakikaten de İzmir köfteden 1 saat sonra telefonum çaldı. "Aslında deneyimli birini arıyoruz ama senden öyle bir bahsetti ki bir görüşmek istiyoruz" diyerek hemen o akşam iş görüşmesine çağırdı.
Ertesi gün, sabah müşteriyle toplantı, öğleden sonra da team building aktivitesi diye bowling'e gidilecekti. Toplantıdayken telefonum çaldı. Bizim account'un Pazarlama direktörüyle gözgöze olduğumdan ve çok saçma sapan bir yerde oturuyor olduğumdan kalkıp açamadım, mala bağladım biraz. 5 saniye sonra baktım karşımda beni öneren arkadaş bir telefonuna bakıyor, bir de bana. Aha dedim, beni iş için arıyorlar, iyisi mi kaçayım. İşi almıştım! Hiç düşünmeden kabul ettim tabii ki.
Tabii bu da öğleden sonraki 'team building' bowlingini tuhaf kılmadı değil. Önce kendi ekibime söyledim, çok sinirlendiler 'burası nasıl seni ellerinden kaçırır' falan diye. Sonra sırayla herkes ya 'bence kal, orası seni kesmez' ya da 'iyi olmuş, git iş öğren' dediler. Patronum da illa kal dedi ama malesef insan akbilimi neyle doldurcam diye düşünürken kariyerini çok umursamıyor.
Burada da altı buçuk ayım geçti. Acayip memnunum halimden, işim de benden memnun. NY'taki o stres manyağı eden işimden sonra burada ofiste büyük bir keyifle vakit geçirmek gerçekten insanı mutlu ediyor. Daha da önemlisi hayatımda ilk defa 'Evet, benim kariyerim bu olmalı' diyebilip geleceğimi planlayabiliyorum. Çok değil ya, geçen sene bu zamanlarda bırak kariyeri, ne yapmak istediğimi bile bilmiyordum ki. Biletimi alıp Türkiye'ye dönerken bile işlerin bu kadar hızlı ilerleyeceğini, bir sene içinde hayatımın yoluna girmiş olacağını asla tahmin edemezdim. Önceki entry'mde bile 'bir sene takılıp yurt dışına kaçarım' diyordum. (he canım he, buldun yurtdışını).
Kısacası, evet, İstanbul'da yaşıyor olduğum gerçeği her geçen gün insanı hayattan soğutan bir şey. Ama ben... mutluyum. Çünkü artık bir yol çizebiliyorum kendime. Plan yapmıyorum geleceğe dair (dedi planlamacı, hehehe), ama günün sonunda önüme vermem gereken bir karar çıktığında PRO/CON listesini daha net yapabiliyorum. Bu da insanı rahatlatan bir şey. Önümüzdeki seneyi heyecanla bekliyorum.
E o halde, mission accomplished! |