Wednesday, October 12, 2011

What a Difference a Day Makes (Part II)


Ağustos 24-26: A New Hope

Derken bir çarşamba günü... O akşam Yankees maçına gidecektik, öncesinde bir şeyler yapalım istiyorum, gün harcanmasın istiyorum, zaten Emre şunun şurasında Cuma günü gidecek memleketine. Ama tabii kendisini uyandırmak da işkence, o yüzden o uyanana kadar ben biraz daha başvuru yapayım dedim. Bir iş buldum, oraya da resumemi göndereyim dedim, sent kutusunu açtım. Mail olarak kendime bir template yapmıştım, onu kullanıyordum, o yüzden eski maillerden kopyalıyordum. Mail uygulaması birden sapıttı, yeniye göre değil eskiye göre sıraları mailleri falan. orada da resume diye filtrelediğim için ilk attığım mailleri gördüm. Gözüme ta Nisan'da attığım bir mail çarptı. Ben daha okuldayken, şu denim projesini yaparken bizim bölümün dekanı Jeffrey Silberman'ın gözüne bayağı girmiştim. Bir gün ona projeyle ilgili bir soru sormaya gittiğimde 'sen iş aramaya başladın mı' diye sormuştu. Ben de vizemin Ağustos'ta başladığını, ondan önce de Türkiye'ye gitmek isteidğim için henüz başvuruda bulunmadığımı ama zaten başvursam bile nereden başlamam gerektiğini bilmediğimi söylemiştim. O da eski bir öğrencisinden bahsetti, o şirketin Türk'leri aldığını, orayı bir denememin bana faydası olacağını söyledi. O akşam da hemen mail attı bana, kadınla yazışmış benimle ilgili ('she's excellent' falan demiş), onu forward etmiş. Ben de kadınla hemen iletişime geçmiştim, ama bana malesef o sırada eleman aramadıklarını söylemişti. 

Ben de işte o çarşamba sabahı, ne kaybederim ki diyerek kadına tekrar mail attım. İTÜ birinciliğimi ve mezun olduğumu, vizemin başladığını, iş aradığımı söyledim. Ama içimde herhangi bir ümit yok, gene aynı cevabı vereceğinden çok eminim. Sadece elimden gelen her şeyi denemiş olayım diye attım maili. 

Nasılsa cevap gelmeyecek diye gün içinde yapılabilecek aktivite seçip - yankees stadyumu bronx'ta diye bronx zoo'ya gidelim bari dedim - Emre'yi uyandırmaya çalıştım. Eğer hemen uyansaydı muhtemelen hemen giyinip çıkardık. İyi ki uyanmamış. Çünkü derken kadından mail geldi. Bir şeyler olabilirmiş firmalarında, resumemi hemen verdiği adrese attırdı. Sonra cevap gelene kadar haliyle Emre'yi ben çıkartmadım sokağa. Ama gelmedi bir türlü. Gene mail attım. Bu sefer şirketteki başka bir adamdan cevap geldi. O akşam 5 gibi ya da ertesi sabah görüşmek istermiş benimle. Dedim ne olacaksa o akşam bitsin bu iş, ümitlendirmesinler daha fazla, 5'te gelebilirim dedim. Adres istedim. Empire State Building dedi adam! Bu iyice umutlarımı söndürdü, o kadar şanslı değilim ben, adam en fazla unpaid internship verir, ya da konuşmaya çağırmıştır dedim daha önce de olduğu gibi. O yüzden gayet casual giyindim ki zaten oradan çıkıp maça gidicez yani. Hoş, zaten iş kıyafetim de yoktu doğru düzgün. 

Neyse, Emre'yi Empire State'in altındaki Starbucks'a oturtup binaya girdim. Ama turist kapısından değil de çalışanlar kapısından girerken kendimi nasıl cool hissediyorum anlatamam. 'Ulan bişey çıkmasa bile, şunu yaşadım en azından' falan diyorum doormanler 'welcome to the Empire State Building madam' derken. 

50. kata çıktım Ersin bey'le görüşmek istediğimi söyledim. He evet, firma yarı türk yarı amerikanmış. Ne sandınız, Amerikan firmalarının türklere iş verdiğini falan mı? :P En azından benim gibi deneyimsizlere... yok öyle bişey. 

Adam geldi, beni toplantı odasına çağırdı. Derkeeen benim casual sohbet diye gittiğim şey mülakata dönüştü! İçeri başka insanlar girdi, yabancı patronlar falan derken ortamda ingilizce konuşmaya başlandı. Ben buna kesinlikle hazır değildim! İngilizcem iyi allah için, ama iş böyle ciddi mesleki ingilizceye gelince kendime güvenim yok tabii henüz. Zaten üstüm başım da iyi değil, iyice utanıyorum. 

Derken yabancılardan biri durdu, 'ne kadar süredir buradasın' dedi. 'a year' dedim. 'wow, your english is very good' dedi. Sonra allaaah kendime bir güven geldi ki anlatamam. Önce adam şey diye sordu, off the top of your head, çalışmayı çok istediğin üç şirket say. Hemen Friends'ten Rachel'ın çalıştığı üç şirketi saydım: Bloomingdales, Ralph Lauren ve Louis Vuitton! Dizi izlemenin faydaları işte, yaaa... Bunu da sanıyorum bu sektörde çalışmak gerçekten hayalim mi yoksa zaman geçsin diye mi arıyorum anlamak içindi, ne bileyim... Sonra şey diye sordu, 'peki bizden başka hiç mülakata gittin mi?'. Dedim evet, ama hep unpaid internshipti. 'ha yok, zaten biz maaşlı full time çalışan arıyoruz, öyle internship falan yok' dedi. İçimden küçük bir çığlık attım. Sonra devam etti, 'Ama öyle 6 aylık, bir deneyim kazanayım da sonra ne yaparsam yapayım diye düşünecek bir eleman da aramıyoruz, çalışmaya başlarsan 2-3 yıl bizle olmanı isteriz, biz bir aileyiz, baştan yetiştirmek isteriz, zaten burada çalışsan seneye aynı yerde olmazsın' dedi. 'yani 6 ay sonra ralph lauren seni çağırsa reddedebilecek misin, buna söz verebilecek misin' dedi. Ralph Lauren'ın beni çağırması sadece bir ütopyadan oluşmasa, gerçeklik payı olsa belki zor gelirdi buna cevap vermek ama sevgili ersin bey, hangi dünyada yaşıyorsun, ralph lauren beni napsın bu sıfır deneyim halimle...anca 2 sene sonra cesaret edebilirim yani. O yüzden atladım hemen. Sonra vize durumumu sordu, çalışma vizemin olmadığını OPT ile burada olduğumu söyledim. 'Ha tamam, H1B çıkartılır hemen, o sorun değil' dedi, ben içimden biraz daha çığlık attım. Sonra maaş mevzusu açıldı, 'başlangıç için yılda 28-30 bin arası alırsın, her entry level çalışanımız öyle alır' dedi, benim içimdeki çığlıklar daha da arttı. 

Ne zaman başlayabilirim diye sordum, 'yesterday' dedi. Meğer acil ihtiyaçları varmış elemana, şu anda benim pozisyonumda olan kız master'a başlamış, okullar açılmadan benim trainingimin tamamlanmış olması gerekiyormuş ki işler aksamasın. Haliyle hemen ertesi gün gelmemi istediler - zaten o yüzden öyle geç saatte çağırmışlar hemen beni. İş saatleri konusunda sorunumun olup olmayacağını sordular, dedim 'bana mesai saatleri 7-10 deseniz, gene sorun etmem' ki hakkaten öyle yani. Gerçi 8.45-7 arası olduğunu söyleyince bayıldığımı da söyleyemem pek. İTKİB'de çalışırken mesai saatleri 9-5'ti ve orada bile 10'a kadar gerçekten iş yapmaya başlamıyor, saat 4'ten sonra da salmaya başlıyorduk işleri. Ama yok yani, sorun edeceğim en son şey şu noktada mesai saatleri; para ve vize versinler de...

Neyse, sonuç olarak 2-3 saat öncesinde hala en diplerdeyken böyle bir anda iş sahibi bir insan haline geldim. Haliyle inanılır gibi gelmiyordu. Ofisten çıktım, asansörü çağırma tuşuna bastım falan ben hala olayın farkında değilim. Camdan dışarı bakıyorum, bütün Manhattan ayaklarımın altında, mükemmel, 2 hafta önce görmek için 20 küsür dolar verdiğim manzaralı bir ofiste çalışacak ve para kazanacak olmak... Gerçekten hala inanır halde değildim. Daha doğrusu sevinme izni vermiyordum kendime, elimde sonradan patlayan bir sürü şey olunca son zamanlarda... Gerçi binadan çıktım, Starbucks'ta Emre'yi bıraktığım yere gittim ve Emre'nin de yanına gidince birden dank etti bütün sorunlarımın çözüldüğü, aniden zıp zıp zıplamaya başladım yerimde. Emre'ye de bir takım fiziksel zararlar vermiş olabilirim bu süreç içinde, pek hatırlamıyorum, sarhoş gibiydim zira :P Maça geç kalmayalım diye apar topar metroya gittik ama benim maç umurumda değil, sırıtışımı durduramıyorum resmen.

this is where i fucking work!
Haliyle maçtan inanılmaz keyif aldım - baseball maçı olmasına rağmen. Zaten izlerken Emre'yle çözdük de oyunu, yarısından sonra 'niye şimdi sevindiler ki, ne oldu' demek yerine 'vaay iyiydi' falan demeye başladık.

Veee geldik ertesi gününe. Hayatımın ilk iş günü. Geç kalmayayım diye zaten 6'da kalkmışım büyük bir heyecanla, duşa girdim, giyindim saat hala 7. En sonunda çıkayım, Starbucks'ta kahvaltı mahvaltı bişey yaparım dedim. Gittim bir gün önce iş buldum diye zıp zıp zıpladığım starbucks'tan lattemi ve muffin'imi aldım, oturdum. Bişey yiyemedim, o ayrı. En sonunda baktm gerginliğim zaptedilebilirlikten çıkıyor, girdim New York'un en yüksek binasına.

Hemen beni yerini alacağım kızın yanına gönderdiler. İşim kısaca şu: çalıştığım şirket çoğunlukla üçüncü dünya ülkelerinden iplik ve kumaş ithal edip üzerine kar koyarak domestik firmalara satıyor. Benim işin gelen siparişleri process etmek, depolarla koordine edip teslimatlarını yapmak, fabrika ve firmalara fatura kesmek falan filan. Paperwork yani, alabildiğine sıkıcı ve yaratıcılıktan uzak ama aşırı yoğun ve stresli de bir iş. Çünkü en ufak bir harf, sayı ya da e-mail adresi hatasında şirkete bin dolarlar kaybettirme riskim var. Ve bütün operasyonun sorumluluğu benim üzerimde, şirketin işleyebilmesi için benim işimi zamanında, doğru ve hızlı bir şekilde yapmam gerekiyor. Ve o kadar kolay da değil yani, her boku double check etmek, her şeyin peşinden koşmak, daima her şeyi akşımda tutmak gerekiyor ve bekleniyor. Off kabus yani... Ve bütün bunlar Navision diye bir program var, onda yapılıyor. Onu daha kullanmayı bilmiyorum, her şey çok hızlı ilerliyor, sürekli bir sorun çıkıyor falan derken ilk gün ağzıma sıçıldı. Sürekli panik halindeyim, ne yapacağımı bilmiyorum, anlatılanlardan bir bok anlamıyorum, her şeyi bırak daha hala ne iş yaptığımın ayırdında değilim. Supervisor'ım sağolsun bayağı sabırlı ve iyi bir öğretmendi ama o da master'a başlayacaktı pazartesiden itibaren, yani iki gün sonra yalnız kalıcaktım. Haliyle her şeyi iki günde öğrendim, öğrendim. Yoksa sıçtım.

Derken ne olduğunu anlayamadan, sürekli bir dehşet halindeyken gün bitiverdi. Gerçi o da 7.30'tan erken olmadı ya, neyse... Eve gidiyorum, yoldayım, ama hem yorgunluktan ölmüş haldeyim hem de psikolojim çökmüş, okul hayatımın hiçbir evresinde böyle bir stres yaşamamışım yani, o derece.

Eve vardım, ben işteyken çıkıp gezeceğini iddia eden ama bunun için fazla tembel olan Emre'yi ve Kristin'i evde buldum. Ertesi gün de Emre döneceği için, hem de güzel bir içkiye ihtiyacım olduğu için dedim hadi kalkın çıkıyoruz.

Çıktık, biraların 3 dolar, shotların 2 dolar olduğu o cennet mekana, Continental'a gittik. Bira içip geyik yapmak, güzel müzikler dinlemek iyi geldi kesinlikle. Jukebox'tan da Emre bir ara Don't Stop Believing'i seçti (evde Emre sayesinde bir bundan bir de 'don't keep me hanging on' şarkısından overdose olmuştum, hey gidi hey...), ortalık coştu, millet o anı beklemiş resmen :P Güzeldi yani. Ama işte tam olarak çalışma hayatının bedelinin ne olduğunu o an keşfettim. 11 oldu, benim gözler gidiyor... Onu bırak, vicdan azabı var tabii 'ertesi gün iş var, hadi kalkın' demeye başlayan ben oldum. Büyümüşüm resmen, o an fark ettim.

Ertesi gün biraz daha rahat geçti ilk güne nazaran, ama işin stresi azalmayı geç, arttı. Çünkü pazartesi günü yalnız kalacağımı bilerek geçti hep gün, her şeyi bir anda öğrenmeye çalışmak bayağı yorucu... Bir de öğle arasında Emre sağolsun daha da stres yaşadım, ama kendisinin isteği üzerine anlatmıyorum. :P Kendisini öldürebilirdim ama, o derece. O akşam ülkeyi terk ediyor ve benimse onu bir daha ne zaman göreceğim belli olmasa... Neyse, öyle olunca kıyamadım tabii :P

İş çıkışı koşa koşa gittim JFK'e. Tabii duygu seli :P Sadece Emre'den ayrılıyor olmak değildi üzen - o da zor geldi, tamam, çünkü çok alıştım 1 ayda, napim - sanki Emre'yi yolcu ederken İstanbul'a, Türkiye'ye de veda ediyormuşum gibi hissettim tam olarak. Çünkü birincisi, Emre benim kafamda İstanbul'la özdeşleşmiş birisi, o benim İstanbul arkadaşım, ona New York'u göstermek, sevdiğim sokakları ona göstermek, hatta yanında ingilizce konuşmak bile tuhaf geliyordu. Onu yanımda taşıyınca haliyle henüz dank etmemişti Türkiye'den ve İstanbul'daki arkadaşlarımdan ayrıldığım, sanki tatile gitmişim sadece, sanki hala istesem Dilda'yla, Eren'le, Nur'la görüşebilirmişim gibi geliyormuş tuhaf bir şekilde, o an fark ettim. O gidince Türkiye'ye dair son şeyi de arkamda bırakmış olacaktım.

İkincisiyse iş bulmuş olmam tabii ki. İş bulamayacağıma neredeyse inanmışım, 1 seneden fazla kalamayacağımı düşünüyordum, biraz New York'un keyfini çıkarır, dönerim herhalde diyordum. Derken çat diye bu iş çıktı karşıma ve bana muhtemelen bir seneye kadar izin vermezler. İzin verdiklerinde de 1 hafta, hadi maksimum 2 hafta - bayramla falan birleştirebilirsem falan. Yani 'tamam, artık dönüyorum' diyene kadar temelli buradayım. Bu işi aniden buluşum, ve koşuşturmalar, ne olduğunu anlamayışım falan sebebiyle henüz düşmemişti bana. Ve hiçbir şeyin belli olmamasıyla Türkiyeye uzun bir süre dönmeyeceğim gerçeğinin kesin olması arasında gerçekten fark var. Hiçbir şey belli değilken özlemiyorsun çünkü, özleme gereği duymuyorsun, çünkü her an dönebilirsin, belli değil. Hala da istesem dönerim ama aynı şey değil kesinlikle. Havaalanında tam olarak farkına vardığım şey buydu. Emre'yle bir alakası yoktu tabii ama kötü zamanlama belki sadece. Tabii şey de var, Emre'nin olduğu dönem tamamen turist hayatı yaşadım, dert yok tasa yok (bir derece :P), tek endişem bu gün nereye gitsek... Ve turist modundan çat diye çıkıverdim. O an, havaalanında artık resmi olarak turistlikten çıktım, çalışan kadın oldum. Hüzünlü bir andı ve ilerde hayatım filme çekildiğinde filmin açılış sahnesi havaalanında olacak kesinlikle. Buradaki hayatımın başlangıcı sanırım kesin olarak o güne dayanıyor.

İşin çılgın ve daha da stres dolu kısmı, yani ev bulma maceralarımsa daha yeni başlıyor. Onu yeni bir posta saklıyorum, bunu uzattıkça uzattım...

Sunday, September 11, 2011

Long Way From Home (Part I)

Bir aydır New York'tayım. Türkiye tatilimden (ve muhtemelen emekli olana ya da eeeeh yeter be diyip köyüme dönmeden önceki hayatımın son uzun tatilinden) döneli yaklaşık 1 ay oldu. Ama ne 1 ay... Ne ev ne de iş durumum belli olmadığı için böyle saldım çayıra mevlam kayıra mode on tadında geldim New York'lara. Yüzde 75'i halloldu gibi şimdi ama hala belli değil ve üstelik gerçekten tuhaf bir durumdayım. Neyse baştan anlatayım, çünkü seneye güzel bir evim falan olduğunda bu çektiklerimi gerçekten hatırlamak istiyorum.

Ağustos 3: Where It All Begins

New York'a dönüş tarihim. Bu sefer hiçbir şey belli olmadığı, ne zaman döneceğim kesin olmadığı için aileyle ve arkadaşlarla ayrılması daha buruk oldu. Tek tesellim yanımda Emre'nin oluşuydu ve herhalde benim depresyona girmemi engelleyen de tek şey bu gerçekti. Emre, yeni mezun ve paralı bir arkadaşımız olduğundan dolayı son bir senesini maksimum ülke görmeye adadığı için, Avrupa interrail'inden sonra - benim de aylarca geeel geeeel diye kafasını sikmemin de etkisi var elbette - New York'a da gelmeye karar verdi. Ben 'yo dostum yo, New York'a geleceksen öyle 1 aydan aşağısı kurtarmaz' diye ikna ettim ve kendime bir aylık (23 gün, kesin olmak gerekirse) arkadaş edindim. Hem arkadaş hem de roommate. 

Ağustos 4-20: Ah, Those Were the Days

İlk iki hafta rüya gibi geçti. Hakkaten rüya gibi, çünkü hem jet lag'in hem de turist ve uçak biletine hayvan gibi para vermiş olmanın getirdiği 'boş oturmamalıyız, bir yer görmeliyiz' düşüncesinin etkisiyle sabah akşam bilimum turistik aktivitelerde bulunduk, öyle olunca da nasıl geçti anlamadım tabii. 

Ama zaten günlerden önce işin daha bomba kısmından, yani roommate'imiz Kristin'den bahsetmeliyim sanırım. 

Bir önceki yazıda yazmış olduğum gibi, Kristin'i Craigslist'ten bulmuştum. Ev işinin olmayacağını anlayınca bir taraflarım tutuşmuş, alelacele Craigslist'te gördüğüm her sublet ilanına (bu da şey demek işte, evinin bir odasını kiraya veriyorsun) mail atmaya başlamıştım. Kristin'e attığım mail ilk maildi. Ertesi gün de hemen tatile gittik. Otelde wi-fi olmadığından benim iphone da türkiye'de çalışmadığından internetsizdim ve noldu, mail geldi mi, ne bitti diye kuduruyordum. Allahtan annemin dandik HTC telefonunun interneti varmış da 15 dakika süren uğraşlar sonunda da olsa Gmail'e girebiliyordum. 2 gün geçti yok, 3 gün geçti yok. Hiçbir ilandan ses yok hem de. Ben otelde wi-fi soruşturmaya başladım, daha fazla ilana başvurayım diye. Neyse, bir kafede varmış, her gece oraya yollanmaya başladım elimde mac'imle, nasılsa Amerika'da daha gündüz diye. Derken bir gece gmail'i açtım ve Kristin Young'dan mail gördüm. Ama önizlemesinde 'Merhaba Ece' yazıyor görünüyordu. Noluyor lan, Türklere de mi attım ben mail derken merakla açtım mail'i. Devamı gayet de ingilizceydi. Rahat bir nefes aldıktan sonra - Türkler Amerika'da ya en büyük dostun ya da en büyük düşmanın oluyor, ortası yok, o yüzden temkinliyim - maili okudum. Meğer kızın erkek arkadaşı Türk'müş, iki ay önce İstanbul'daymış, Türkleri çok seviyormuş falan da filan. Bana odayı kiralamak çok istermiş ama tek sorunu çift kişi olmamızmış. Ben ilanlara iki kişi olacağımızdan bahsetmiştim, öyle olunca bir hayli sayıda ilan eleniyordu. Ama yine de düşüneceğini söylemiş. Ben de alabildiğine şirin, alabildiğine pohpohlayıcı bir mail attım cevaben. Ve gene uzun bekleyiş. Bu arada hala başka ilanlara da mail atıyorum ama tek bir cevap yok. Daha doğrusu iki cevap gelmişti; biri no couples diyerek çat diye reddetmiş, öteki de eve çıkmadan önce interview yapamayacak oluşuna takılmış (Türkiye'den direkt eve gidecektim çünkü). 

Tatilden eve döndük Kristin'den hala cevap yok. En sonunda dayanamadım, ben yazdım mail. Hemen geldi bu sefer cevap, meğer çok meşgulmuş falan da filan da. Ama 'The room is yours!' demiş, o yüzden affettim hemen. Öte yandan hala içim de tuhaf bir his var, çünkü başvurduğum çoğu ilan ya çok pahalı ya da yeri bir tuhaf. Ama bu ev, hem depozito istemiyor, hem Sunnyside'da metroya bir blok ötede, hem de sadece $760! Şu anda yayınımıza Türkiye'den katılan gençlerimiz için bu fiyat fazla görünebilir ama inanın bana, NYC standartlarına göre çok ucuz. Üstelik eski evimizden çok daha büyük, çok daha lüks ve metroya çok daha yakın. Ve yine de eski evin kirasından ucuz. O yüzden gerçekliğine inanamadım bir süre. Kafamda sürekli dolandırıcılık şüphesi - Craigslist'te çok olan bir şey çünkü. Facebook'ta kızı buldum, ekledim, öyle bir insan varmış yani gerçekten, buna inandım. Ama kız var da apartman var mı acaba? O yüzden hemen kontrat istedim. Onun imzalanma falan süreci 1-2 haftayı buldu, o zamana kadar ben bir türlü rahat bir nefes alamadım. Gerçi aldıktan sonra bile gergindim, New York'ta adresin kapısına gidip de öyle bir daire bulamamak da var. Bir yandan da tabii etrafa rahatmışım, ne yaptığımı biliyorum imajı vermeye çalışıyorum ki zaten sublet olayına temkinli yaklaşan anne babam iyice panik olmasın. Arkadaşlar da keza. Ve tabii ev işi konusunda bana güvenerek atlayıp New York'a gelecek olan Emre de var. Öyle ya da böyle endişelerimi arka plana atıp iki haftayı zor ettim ve New York'a geldik. Uçak gece 10 falan gibi indi New York'a. Ve nasıl yağmur yağıyor! Benim hayvan gibi bavullar falan derken baktık taksisiz olacak iş değil. JFK'de kapıdan çıkar çıkmaz zaten taksiciler karşılar seni. En son bıraktığımda flat rateleri $45'ti. Gene öyle olacak diye hazırlamıştım kendimi ve cüzdanımı ama meğersem zam gelmiş. 60 olmuş. Oha ya ödemem derken, başka bir adam geldi, you need taxi? diye sordu. Yes, to sunnyside dedim. 45 dollars dedi. OK dedim. Follow me dedi ama baktım yoldaki taksilere gitmiyor, bambaşka bir taraflara gidiyor. Otoparkı falan geçtik neredeyse havaalanından çıkıcaz. Hasiktir, elin hintlisi köşede bizi öldürüp bütük malvarlığımızı alıp kaçmasın? Irkçılıkta son nokta diyebilirsiniz ama gece olmuş 11, hava yağmurlu, jet lag'liyim, panik olmam gayet normal. :P Tabii korsan taksi meğer Queens ve Brooklyn'de yaygınmış, sonrada öğrendim bunu, Manhattan'da hiç yoktur çünkü. 

Sonunda tecavüze uğramadan, öldürülmeden, hırsızlığa uğramadan eve vardık. Bavulları binaya taşıyana kadar zaten sırılsıklam olduk. Ben içimden dua ediyorum tabii 'nolur kristin diye biri olsun, nolur dolandırıcılık çıkmasın' falan diye. Daire 3AW'nin önüne geldik ve biz daha kapıyı çalmadan açıldı kapı. Hakkaten de varmış öyle biri, Hi'laştık, isimlerimiz 3-5 kere tekrar edildi ve söylenmeye çalışıldı falan ve içeri girdik. Odaya bir girdik, kız temiz nevresim takımı, yastıklar, temiz havlu falan bile bırakmış. İnanılır gibi değil. Hala inanamıyorum, hala kızın gelip 'yeah, 760 demiştim ama, aslında o 1760'tı' falan demesini bekliyorum. Ama gayet kirayı verdim, ses etmedi falan. 

Neticede çok iyi çıktı kız. Hatta fazla iyi. Kristin'i bulmamdaki şansıma hala inanamıyorum. Daha da bitmedi zaten, durun. Kızla muhabbet ederken FIT'den mezun olduğumu, yana yakıla iş aradığımdan bahsettim. Şöyle bir durdu, şaşırdı, 'benim ablam moda sektöründe!' dedi. Hemen tanıştırayım sizi, belki bir şey çıkar, dedi. Sözünü de tuttu, bir gün Emre'le turistçilik oynarken Kristin'den mesaj geldi, akşam bir partiye gidiyormuş, ablası da orada olacakmış, siz de gelin diye. Atladık tabii. Parti daha acayipti, America's Next Top Model birincisi falan vardı ortalıkta. Ablası falan da iyi çıktı, ama kafası iyiydi biraz, neden bahsettiğimizin o sırada farkında olduğunu sanmıyorum. Partide de Kristin'le muhabbet etme fırsatımız oldu. Mailime yanıt vermesinin gecikmesinin sebebi yüzlerce mail almış olmasıymış. Onları eleme süreci uzun ve zorlu olmuş. Tam olarak beni seçmeye ikna eden şey de benim 8tracks listemmiş. Yüzyüze görüşemiycez diye flavors.me sayfamı yollamıştım da ilk mailimde her haltımın olduğu. İş yerindeymiş, 8tracks listemi dinlemeye başlamış. 1-2 şarkıdan sonra 'wow, this person is cool' demiş. Sağdan soldan da 'güzelmiş lan' tepkileri gelince, iyidir iyi demiş ve bana mail atmış. Sonunda müzik zevkim bir boka yaradı yani. Onun dışında kızın da bir Harry Potter hayranı olduğunu, kitap manyağı olduğunu öğrenince tadından yenmez hale geldi. 

Oradan çıkıp eve giderken gülmekten darmadağın olduk çünkü kız bir ara 'hayaaat beni niden yoruyosuuun' diye şarkı söylemeye başladı. Erkek arkadaşı sağolsun öğrenmiş, bir de bütün sözlerini ezberlemiş, o kadarını ben bile bilmiyordum! :D Onun dışında böyle ufak tefek Türkçe bilgisini sergiledi, sevgilisinin ailesiyle olan maceralarını anlattı ki onlara da yarıldık. 

O gün de Kristin'e ev mevzusunu açtım. Kendisi de ay sonunda Fransa'ya öğretmenlik yapmaya gidecekmiş, o yüzden ev sahibiyle konuşmuş kontratı Ağustos'tan sonra devam ettirmek istemediğini söylemiş. Ben de dedim, e o zaman evi üzerime yapayım. Çünkü ev kocaman, çok güzel ve sadece 1500 dolarmış - 2 oda. O da tamam, ev sahibiyle konuşur, hallederiz dedi. Ama işte sorun olan bir şey vardı ki ev sahipleri sağlam kredi geçmişi istiyor. İlla garantör lazım. E benim de yok. Rabia'ya sorarım dedim. Onunla da Ağustos sonrası için eve çıkma planlarımız vardı ama kesin değildi hiçbir şey. Onun da henüz bir işi yoktu çünkü ve üstelik o New York'ta kalmak istediğinden bile emin değildi. Haliyle benim işim de kesin olmuyordu. Ama bunu da kafamdaki 'sonra düşünülecekler' çekmecesine attım. En azından Kristin'den haber gelene kadar.

Her neyse, Kristin'i geride bırakırsak benim sorunlarım - ev yok iş yok - aklımın bir köşesinden çirkin başını çıkarıp arada sinirlerimi bozuyordu ama henüz panik seviyesinde değildim. Sabahları her zaman Emre'den önce uyandığım için oturup gördüğüm iş başvurularına başvuru yapıyordum, arada da Rabia ortada bırakırsa ya da Kristin'den kötü haber gelirse diye Craigslist'e bakıyordum ama ciddi değildim, alternatif var mı diye bakıyorıdum. O sırada da maşallah ilan üstüne ilan... Bileydim... Neyse. İşte hepsini kenara bırakırsak bu iki hafta gerçekten çok güzeldi. Zira Emre'ye yer göstercem diye ben de hayatımda gitmediğim bir sürü yer keşfettim. Uğramadık mahalle bırakmadık denebilir. En azından önemli olanlarından. Hatta genelde rutinimiz belliydi, öğlen yeni yer gör, turistik aktivite yap, akşam da yelp'ten çevredeki ucuz ve güzel bar seçip gidip değişik biralar denemek. Ah, those were the days.

Ağustos 19-24: Panic Starts to Show Its Ugly Head


Artık yavaştan panik olmaya başladım. Zira çünkü daha ne iş cephesinde herhangi bir gelişme var ne de ev mevzusu kesinleşmiş değil. Babam da paso arayıp bir ay daha iş bulamazsam masraflarımı karşılayamayacağını söyleyip duruyor, stresime stres katıyor... Bir yandan da Emre'ye belli etmemeye çalışıyorum, çocuğun tatiline sıçılmasın diye ama sonuçta yakın da arkadaşım, hem o farkında hem de ben de dayanamıyorum haliyle. Gerçekten o olmasa ben bütün gün yatağımda cenin pozisyonunda yatar, depresyona girerdim itinayla. Ya da 'olmayacak ya, ne kasıyorum' der, pılımı pırtımı toplar, dönerdim. Sağolsun çok destek oldu bana, her umutsuzluğa düştüğümde titreyip kendime getirdi, kendisine buradan sevgilerimi ve teşekkürlerimi iletiyorum eğer bir gün olur da okursa buraları.

O ara iki yere daha gittim iş için; biri babamın tanıdığı, adam bana iş verir diye gittim meğer sadece 'yaa demek iş arıyorsun.. zor valla' falan gibi şeyler söyledi. Ötekiyse bütün ümitlerimi söndürüp ('Bu piyasada iş bulmak çok zor. Üstelik senin gibi deneyimsiz biri... Bulamazsın paralı iş, söyleyeyim. Kan ağlıyor piyasa') parasız staj önerdi. Hiçbir şey bulamazsam oraya giderim diyordum, en azından deneyim olur...

En sonunda bir sabah gene babamla depresif bir telefon konuşmasından sonra dedim 'Ece, artık gururunu bir kenara bırakmanın vakti geldi, ofis işi bulamıyorsun işte, git bari para kazan'. Bunun üzerine aklıma ilk Amy geldi, bu arkadaş yazları hep bir mağazada satış elemanı olarak çalışıyormuş, o yüzden patronla kanka modundalarmış. İş bulamazsan bana gel, ayarlarız orada bişeyler demişti. Hemen onu aradım. Dedim durum vahim. O da ertesi gün boşmuş, buluşalım, gidelim, tanıştırayım patronla seni.

Ertesi gün Emre'yi otobüse bindirip New Jersey'deki devasa outlet mall'una gönderdim alışverişini yapsın diye, ben de gittim Amy'yle buluştum. Gittik mağazaya, M&J Trimmings diye bir incik boncuk mağazasıymış. Patron'u görmeye gittik, hakkaten canayakın bir adam, Amy de beni göklere çıkardı anlatırken. Hemen application doldurdum, adam da üzerine işaret koydu. Biraz daha umut geldi bana ama hala dertliyim, okulda birinci olmuşuz, New York'ta kalacam diye köle gibi çalıştırılmaya göz yumucam diye... Ama yapacak bir şey yok tabii, bazı şeyler için bir takım şeylere katlacaktım elbette.

Ev konusunda da Rabia garantör bulduğunu söyleyince içim biraz daha rahatladı. Böylece Emre'nin kalan günlerinde içim biraz daha rahat gezdim...

Tabii ibretlik hikaye henüz burada değil. Part II çok yakında.




I Happen To Like New York

'New York'u neden seviyorum' konu başlıklı yazıma hoş geldiniz. Yaklaşık 2 haftadır 'niye kasıyorum ki burada kalmaya bu kadar' diyip duruyordum. Bugün hatırladım neden olduğunu. 

Çünkü gerçekten sürprizlerle dolu şu salak şehir. Öyle büyük sürprizlerden bahsetmiyorum tabii, ama durup dururken mutlu eden ufak şeyler.

Sabah uyandım, baktım hava çok güzeldi. Hafta içi bayağı kötüydü çünkü, bir de hava durumunda yağmurlu olcak gibi gözüküyordu hafta sonu, o yüzden sabah güneşi görünce 'dışarı çıkayım lan' dedim. Kafamda hiçbir plan yoktu, Nook'umu çantama attım, keyfime göre bir parkta kitap okur, azıcık dolanır eve dönerim diyordum.  

Dışarı çıktım, sokaktan çıkıp caddeye çıkınca bir baktım, koskoca cadde kapanmış, kermes kurulmuş! Böyle değişik ülke mutfaklarından yemekler, değişik değişik takılar, eğlenceli ıvır zıvırlar falan. Bir de trafiğe kapanmış haldeki koskoca caddede arabalar olmadan, rahat rahat dolanmak bayağı güzel oldu. Taze taze, hemen tezgahta siparişe göre limon sıkarak limonata yapan biri vardı, hemen aldım, dolandım öyle.

Sonra orayı bırakıp Madison Square Park'a yürüyeyim dedim. Parka bir geldim, çimenlerde bir kalabalık... Meğersem US Open'a özel, açık havada tenis gösterimleri yapılıyormuş canlı canlı. Hem de Federer'le Djokovic'in maçı varmış bugün. Hemen kuruldum çimenliklere tabii. 

Sol: Ekran ve izleyenler. Böyle boş olduğuna bakmayın, bu resmin çekilmesinden yarım saat sonra oturacak alan kalmadı. Sağ: Aynı park, farklı açıyla. Hatta ilerde ekran görünebilir. Ama parkın ortasında böyle bir kafa var. Zen olmasını sağlıyormuş parkın. Neden diye sormayın...

Bu arada 5 dakika sonra falan gökyüzü karardı birden. Oha yağmur mu yağcak derken bir baktım dumanlar. İlerideki binalardan birinde yangın çıkmış. Tabii bu güzel bir şey değil belki ama şehrin asla boş durmadığını kanıtlamak açısından güzel bir örnek. :P

Maç da bayağı güzel bir maçtı zaten, doğru bir karar vermişim oturmakla. Sonra bir ara sevgili ZSA mesaj attı, Lincoln Center'da bedava filarmoni orkestrası konseri mi ne varmış, onun bilet kuyruğundalarmış. Ama inanılmaz sıra varmış, alamayabilirlermiş. Ne olur ne olmaz dedim, ben gideyim karnımı doyurayım, zaten maç da bittiydi. 

Union Square Park'a gideyim dedim bu sefer, yoldan yemek alır, orada otururum dedim. Yürürken bir çin lokantası gördüm, en sevdiğim lo mein noodle'dan paket yaptırdım, gittim parka. Bu parkta hem masalar oluyor, hem banklar hem de çimenler. Masalar doluysa banklarda, banklar doluysa da çimenlerde otururum dediydim. Baktım masalar tıklım tıkış. Tam banklara yönelcekken teyzenin biri, 'ben kalkıyorum sweetie, gel otur, gitme' dedi. Ver o mübarek elini öpeyim teyzem diyecektim ki kendimi tuttum kibar kibar teşekkür ettim. Oturdum, yemeğimi yemeye başladım, kulağımda da kulaklık var, müzik dinliyorum. Şarkı arasındaki sessizlikte baktım başka güzel müzik sesleri geliyor. Kulaklıklarımı çıkarıp sağıma soluma bir baktım, yan tarafımda 4 adet kırklarında amca enstrümanlarını kapmış şarkı çalıyorlar. Bu gayet sıradan bir olay tabii New York parklarında, ama bu amcaların farkı, istek parça kabul etmeleriydi. 2 gitar, çello ve davulları ile kulaklarımızı şenlendirdiler. The Beatles'tan, The Kinks'ten, Rolling Stones'dan, Turtles'dan falan bir sürü şarkılar çaldılar. Ama beni asıl etkileyen başka bir şey oldu... Meğersem bu amcalar gençken grup kurmuşlar, ama hayat gailesiydi şuydu buydu derken dağılmışlar. Bugün yıllardan sonra ilk defa bir araya gelmişler ve enstrümanlarını kapıp parkta yeniden müzik yapmaya karar vermişler. Bir tanesi makinasını çıkarıp izleyicilerden birine verdi, resmimizi çeker misiniz diye. Mutlulukları neredeyse yüzlerinden okunuyordu, o derece samimiydiler, yoksa 'ay para koparmak için uydurdukları hikayedir' derdim. Onun yerine 'ay kıyamam' dedim, gittim para verdim ben de, ki genelde cimriyim bu konuda. Sunny Afternoon istemiştim ben de Kinks'ten, kırmadılar sağolsunlar. :P Bir de şarkıları öyle güzel, öyle neşeli çalıyorlar ki izleyicilerin bir kısmı dayanamadı, çıktılar dans etmeye falan başladılar.

Amcalar gittikten sonra, artık nihayet öncelikli planımı yerine getireyim dedim, nook'umu çıkarıp kitabıma devam ettim. Yarım saat-kırk beş dakika falan okuduktan sonra birden önümde iki kız belirdi. 'Pardon, bir şey sorabilir miyim' dedi biri. Sure dedim. 'New Yorker mısınız?' dedi. 'Bir senede olunabiliyorsa neden olmasın' dedim. 'Aa nerelisiniz' dedi öteki. Türk olduğumu söyleyince önce bunlar omaygad omaygad diye delirdiler, noluyor lan derken biri 'mirheba nasilsiniz' dedi. 'ha?' dedim sadece. 'biz gittik türkiye, çok siviyor biz' dedi öteki. 'oha! really?' dedim. 'girçekten' dediler ve sandalye çekip oturdular. 'eeeööö noluyoruz' falan demeye kalmadan soru yağmuruna tuttular, üstelik bozuk bir türkçeyle. İngilizce cevap verdim ilkinde refleks olarak, sonra sorularına türkçe devam edince ben de türkçe konuşmaya başladım. iki cümlemin arasında da 'this is so weird' diyerek. :P Meğer geçen sene dil ve kültür öğrenmek için Türkiyeye gitmişler bir seneliğine. 'Neden ki?' dedim. 'Türkiye'yi çok seviyor çünkü biz!' dediler. 'Neden ki?' dedim yine. Suratıma baktılar tabii anlamadılar. Sonra Türkçe'lerinin sınırlarına geldiklerinde, alright, dedi, eminim yanına niye böyle geldiğimizi merak ediyorsundur, dedi. Meğersem bu iki kızcağız, misyonermiş, insanlara Jesus Christ aşkı aşılamak en büyük amaçlarıymış. 'you're... kidding, right?' diye sordum. Malesef gayet ciddilerdi. Sonra yarım saat boyunca onlar Hristiyanlığın neden en iyi din olduğunu, ben de onlara neden öyle bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Kızlardan bir tanesi de meğersem hayatı boyunca Ateist yetişmiş, üniversitedeyken İsa'yı bulmuş, daha doğrusu en zor anında İsa  onu bulmuş. Ciddi ciddi İsa'yla kişisel olarak konuşabildiklerini falan iddia etmeye başladılar. 'There is a famous quote... 'If you talk to God, you are praying; If God talks to you, you have schizophrenia,"I believe that's true' dedim, güldüler 'hmmm entellektüel birisin demek ki, o zaman entellektüelitene hitap edecek argümanlarda bulunmamız lazım' dediler. Sonrası eğlenceliydi, onlar bir şeyler anlatıyor, ben onları çürütecek karşı argümanlarda bulunuyorum falan. Yani insanların inandıkları şeylerle dalga geçmeyi sevmem ama bunlar o kadar körcesine, o kadar aptalca inanıyorlar ki sorgulamadan, elimde değildi, ben napayım. Sonunda benden bir şey çıkmayacağına karar verince gittiler, ama kesinlikle çok ilginç bir deneyimdi. 

Hava kararır gibi olunca kalktım, DSW'ya gittim. Ayakkabılarımın hepsini tüketmiştim, ciddi ciddi, zaten indirim falan da vardı, ayakkabı aldım, keyfim daha da yerine geldi. Oradan kalktım Wholefoods'tan meyve tabağı aldım. Parkta banklara oturdum bu defa, çünkü meydanda dans gösterileri vardı bu sefer. Hava iyice geç olunca kalktım eve yürüdüm. Eve gelince de bu günü kaydetmeye karar verdim. Uzun süredir ilk defa hayatımdan inanılmaz memnunum çünkü. 2 haftadır bayağı bir çile çektim zira. Onları öteki yazımda anlatıcam. Aslında ona daha önce başladım yazmaya, ama o çok uzun sürecek, hatta sanırım chapter chapter yayınlıycam. İlerde gerçekten hatırlamak istiyorum, ibretlik bir hikaye. :P O zamana dek, hoşçakalın sevgili takipçilerim!

Sunday, July 17, 2011

Hey Ho

I'm a student no more, bitches! 

Aslında bayağı önce bitti de nedense blog yazma hevesim de öğrencilikle gitti gibi oldu bir ara. Hala bazen çok yazasım geliyor de ne yazacağımı bilemiyordum. Hala da bilmiyorum ya, açtım, belki ilham gelir diye. 

Yazacak da çok şey var aslında. Mesela eski evimden çıktım. Asla yaşamayacağımı düşündüğüm olaylar yaşayarak üstelik. Detay vermeyeceğim ama tatsız olduklarını söyleyebilirim. Hayatımın o bölümünün kapanması acı oldu ama kapandıktan sonra da rahatladığımı fark ettim. Zaten daha iyi oldu gibi. 

O zaman... Previously on Persephone's Life, Universe and Everything.

En son Nisan'da bırakmışım. Nisan'dan itibaren sevgili ZSA ile New York'ta ne kadar beleş etkinlik varsa hepsinin tadını çıkarmaya baktık. Quentin vs Coens sergisi ve Tribeca Film Festivali açılışı özellikle yakaladığımıza pek sevindiğim etkinlikler. Tribeca Film Festivali açılışı ücretsizdi, tabii first come first serve şeklinde olduğundan aslında girmesi de o kadar kolay değildi, ama ilk defa çılgın amerika'lıları ezip geçmiştik onda. Akşam 7'deki etkinlik için sabahın 10'unda gittik sıraya girdik ve en önden biletimizi kaptık (bilet dağıtılan yerden elimizde bilekliklerimizle çıktığımızda dışardaki sıra bir block ve bir avenue uzunluğundaydı. biz de bileklikleri sallaya sallaya yanlarından geçtik, pek tatmin ediciydi). Üstelik sadece film de değildi. Zaten film dediğim şey de Cameron Crowe'un çektiği Elton John belgeseliydi The Union isimli zaten. O yüzden filmin ardından Elton John konser verdi, ortalığı da yaktı yıktı hatta. Ben ki hiçbir zaman Elton John ile ilgilenmemiş bir insanım yani. Film ve konser öncesinde de The Bangles bir iki şarkı söyledi ve Martin Scorsese konuşma yaptı! Düşünün, ben canlı canlı Martin Scorsese görmüş bir insanım artık. 

Onun dışında iki yazar söyleşisine katıldık. Biri Tina Fey'di! Ha ha, evet, yeni kitabı Bossypants'in tanıtımı amaçlı bir söyleşiydi. Hayyyvan gibi kalabalıktı, Tina Fey'yi yakından görmek ve kitap imzalamak dışında pek de bir olayı yoktu, ne yalan söyleyeyim. Onun dışında bir de Nicole Krauss söyleşisi vardı. Bu tam yazar söyleşisiydi ama, zaten Hunter College'daydı, çok çok daha az insanla, 'biz bize' denebilecek bir şeydi. Great House kitabından bir pasaj okudu ve daha çok soru-cevap şeklinde ilerledi. En önde de oturduk, kadını da pek sevdik. 

Sonra, projeyi bitirdik hayırlısıyla. Cinco de Mayo'da (5 mayıs :P) sunduk, tahmin ettiğimden iyi geçti. Introduction bana aitti, esprili bir dille başlayayım dedim, salonun güldüğünü duymak da ayrı cesaret verdi. Keşke bana iş verseler gidince :( Neyse, proje boyunca peşimizde dolanan yönetmen teyzenin hazırladığı video. Bizimkisi RUDE. 



Ve sonra da mezun oldum işte! Adımı 'eys örmın' diye okudular, delirdim. Ama neticede artık bir Fashion Institute of Technology mezunuyum.

ta-daaaa!
Sonra da evimi boşaltıp İstanbul'a geldim işte 2 aylığına. Aslında oralar da maceralı bayağı, eşyaları storage'a taşımalar, her şeyin son dakikaya kalması sonucu yaşanan bir dolu saçmalık, havaalanındaki olaylar falan... Sonra Baseball maçına falan gittim Amerikan arkadaşlarla, Bronx Zoo'ya falan gittim ki onlar da başlı başına birer post. Onları başka bir ara anlatırım. 

İstanbul'a geldiğimden bu yana da deli tepmiş gibi gezdim. Ve içtim. Ve gezdim. Ve içtim. Tatile gittim. Yüzdüm. Arada One Love'a gittim. İTÜ mezuniyetime katıldım (bölüm birincisiymişim bu arada, deli gibi hediyeler, paralar, şan, şöhret, göt kalkması). Cuma Patrick Wolf konserine gittim. Ve içtim. Ne iş aramak, ne okula gitmek, ne de başka bir stres sebebi bişeyim olmadan, sadece ve sadece tatil yapmak için İstanbul'a gelince ne kadar eğlenceli olabildiğini de anlıyormuş insan bu şehrin. Tabii güzel bir takım arkadaşlarla. 

Şimdi yaklaşık 20 günüm falan kaldı, sonrası ne olacağı belli değil. İş bulur muyum, bulamaz mıyım, bulursam nasıl bir iş bulucam, para nerden bulucam vs vs. Aklıma geldikçe geriliyorum. Sonra birlikte eve çıkacağım kişi de ortada bırakınca beni Türk ev arkadaşı arayışlarıma bir son verdim ve Craigslist'e daldım. Şimdilik bir aylık bir sublet buldum, uygun fiyatlı, güzel bir oda. İşin bombası, bu yenisinin eski evimin yanındaki daha lüks olan binada olması tabii. Binada laundry olduğunu da belirtmek isterim! Ama tabii sonrası nolacak o da belli değil. Bir gideyim de. Offf gene çok gerildim çok!  

Wednesday, April 20, 2011

Make Your Own Kinda Music

Biraz lame bir başlık adı oldu ama bu saatte müzikle ilgili aklıma gelen ilk şarkı ismi bu oldu, hem uyuyor da. Bir site buldum, hayatım değişti! Hayatım değişmedi elbette ama okul bilgisayarlarında ödev yaparkenki zamanlarım değişti mesela. Yepisyeni şarkılar da keşfettim sayesinde. 8tracks! Pandora, Last.fm falan iyi güzel de orada aradığım şarkıyı asla bir daha bulamıyorum o an bir yere yazmazsam ve her zaman tam ruh halime uygun şarkılar çıkmıyor. Bu site bayağı iyiymiş, sevdim. Ve bakın size ne yaptım!

Çavlan'a Not: Playlist'teki görseli Tumblr'ından çaldım sana sormadan, affet. :)

Wanting Comes in Waves

      I want someone who will be monogamous and nice to his mother. And I want someone who likes musicals, but knows to just shut his mouth when I’m watching “Lost.” And I want someone who thinks being really into cars is lame, and strip clubs are gross. I want someone who will actually empty the dishwasher instead of just taking out forks as needed - like I do. I want someone with clean hands and feet and beefy forearms, like a damned Disney prince. And I want him to genuinely like me. Even when I’m old. And that’s what I want.

- Liz Lemon, 30 Rock 

İdolümsün Tina Fey. Başka bir dünyada, başka bir zamanda, başka bir gerçeklikte çok iyi arkadaş olabilirdik. Söyleşine gittiğimde imza kuyruğunda gözlerimle 'BFF'im ol' sinyalleri verdim, ama fark etmedin. 'Nice to meet you' dedin, 'thank you' dedin ama ciddi değildin, biliyorum. Büyük bir fırsat kaçırdın Tina'cığım. Çok eğlenebilirdik halbuki birlikte. Kitabını da çok sevdim. 

Sevgilerimle,
Persephone


Tuesday, April 05, 2011

Relax (Take It Easy)

Kafayı yiycem şu sınavlardan ve ödevlerden.  Bir şey yapmasam da, procrastination'ın allahını yapsam da orada olmaları sürekli gergin dolaştırıyor. Bütün hocalar kendi derslerinden başka ders almadığımızı zannediyorlar ve birlikte ders aldığım amerikanlar da çıldırmışçasına organize insanlar, sınavlara bir hafta öncesinden falan çalışıyorlar, inanılır gibi değil. Gerçekten günü gününe ders çalışan, eve gider gitmez o gün verilen ödevleri bitiren insanların varlığına inanmazdım, ütopik gelirdi bana bu. Ama varmış. Ve hepsi bizim bölümde. Hele bir de grup ödevi yapıyorsak aman yarabii... Saat başı text, dakika başı e-mail. Ya bebeğim, relax, haftaya pazartesiye kadar üç yüz kere bitiririm ödevi diyorum, yok, illa bugün yapıp bitiricez dün verilen ödevi. Güzel bir şey de azıcık sakin olun lan. Azıcık erteleyin. Psikolojimi bozuyorsunuz. 


Hele bir de Amanda diye bir hatun var bizim bölümde. Ben böyle bişey görmedim, robot mübarek. Sürekli ajandası elinde, deadline manyağı bişey. Ha, grup projesi yapılıyorsa kesinlikle grubunda olmasını istediğin kişi, çünkü her şeyi eline alıyor, inanılmaz proaktif, her şeyi yapıp bitiriyor ama bütün diğer gruplar sakinken en stres içinde yaşayan bizleriz resmen. Sayesinde bayağı bir öndeyiz herkesten ama cidden, daha öğrenciyiz lan. Bu kadar stres iyi değil. 

Bitirme projesi gerçi bu bahsettiğim, önemli böyle önde olmamız, özellikle de projemizi Bloomingdale's'e sunacağımızı öğrendiğimizden beri iyice dikkate almaya başladım Amanda'nın e-maillerini ve textlerini. Alışkın değilim ama ya. Zor geliyor valla. Sosyal hayat kalmadı. 

Kurdeleli olanlar arkalı önlü, Las Vegas'lı olan RUDE'un arkası.

Neyse, proje bayağı iyi gidiyor ama. Heyecanlanmaya başladım. Elceğizlerimle ve kıt illustrator bilgimle tasarladığım etiketler geldi (yukarda), bilgisayarda tasarlamak neyse ama böyle kanlı canlı görünce bir gaza geldim anlatamam. Postayla benim evime geldi bir de, zarfın üzerinde benim adımın hemen üzerinde de R.U.D.E. Jeans yazıyor, sanki gerçekten bir firmaymışız gibi. Gerçek artık, bir fikir değil. Tasarladığımız kotların da prototipleri gelmiş, perşembe photo shoot yapıcaz. 

Yeni gerginlik sebebi de şu 5 Mayıs'taki Alumni Dinner. Yüzlerce insanın arasında Bloomingdale's de olacakmış, business planmişçesine sunucaz, satın alıp gerçekten üretime sokma ihtimalleri varmış. Veee 8 kişilik grubumuzda 3 kişi konuşma yapıcakmış sadece, introduction da kime gitti dersiniz? Yours truly. Geril geril geril geril... Closing de benim, 1.30 dakikalık bir açılış ve kapanış konuşması hazırlamam lazım. Daha da fenası gidip bir ara elbise almam lazım en formal'ından. 

İyi oldu ama bu Bloomingdale's'in gelmesi. Gerçekten de fikrimizi satın alacaklarını sanmıyorum ama şahane bir deneyim olacak gelecek için. Neticede 4-5 ay sonra potansiyel işverenim olabilir o insanlar. Tabii bir de projenin başındaki hoca da bölümün dekanı. Bölümdeki herkes nerdeyse şimdiden iş buldu - Ralph Lauren, Tommy Hilfiger gibi yerlerden bahsediyorum - ve çoğuna iş bulan da Jeffrey'miş. Arayı iyi tutmak, kendimi göstermem lazım. Çünkü bu arkadaşları bu hoca 4 senedir, beniyse 4 aydır tanıyor. 

Ay neyse, yarınki vizeye çalışmam lazım benim, esen kalın sevgili takipçiler. 


Wednesday, March 16, 2011

Southern Point

Pazartesi günü güneyin incisi North Carolina'daydım. North olduğuna bakmayın, has be has güneyli, y'all diye konuşan hillbilly'lerin mekanı. Ve güney eyaleti tabii. İnci minci de değil tabii ki, amerikanın köyü, hiçbir bok yok. Gezmeye de gitmedim zaten, okul götürdü. Şu aralar gidip gidebileceğim tek seyahat olduğu için yazıya başlarken kullandığım 'geçenlerde miami'deydim' havasını affediverin. Bölümde benim dışımda herkesin Cancun'a falan gidiyor olmasının acısını atlatmaya çalışıyorum. Niye NC peki? Şimdi biz tekstil bölümüyüz ya, tekstil söz konusu olduğunda en önemli doğal kaynaklarından biri pamuk ya, Cotton Incorporated'in genel merkezi de North Carolina'da ya. O yüzden. Alabildiğine de lüzumsuz bir geziydi, sabah gün doğarken bindik uçağa, gün batarken New York'umuze geri döndük. 

Niye yazıyorsun bunu bloguna o zaman derseniz de bişey diyemem, haklısınız, şu anda yazmam gereken paper'ı ertelemesi dışında hiçbir işlevi de yok bu yazının. Ha, ama diyebilirim ki, haftalardır yaptığım tek değişik aktivite, sırf o yüzden bile bir yazıyı hak ediyor bence. 

Cotton Inc lablarını gezerken şeyi fark ettim ama, şaka maka 4 sene boşuna gitmemiş. Tekstiller konusunda ciddi bir birikimim varmış. Geçen sene open end yarnla ring spun arasındaki farkları sorsan, onlar ne ki derdim. Şimdi onlarla ilgili yapılan esprilere falan gülüyorum, o derece. Bir de bir an cool hissettim lan. Air jet spinning makinalarının olduğu labda dolaşırken özellikle, o minik robotumsu cihazlardan oluşmuş makinaları gördükçe insanı makina mühendisi olmak istemeye yönelten o gücü anlayabiliyor insan canlı canlı görünce. Elyaf teşhis labındaysa tanıtım yapan teyzeden kopup kafamda televizyon dizisi ürettim derhal. Teyze kumaşta gördükleri minicik bir defonun nedenini saptarken kullandıkları teknolojinin ve onun ne kadar cool olduğunu falan anlatıyordu da aklıma son zamanlarda sardırdığı Bones geldi. Meğersem ben inanılmaz yetenekli bir tekstil uzmanıymışım, şak diye bir kumaş parçasının orijinini söyleyebiliyormuşum. FBI da beni cinayet vakalarında yardımcı olmam için tutmuş. Her hafta kumaş teşhisi yaparak insanların hayatını kurtarıyormuşum meğersem. Takribi 4-5 dakika sonra dünyaya indim gerçi böyle bir şeyin saçmalığını kavrayarak. Mütevazılık değil bu saçmalığın kavranması, yanlış anlaşılmasın, istesem o biçim bir tekstil uzmanı olurum da öyle bir iş yok muhtemelen, pek bir işe yaramaz FBI'ın. Kaldı ki Bones'a göre tekstillerin tehşisini herkes yapıyor. Allahım ne kadar boş bir mesleğim var... Evet, iki dakikada dünyayı kurtarmaktan kendine acımaya çevirebilirim bir paragrafı. Benim süpergücüm de bu olsun mesela. 

Güneylileri sevmiyorum ama. Tamamen aksanları yüzünden bu arada, yoksa çok kibarlardı, bir neşeli bir mutlu insanlar ki sormayın. Ama her kelimeyi uzatmaları, y'all'ları falan katlanılacak gibi değil. Yemekleri rezil gibi bir de. Cole slaw, tavuk/domuz barbekü, mısır ekmeği ve yer fıstığı bütün cuisine'lerini oluşturan şey. 

Koskoca yolculuğun tek güzel kısmı dönüşüydü. Bunu da metaforik anlamda söylemiyorum, cidden North Carolina Raleigh/Durham havaalanındaki kısım pek bir eğlenceliydi. Gezi beklenenden kısa sürdü anladığım kadarıyla çünkü 3'te geri döndük havaalanına. Uçağımız da 5.45'teydi. Kızlar bir winery bulmuşlar, hadi şarap içelim dediler. Olur dedim ben de, uçakta uyutur, biraz dinlenmiş olurum dedim. Normalde pek şarap sevmeyen bir insan olarak o winery'de içtiğimiz cabarnet sauvignon'un inanılmaz leziz olduğunu belirtmeliyim. Orada zaten kafa biraz iyi oldu, sonra sınıfın geri kalanının da brewery'de olduğunu öğrendik yüce facebook sayesinde. Kalktık oraya gittik bira içmeye. Marzen diye bir bira içtik orada da bir kaç tane. Uçuş saati geldiğinde artık hepimiz havalarda uçuyorduk, bayağı bir rezil ettik kendimizi güneylilere ama sürekli 'we're new yorkers, who cares what north carolina people think!' diye bağırışıp rezilden ziyade iğrenç insanlar olduğumuzu gösterdik. O kafayla havaalanlarındaki o yürüyen şeritlerin bize inanılmaz bir oyun alanı haline geldiğini söylememe bilmem gerek var mı. Sarhoş halde uçağa binmek de bayağı bir enteresan bir deneyimdi. Allahtan bizim profesör Silberman diğer uçaktaydı da görmedi bizi. Gerçi duyduğuma göre o da esaslı bir içiciymiş. Geçen seneki Alumni Dinner da tekila shotları götürürken görüntülenmiş. Birlikte içtiğim kızlar inanılmaz derecede baseball hayranılar, ben bırak hiç izlememeyi, sporun kurallarını bile bilmediğimi söyleyince çok heyecanlandılar, ilk baseball maçına biz götürcez seni dediler, ama bakalım ne kadar tutacaklar sözlerini. Güzel olur hatırlarlarsa, merak ediyorum ben de o ortamı. 

Neyse, günden çıkarılacak ders New York'luların Amerikalı'ların köylüleri arasına düştüğünde ne kadar iğrenç olabildikleri sanırım. 

Bir de bu denim project dersi için video hazırlanıyor her sene bu yemekte gösterilmek için, o yüzden her derste her hareketimizi görüntüleyen kameralar bu gezide de vardı. Her anımızı görüntülediler, nereye gitsek peşimizden kameramanlar falan geliyor, kendimi bir bok sandım, bilmem söylememe gerek var mı. Geçen senekiler burada, merak eden falan olursa. Bizimkisi nasıl olcak, onu merak ediyorum.

Neyse, daha fazla ertelemeyemem, gidip bir business proposal yazmam gerekiyor, arivederçi y'all! 

Friday, March 11, 2011

Somewhere Between Waking and Sleeping

Gün itibariyle uyku düzenimi yoluna koydum, yurdun çeşitli yerlerindeki şenlikler artık başlayabilir. O kadar bok gibi yaşıyordum ki anlatamam. Sabaha kadar otur, 8 gibi sız, sabahki dersi kaçır, akşamki derse git, sabaha kadar otur. Ya da Sabaha kadar otur, giyinip derse git, dersin son 1 saati öleceğini san, o derece uykun gelsin, koşa koşa 'dur 3-4 saat uyuyayım, dinç bir şekilde akşamki derse gelirim' yalanıyla eve git, tabii ki 8-9'a kadar uyu, uyanıp 'eh, kimi kandırıyordun bebeyim' diye kendi kendine kız ve gene sabahla. Böyle saçma sapan bir rutindeydim. Ta ki çarşamba günü sabahki dersime bir daha gitmezsem kalacağımı, öğlenki dersimin mid-term'ü olduğunu ve akşamki derste term projectin anlatılacağını öğrenene kadar. Sanırım hayatımın en zorlu sınavını verdim o gün. Mid-term değil ayol, o bayağı kekti, 10 short answer, 50 de true-false, bala göte geçicem o dersi gibi duruyor. Ama bu şartlar altında uyanık kalmak... İşte asıl imtihan. Üstelik sabahtan akşama kadar olan dersler şu şekil: Renk Psikolojisi -- Tekstil Pazarlama -- Uluslararası Ekonomi. Sleep Fest resmen. 

Renk psikolojisi eğlenceliydi gene. Ders konuları gerçekten de marketing, ekonomi, global sourcing gibi dersler almasaydım dünyanın en sıkıcı ders konuları olmaya aday olabilirdi ama daha kötüsünü de gördüğüm için ve profesörü çok komik bir adam olduğu için gözlerimi açık tutabiliyorum. Tek kötü yanı sabahın 8'inde olması.  Öyle olduğu için de 7 kişi falan alıyoruz dersi, ilk gün 12 kişiydik ama acı bir şekilde her hafta doğal seleksiyonla gittikçe azaldık. Ama hoca çok komik, zaten italyan asıllı, Dominic Carbone diye bir herif (bunların hepsi aynı konuşuyor ama, o kadar çok hareketinde ve konuşmasında Tony Soprano'yu gördüm ki anlatamam. Onun biraz ibnemsi olanı. Ama değilmiş, karısının resmini gösterdi bir kere. Bir kere de köpeğinin resmini gösterdi. Adam sürekli bize fotoğraf gösteriyor. neyse), bazen böyle derste alabildiğine sıkıcı bir konuyu anlatırken ve hepimiz uyurken, anlattığı şeyin sonunu öyle bir şeye bağlıyor, öyle bir şey söylüyor ki önce jeton düşmüyor bizde 'did he just say that?' oluyoruz, sonra da sınıfça dağılıyoruz. Çok ciddi bir şekilde söylüyor çünkü, şaka yapar gibi değil, adam gerçekten komik. Mesela en son akromatik renk körlüğünü anlatıyordu, ben gene kopmuşum dersten, bambaşka diyarlardayım, konuya nerden geldi bilmiyorum ama anlattığı hikayeyi olağanca ciddiyetle 'so naturally I was convinced they were vampires' diyerek bitirdi. Bazen de uyumayalım diye slide'ları bize okutuyor, kendi yazmamış çoğunu, başka yerden almış, arada okurken 'fuck it, sweetheart, that's bullshit,  let's drop this subject' diyip kapatıveriyor konuyu. Dönem projesi olarak da renk paleti oluşturmamız ve o renk paletiyle bir ürün, olay, mekan yaratmamız gerekiyor. Renk paleti ismini bize kendi verdi (O.P.I. ojelerinin isimlerinden çalmış), geçen dersi de o isminin bizde yarattığı çağrışımları tartışarak geçirdik. Benimki kolaydı, Barefoot in Barcelona idi (hayatımdan bir türlü çıkamıyor şu şehir, eninde sonunda yaşayacağım şehir mi olacak ne) ama bir arkadaşın renginin ismi 'you don't know Jacques'tı. Oradan konu 'frere jacques' isimli çocuk şarkısına ve nasıl her kültürde o şarkının oluşuna geldi. Sonra nasıl olduğunu anlamadan kendimi sınıfa 'başparmağım, başparmağım, nerdesin?' isimli parçayı seslendirirken buldum. Hoca istedi, bakmayın öyle :P Yaşadığım en ilginç deneyimdi ama akademik hayatımdaki sanırım.  Geçen derste de kırmızıyı işliyorduk, hintlilerde kınayla ilgili bir sürü gelenek varmış, dedim hoca orada dur. Başladım kına gecelerii anlatmaya. :P 

Neyse bu ders bir şekilde geçiyor da o Textile Marketing dersi ölüyü bile bir kez daha öldürür, o derece. Yazmıştım buraya daha önce nasıl bir hocası olduğunu, bugün de sınavı var diye seviniyordum ders yapmaz diye. Ama herif sınavı son bir saat yaptı. İlk iki saat boyunca hayatımız boyunca asla ilgimizi çekmeyecek olan bir takım gazete küpürlerini okudu. 

Ekonomide artık o kadar ölmüş bir vaziyetteydim ki cidden acı çektim göz kapaklarımı açık tutcam diye. 3 kere uyuyakaldım, ilk ikisinde usulca zıplayarak uyandım. Ama sonuncusu bayağı rezildi. Dirseğimi o sandalyelerin defter konan masamsı aparatlarına koyup başımı dayamak suretiyle uyuyakalmışım. Dirseğim de dosyamın üzerindeymiş, herhalde ondan kaymış, dirseğimin o masamsı aparattan düşmesiyle kafam da düştü, ardından dosyalar, kalemler, kağıtlar, telefonum hepsi yerde buldu kendilerini. O şaşkınlıkla etrafıma bakarken sınıfın tamamının bana baktığını ve hocanın da bana bakıp sırıtarak 'good morning, sorry to wake you up, I'll try to keep it down' dediğini fark ettim. i'm sorry, maym sorry diye mırıldanırken 'go wash your face, have a cup of coffee' falan dedi ama kızmadı pek. Delikanlı kadınmışsın hoca dedim, no i'm ok diyip oturmaya devam ettim. 5 dakika sonra gene uyumuşum ama bu sefer bir elimi alnıma koyup öbür elimle de kalem tutarak yazı yazmaya odaklanıyormuş gibi gözükmeye çalıştım. Başka vukuat olmadı allahtan, işe yaramasa bile ders sağ salim bitti. 

Eve giderken de - allahın emri o artık - metroda tabii ki de uyumuşum. Tren son durağa gitmiş, ters istikamette yeniden yola çıkmış, ben bizim eve 1-2 durak kala uyandım. 'allah, durağı kaçırmışım!' diye ilk durakta indim ters istikametteki trene binip eve gidicem diye. Doğru istikamette olduğumu tren gidip istasyonda yalnız kalınca fark ettim. Böyle komedi filmlerindeki gibi bir sahne oldu, ortam sessiz kaldı, önümden yapraklar uçuştu falan. İşin komiği, 7 treninin son durağı olan Flushing'e hep gitmek istiyordum, bir türlü fırsat olmamıştı. Gitmişim ama haberim yok, şaka gibi.

Her neyse, eve gittiğimde saat 10 olduğu için, biraz daha oturdum ve medeni bir saatte uyudum. Ertesi sabah yine erken kalktım, okula gittim, akşama kadar dersim vardı, eve gelince 11 gibi uyudum ve bu sabah dersim olmamasına rağmen 9 gibi uyandım! O kadar mutluyum ki! Sabahtan beri o kadar iş yaptım, saat daha 2! İnanılmaz bişey! Odamı bok götürüyordu, çamaşırlar o kadar birikti ki giyecek pantolon kalmadığından okula etek giyip duruyordum bu soğukta. Sabah güzel bir kahvaltı yaptım, odamı toparlayıp süpürdüm, şimdi de çamaşır yıkıycam. Dünyanın en işkence işi burada çamaşır. 3 blok ötede olması laundrymat'in en büyük etken bu procrastinationımda tabii. Git, çamaşırları at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, kurutucuya at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, çamaşırları al, eve gel. 3 blok elde kirli çamaşır dolu bir çuvalla yürümek de güzel bir katkı değil duruma. 

Sonra da yemek yapmam lazım. Gerçek yemek. Ağzıma sebze grubundan herhangi bir besin maddesi en son ne zaman girdi, gerçekten hatırlamıyorum. Kabak mı yapsam yoksa karnıbahar mı yapsam bilemedim. Kabak yapayım lan, cidden en son anamın evinde yediydim. Ah anam, kadın anam. Bilemedim yemeklerinin değerini. Evde çamaşır makinası oluşunun değerini bilemedim. Ne güzel kirlenince bir şey atardım sepete, sonra o sihirli bir şekilde temiz ve ütülenmiş olarak dolabımda olurdu. Ah, the price we pay to be alone....

Monday, February 28, 2011

Oh! You Pretty Things (Oscar Edition)

Hayatımda ilk defa medeni saatte ve insanlar eşliğinde izlediğim Oscar'lar, tabii ki de tarihin en sıkıcı töreni olacaktı. Halbuki ne umutlarla izlemeye başlamıştım James Franco ve Anne Hathaway'in sunuculuğunu. Ama James Franco adeta baston yutmuşçasına dikildi, Anne Hathaway'in sevimli olma çabaları seyirciyi eğlendirmeye yetmedi. Anlam veremediğim bir şekilde teşekkür konuşmaları bile sıkıcıydı. Ona buna teşekkür edeceğinize, toplu teşekkür edip azıcık ilginç bir şey yapın da tarihe geçin allaaaseniz. Hiç kafanız çalışmıyor yemin ederim. Melissa Leo'nun 'fuck'ıysa ucuz bir girişimdi, bilerek yapmamış olabilir, günahını almayalım, ama ucuz bir insanmışsın Leo. Sunucuların dışında dekor ve programlar da kötüydü. Hatta yoktu bile neredeyse. 

Gerçi, ödüller fena dağılmadı gene. The Social Network'ün en iyi filmi almamasını bütün kalbimle istiyordum, almadı güzel oldu.

Ama Red Carpet bile sıkıcıydı, doğru düzgün bir ünlü yoktu, dedim şöyle iki güzel elbise görürüz, gözümüz gönlümüz açılır. Bir Angelina Jolie yoktu mesela. Gözlerimiz yollarda kaldı.

Sıkıcı mıkıcı, ödüllerden sonra işin en eğlenceli kısmı kırmızı halı ve kim ne giymiş. Bu postumuzun da asıl amacı da budur leydizencentılmın. Şıklar ve Rüküşler için lütfen hatta kalınız ve sağlı sollu ilerleyiniz.

Saturday, February 26, 2011

You Have Wasted You Life, Now Please Stop Wasting Your Money

Oscar'lardan bir gün önce belki bir tahminler listesi yapmam gerekirdi bu post yerine, ama canım istemiyor. (Öte yandan oyuncu ödülleri Natalie Portman ve Colin Firth'e gidecek, o kesin. Film de The King's Speech'e gitsin Social Network yerine, lütfen!)

Neyse. Bu posta ilham kaynağı olan şey başlıkta yazmış olduğum şarkı ve parasızlığım. Hayatımın en parasız dönemindeyim sanırım. Babam okul parası ve ev kiram gibi giderlerle yeterince boğuştuğu için fazla para istemeye açıkçası utanıyorum. Babamın da New York'ta hiç sosyal hayatın olmasa, hiçbir şey yapmasan bile ne kadar paranın gidebileceği konusunda bir fikri yok. Nerden bilsin. Ama bir metroya binme ücretinin $2.25 olduğu bir yer neticede. Tamam, metro sistemi mükemmel, yüzbinlerce kez aktarma yapmıyorsun en azından İstanbul'da olduğu gibi falan ama bazen yakın yerlere giderken metrocardı geçirirken içim acımıyor değil. Keza karın doyurmak da öyle. Zaten evde yapıyorum yemek ama yemeklik almak bile pahalı ki. Bir de tek başımayım, bazı şeylere tek başına para vermek koyuyor resmen. Haliyle bok gibi besleniyorum. Sosyal hayat da okuldakiler ve arada sırada sevgili ZSA'yı saymazsak kalmadı denecek kadar az. Barlarda bir biraya 10 dolar verecek lüksüm yok çünkü. Ama evet, New York'tayım. :P Aman çok da ağladığımdan değil, bakmayın, zaten hiçbir zaman o bar senin bu bar benim insanı olmadım. Okul yeterince meşgul ediyor zaten. Evde oturup dizi/film izlemek, kitap okumak da yeterince tatmin edici. Ama ne yalan söyleyeyim, bazen arkadaşlar arayıp da hadi bu gece çıkalım dediklerinde artık bahane bulmak yoruyor. Yakın arkadaşlarım olsalar çulsuzum derim, arada çekerler beni de falan ama this is New York, baby. Ay başına kadar cebimde 3 dolarım var, o yeaah. :P Allahtan Metrocard'ım dolu.

Çalışmak istiyorum para kazanmak için de napıcam bilmiyorum. Nakit para kazanabilmenin tek yolu garsonluk, ama bu işi yapan iki arkadaşım da çok gözümü korkuttular. Normal iş yapamıyorum F1 vizesi sınırlamaları gereğince. Umabileceğim tek şey bu dönemi bir şekilde atlatıp, önümüzdeki sene şöyle iyi bir iş bulmak. Zaten 3 ayım kaldı, aybaşında da biraz para gelicek elime (Epsilon sonunda ödeme yapmış nihayet). Ama gene böyle sefalet hayatı sürüp Spring Break'e biriktirmek istiyorum para. Spring Break'te olmasa bile mezun olduktan sonra falan bir şeyler yapmak için. Belki Dilda'nın yanına giderim Avrupa'ya. Ah, dreams. :P Neyse, şarkıyı da koyalım.


Thursday, February 24, 2011

Antichrist Television Blues (Part II)

Gelelim gidişhatlara... Çok pis spoiler dağıtırım, riid et yor ovn risk.


Bu sezon gidişhatından en memnun olmadığım dizidir herhalde şu dizi. Sezon inanılmaz kötü başladı, kötü demeyeyim de... Supernatural'la alakası yoktu diyelim. Zira eğer 4. ve 5. sezon yaşanmasaydı güzel derdim belki, bilemiyorum. Ama öyle bir finalden sonra hakaret gibiydi resmen ilk bölümler. Hele o 3. ve 4. bölümlerde falan izlerken uyuyakaldığımı biliyorum. Ama gittikçe ya beklentilerimiz artık düşmeye başladı, ya da gerçekten düzelmeye başladı, bilemiyorum ama eskisi kadar kötülemiyorum artık. Ha, geçen sezon olduğu gibi inanılmaz bi heyecanla beklemiyorum, ara verdiğinde bir çok fan gibi yapımcılara sinirlenmedim, ama bölümler çıktığında eskisi gibi izlemek zor gelmiyor, hatta eğleniyorum. Son bölümlerde hatta beklediğimden iyi sahneler, bölümler oldu. 

Neden sevmediğimin sebeğlerinden bir tanesi de ellerinde hazır konular, hala merak ettiğimiz olaylar varken yeni ve pek de ilgilenmediğimiz olayların gelişmesi. Gidip de dünyanın en itici karakteri olan ve kimsenin merak etmediği Samuel'ı çıkarmaları buna bir örnek. En gereksiz elemandı herhalde şu dizideki. Sonrasında Castiel'i eskisi kadar göstermemeleriyle gözümden daha da bir düştü, ne yalan söyleyeyim. Ayrıca Sam'in eski mıymıy haline itinayla uyuz olsam da iki kardeşin arasındaki o dinamiği seviyorduk biz Supernatural izleyicileri, ruhsuz halini hiç sevmemiştim. Şimdi geri geldi gerçi, hala sevmiyormuşum, ama iki kardeşin atışmalarını özlemişim, ne yalan söyleyeyim. Ve son olarak, komedi unsurları eskisi kadar başarılı değildi başlarda. Benim açıkçası Supe izleme sebeplerimden en büyüğü komedi unsurları. Heyecanlı bölümler de güzel, ama sadece ana hikayeyle alakalı olanları seviyorum ben. 'Haftanın Canavarı' temalı filler bölümlerde az komedi bol heyecan olunca fenalıklar basıyor bana.

Gerçi sanırım affedicem Supernatural'ın 6. sezonunu. Yarınki (6x15) bölümün fragmanı beni benden aldı zira, bu sezon en (hatta ileri gidip tek de diyebilirim) merakla beklediğim Supernatural bölümü oldu. Bakalım, izledikten sonra yaparım artık yorum ama fragmanına bile inanılmaz güldüm. Bakalım.


Lost bitti biteli (birinci sezonundan beri haftalık izlemiştim bunu da) hala izlemekte olduğum en eski dizi ünvanı Grey's Anatomy'ye geçmiş durumda. İkinci sezonundan beri haftalık izlediğim bir dizi kendisi ki şu an 7. sezonunda. Kendisiyle bir sevgi-nefret ilişkimiz var. Bir bölüm oluyor nefret ediyorum, diziyi bırakma kararı alıyorum, asla izlememeye yemin ediyorum, vaktimi boşa harcıyor diye suçluyorum. Sonra bir kaç hafta sonra dayanamayıp bölümleri indiriyor ve çok sevdiğime karar veriyorum. Haftalık terapim gibi bir şey. Çünkü her ne kadar vıcık vıcık romaktik, kimin eli kimin cebinde ilişkiler yumağı sevişken doktorlar dizisi gibi gözükse de aslında çok sağlam çıkarımlar oluyor dizide. Meredith'in bölüm sonu ve başı monologları bazen kulağa fazla sosyal mesaj içerikli gibi gelse de, çoğu zaman 'sen de haklısın Meredith, yürü be bacım' diye sesleniyorum ekrana babanneler misali. Şöyle bir sahne çıkarmış bir dizi neticede, hangimiz düşmedik bu duruma a dostlar? Hala arada izler, Meredith'in cesaretine hayran kalırım, empati kurar, bir yandan da diziye küfrederim içimdeki romantik, ağlak, pembe pembe, hayata umutla bakan, 'ayyy bir araya gelsinler ama yaaa' diye tuhaf tuhaf sesler çıkaran dişiyi bir canavar misali ortaya çıkardığı için.

Bu sezona gelirsek... Sezonun başlarında Christina'nın cerrahlığı bırakması, yaşadığı dramalar baydı açıkçası. Biz onu hırslı, hasta çalan cerrah haliyle seviyoruz. Kaldı ki Meredith-Cristina dostluğu dizide en çok sevdiğim şeylerden biri olup genel olarak da dizi dünyasındaki en sevdiğim arkadaşlıktır. Bozulur gibi olması diziye yakışmadı. :P Allahtan toparladılar. She's her person, for crying out loud. Mark'la Lexie de tam bir araya geldi derken gene ayırdı Shonda ikisini ('bırakıyorum bu diziyi ya bu ne' anlarımdan biri hatta kendisi :P), o da yakışmadı. Ama duyduğuma göre en nihayetinde birlikte olacaklarmış, sabrediyorum. Artık 7 sezondan sonra daha fazla Mer-Der dramasına katlanamadığım için hikayeyi başkaları üzerine çekmeleri güzel bir hamle, ama üzgünüm, Callie ve Arizona dünyanın en sıkıcı çifti. Callie'nin hamileliği (Lexie'yle Mark'ı ayırması açısından üzse de) neyse ki biraz hareket katar gibi oldu ki Mark çok sevdiğim bir karakter olduğundan ve ilişkiye o da katıldığından (Mark/Callie dostluğu dizide sevdiğim ikinci şey) eğlenceli oldu gibi. Teddy'nin sigorta bahanesiyle evlendiği adamla da aralarında bir şey olacağı belli zaten, ama ellerini çabuk tutsunlar rica ediyorum. Shipperları oldum bile ama. Avery de çok taş bir abimizmiş, her bölümde takdir ediyorum kendisini, gözlerini ve karın kaslarını. 


Bu sezona karşı karışık hisler besliyorum. İlk başlarda pek seviyordum, özellikle çoğu insanın anlayamadığım bir şekilde nefret ettiği Rocky Horror Glee Show benim favori bölümümdü. Ama son zamanlarda nedense bir eksik var gibi. Eskisi gibi şarkıları indirip dinleme isteğimin olmayışından, sahneleri tekrar izleme konusundaki isteksizliğime kadar. Hakkını vermek lazım, eğlendiriyor gene - ki bu da Glee'den beklediğim tam olarak tek şey. Ama ne bileyim... Kurt'ü gereksiz yere başka okula yollamaları öncelikle düşünebildiğim sebeplerden. Az gördüğümüz yetmiyormuş gibi ben onu New Directions haliyle sevdim. Blaine'le de aralarında bir şey olmadığına göre çok gereksiz şu andaki hali. Bu arada, kızların Cheerios'dan atılamalarından çok memnunum, cheerleading üniformalarındansa Brittanny'nin gerçekten sağlam gardolabına tanık oluyoruz, hem onun hem Santana'nın tarzlarını sevdim.

Edit: Az önce son bölümü (Blame It on the Alchohol) izledim, sanırım uzun zamandır ilk defa eğlendim bu kadar. Sarhoş halleri pek komikti, hatta şu aralar okul projesiydi, oydu buydu o kadar uğraşıyorum ki benim de bir kafa dağıtmaya ihtiyacım var, özendim kendilerine. Gri kusmuk dışında. Ne kötü bir kusmuktu o. Tek bir maruzatım var, Rachel/Kurt/Blaine üçgeni kötü bir girişim, ucuz bir hamleydi. Rachel kaltaklığın da ötesine geçti sanırım 'Who cares about you, buddy, I might have a boyfriend out of this...' lafıyla ki orada iki tokat aşk etmediği için Kurt'e de kızgınım. Ama eğlendim mi, eğlendim. :P


Yaa of, bu dizi benim için bitmiştir arkadaş! Anne gene yok, gene yok! Tam geçen haftaki bölümü pek sevmişken (Oh Honey) bu bölüm Zooey'nin anne olmadığını öğrendik ve gene sinirlendim. Şimdi 'bırak anneyi yahu, diziden keyif al' diyenler çıkacaktır, ama beni ilgilendirmez, verilmiş bir vaat var ortada, bokunu çıkardılar iyice. İsmini farklı koysaydınız, How My Youth Days Were hatta The Way We Were falan olsaymış adı o zaman, bana ne. Jennifer Morrison'ı da House'taki Cameron haliyle hiç sevmemişken Zooey halini pek sevmiştim, sırf o yüzden anne olsun diyordum. En son geçen bölümde biraz ipucu verdiler gerçi (Honey'nin ismini hatırlamamaları mesela. Kuzeni neticede), ama inanmak istememiştim 'ölmüştür kuzen belki' 'kuzenlikten reddetmiştir belki' falan demiştim. Bu bölümde ayen beyan söyledi, sinirlendim. Bölüm güzel de bir bölümdü de halbuse. Nora muhabbeti de çok yapay geldi bana, her ne kadar (bu cümlemden sonra bir çok HIMYM fanından dayak yiycem herhalde ama) onun salak aşık, romantik hallerini (a.k.a. Robin'e aşık zamanları) sevsem de bunu sevmedim. Shipper olduğum için falan değil, daha tanımıyoruz bile hatunu, aşık olacak zaman ne zaman buldu? Barney'e laf sokan ilk hatun mu sanki. Neyse, bakalım, önümüzdeki bölümlere bakıcaz.


Şu sezonda yüksek sesli güldürmekten asla vazgeçmeyen biricik dizimiz the Office. Zaten gelmiş geçmiş en komik dizilerden biri olduğunu iddia ediyorum hiç çekinmeden. Saf komedi çünkü, ne duygusal olmaya çalışıyor, ne de romantik. Sadece komik. Ofis hayatını da kimi karakterler karikatürize olmuş olsa da neredeyse birebir yansıttığı için de bu kadar başarılı. Micheal gibi patronlar yok mu sanki? Senden daha çok para aldığına, üstün olduğuna inanamayacağın kadar salak insanlar için çalışan milyonlarca insan yok mu? Neyse, kaç sezon oldu çıtası hiç düşmedi. Steve Carell'in gidecek olması içimizi yakıyor elbette, onsuz the Office nasıl olacak düşünemiyorum, ama bakıcaz. En son Micheal'ın çektiği film 'Threat Level Midnight' yerlere yatırdı gülmekten. Golden Face Jim beni benden aldı özellikle. Jim demişken, Pam'le olan ilişkileri fazlasıyla sıkıcı hale geldi dizi söz konusu olduğunda, ama yine de hala dünyanın en sevimli çiftlerinden biriler nazarımda. Jim zaten ideal koca. Favorimse Creed. Az ama öz rolü var. :P Bu sezona dair aklımda kalan bir şey de Halloween'li bölümdeki kostümler. Özellikle Andy'nin Bill kostümü ve 'soookeeh' diyişi, ve Meredith'in Sookie kostümü. Bu akşamki bölümü ders yüzünden kaçırdım, yarın bakıcaz artık. 



Televizyon ve sinema dünyasından herhangi birini idol olarak seçmem gerekirse bu kişi kesinlikle Tina Fey olurdu. Paralel bir evrende çok iyi anlaşır, BFF olurduk kendisiyle, çok eminim bundan. 30 Rock'la da tuhaf bir ilişkimiz var. Bazen 'baydı bu da, abarttılar iyice' derken birkaç sahne sonra öyle bir gönderme oluyor ki durdurup kahkaha molası vermem gerekiyor. Göndermelerinin gizli oluşlarını, popüler kültüre laf sokmalarını, dikkatli izleyicilere göre olmalarını seviyorum. Absürdlükleri bazen yüzümü ekşitse de çoğu zaman yarıyor, itiraf etmeliyim. 5. sezon da gayet güzel gidiyor kanımca, hatta bir bölümü canlı yayınlamışlardı, Liz'in flashbackler'ini Seinfeld'in Elaine'i Julia Louis-Dreyfus canlandırmıştı. İyi para kazandıkları için yer verdikleri konuk oyuncular da güzel bir artı. Sadece bu sezon gelenler arasında mesela Matt Damon, Robert De Niro, Paul Giamatti, Queen Latifah, Elizabeth Banks ve en son bu akşamki bölümdeki Chloe Moretz var. Ama bu diziden vazgeçemiyor olmamın en büyük sebebi: içimde bir Liz Lemon yaşatıyor olmam. 


Geçen dönem Perşembe günlerimi güzel yapan iki şeyden biriydi (the Office ve 30 Rock da perşembe günü de Grey's'le çakışıyorlar, iki diziyi sonra izlemeyi yeğliyor idim), bu dönemse Perşembe akşamları dersim olduğu ve televizyonda kaçırdığım için artık Cuma sabah kahvaltılarımı güzel yapan şeylerden biri. Ama yanlış bir isim bence 'the Big Bang Theory', the Sheldon Cooper Show olması gerekiyor bu dizinin adının. Zira bu diziyi izlememin en büyük iki nedeninden biri 'bazinga'larına kurban Sheldon, her ne kadar diğer karakterler de eğlenceli ve kimi zaman yarıcı olsalar da. İkinci sebepse kuşkusuz içimde Liz Lemon'dan arta kalan yerlerde yaşattığım geek'e hitap ediyor olması. Bir bu bir de IT Crowd. Bu sezon da her zamankinden eğlenceli bir sezon. Amy Farah-Fowler da eğlenceli bir eklenti olmuş diziye. Sheldon'la geyikleri ayrı 'bestie'si Penny'yle olan muhabbetleri ayrı yarıyor. 

Başka yok galiba... Bu sezon izlediğim dizilerde ne kadar azalma olmuş, şimdi fark ediyorum. Büyük bir oranının sit-com olması endişe verici bir durum mu bilemiyorum tabii. Sanırım çok çok çok merak etmedikçe haftalık izlemeye katlanabildiğim tek dizi türü. House mesela. 2. bölümde kaldım. Sezon mu kötü, yoksa bende mi sorun var bilmiyorum ama elim gitmedi bir türlü izlemeye. Bu sezon yeni başladığım bir de Shameless var. Sevdim onu da, ama yorum yapacak kadar ilerlemedi henüz. 

Amanın, 15 Şubat'ta başlamışım yazmaya, ayın 25'i olmuş, özür diliyor, artık kaydı yayınlıyorum. 

Tuesday, February 15, 2011

Antichrist Television Blues (Part I)

Başlık adımız Grammy ödülünü alan the Arcade Fire'ı kutlamak amaçlı olsa yazımızın teması televizyon dizileri efenim. Öncelikle ilk sezonundan başlayıp izlediğim, sonra da senelerdir takip ettiğim dizilerin son sezonlardaki gidişhatları hakkında iki çift kelam edeceğim. 


Six Feet Under aslında aylar önce bitti de, uzun zamandır bloga bişey yazmadığım düşünülürse bir paragrafı hakediyor bence. Çay gibi bir diziymiş çünkü Six Feet Under aslında. Sezonları çatır çatır bitirdim, son sezonun son bölümlerinde hüngür hüngür ağladım, tamam, ama üzerinden zaman, haftalar, aylar geçtikçe bu dizinin mükemmel bir dizi, hatta abartıp hayatımın dizilerinden biri olduğunu fark etmeye başladım. Demlendikçe güzelleşti. Karakterlerinin gerçekliği, diyalogların derinliği, bölüm başlarındaki ölümlerin ne kadar saçma olursa aslında o kadar da depresif oluşu, müziklerin mükemmelliği ve sahnelere uyumu, senaryonun güzelliği ve tabii ki o muhteşem finali. Gelmiş geçmiş en iyi dizi finali desem kimse benimle burada tartışmaz herhalde? Özellikle o son 10 dakikalık bölümden bahsediyorum. Hala aklıma geldikçe bana bişeyler oluyor, bir de ilk izlerkenki halimi düşünün. Hıçkıra hıçkıra ağladım resmen. Sia'nın şarkısının da etkisi büyük, daha doğru bir şarkı seçemezlerdi herhalde o sahne için. Yapılacak şey değil ama, bu kadar da ağlatmasalardı vicdansızlar keşke. Neyse, ufak bir spoiler girip Nate'ten nefret ettiğimi söyleyebilir miyim? Tamam, karakter olarak çok iyiydi belki ama Brenda'ya yaptıkları affedilir gibi değil. Brenda'yı pek severdim, evet. Claire'i de bütün anlamsız aşk ilişkilerine ve bitmek bilmeyen ergenlik sorunlarına rağmen çok seviyordum. David'i de öyle. Gerçi Ruth varken, Nate'i bağrıma basabilirim, Ruth'a olan nefretim öyle büyük. Azgın ergen gibi dolanması yetmiyormuş gibi (Dwight'a yazıyordu bir ara lan!), bir de kendi çok bir şeymiş gibi sürekli çocuklarına ikiyüzlü ahkamlar kesmesine katlanamıyordum. Neyse, kısa paragraflar olacak dediydim, burada bitiriyorum.


İngiliz televizyonunun güzelliklerinden sadece bir tanesi. Bir grup genç suçlu, toplum hizmeti sırasında bir fırtınaya yakalanır ve üzerlerine düşen yıldırımın etkisiyle süper güç edinirler. Ama bu gençlerimiz gidip de dünyayı falan kurtarmaya çalışmayıp, kendi kıçlarını kurtarmaya bakarlar ve gayet de eğlenceli bir şekilde yaparlar bunu. Skins meets Heroes diyorlar ama Heroes gibi dandik olmaktan çok uzak, tek ortak yanı kahramanların süper güçlerinin olması. 2 sezon, ve her İngiliz dizisi gibi her sezonu 6şar bölümcük olması tadı damağımızda bırakıyor, ama devamının geleceğini bilmek güzel yine de. Diğer güzel yanlarından biri de, kahramanlarımız liseli ergenler falan değil, gayet 20lerinde tipler. Ve tabii hepsi hüküm yemiş suçlular olduklarından öyle pek ahlak duyguları olduğu da söylenemez. Gerçi Skins sağolsun İngiliz gençlerine dair imajım bayağı bir değişmişti, o ayrı... Ama yine de Amerikan dizilerinde fenalıklar geçirten tipik ergen dramaları yok, en sevdiğim kısmı da o. Süpergüçler ayrı, başlarına açılan belalar ayrı geyik. Başroldeki hatunlarımızdan birinin süper gücü dokunduğu kişileri cinsel olarak azdırmak mesela. Sonra kendini GTA'da zanneden ve ona göre yaşayan, dövme yaparak insanları kontrol eden (ki Nathan'a o bölümde inanılmaz gülmüştüm) insanlar vardı 'düşman' klasmanında. Ki favorim de sütü kontrol eden adam kesinlikle. Bu kadar dandik bir gücü böylesine ölümcül kullanmak çok zekice valla. :P İngiliz dizilerinin müzik seçme konusundaki başarısından bu dizi de payını gani gani almış, her bölüm sonunda internete koştum sanırım şarkıyı bulup indirmek için. Favori şarkı/sahnem ise Massive Attack'in Paradise Circus'ının çaldığı sahne. Hem sözleriyle hem melodisiyle bu kadar cuk oturan başka bir şarkı/sahne görmedim hayatımda. Hatta kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyenler için geliyor: tık. Simon/Alisha hikayesinden bir Time Traveller's Wife tadı aldım mı? Aldım. Ama daha çok sevdim. :P 

İngiliz dizilerinin genelinde de olan bir başka çok sevdiğim özelliği ise karakterlerinin göz için de inandırıcı olması. Hepsinde demeyelim de Amerikan dizilerinin çoğunda olan şey, karakter tamam, çok derinlikli, çok gerçek, ama tipine bakıyorsun ve bunun bir dizi olduğunu anlıyorsun. Çünkü karakterinin yarattığı gerçekliğe göre fazla güzel/yakışıklı oluyor genelde. Ama Atlantik'in öte tarafında işlerin öyle yürümemesi bu dizileri daha çok sevdiriyor bana. Çünkü oyunculara bakıyorsun, gerçekten çirkin, çirkin olmasa bile itici tipler. Zamanla karakterleriyle sevmeye başlıyorsun o insanları. O yüzden fazla gerçekler. Çok güzel olanlar dizide de zaten güzel olduğunun farkında olan karakterler. Daha inandırıcılar.


Yaz sezonunda başlayıp ilk sezonununu yaz bitince bitiren tipik bir Showtime yaz dizisi the Big C. Tipik bir Showtime yaz dizisi nasıl oluyor? Şöyle oluyor, genelde banliyö taraflarında yaşayan, başına boyundan büyük bir iş gelen bir kadının bazen sıradan bazen de sıradışı yaşadıkları (bkz: Weeds). Burada da öyle, normal bir hayatı varken birden the big C'yi, yani kanseri kaptığını ve çok fazla ömrünün kalmadığını öğrenen ve geri kalan hayatını doyasıya yaşamaya karar veren Laura Linney'nin şahane bir şekilde hayat verdiği bir karakterimiz var. Cable dizisi olduğu için daha rahatlar tabii. İşin içinde kanser olmasından kaynaklanan doğal bir duygu seli, gözyaşları falan mevcut; ama genel olarak eğlenceli bir dizi. Bir ara konuk oyuncu olarak the Wire'dan bayıldığımız Idris Elba (Stringer Bell, hastasıyız :P Bir de burada ingiliz aksanıyla konuşuyor, yeme de yanında yat :P) da gelmişti. Her neyse, çok hayatıma damgasını vuran bir dizi değil, zaten kısa bir şey, çok zamanımı almadan bitti. Sırf son bölümü için bile izlenir ama. Tek bir maruzatım olacak; o da keşke tek bir sezondan oluşsaydı. Spoiler verecem biraz izlemeyenlere ama keşke orada ölseydi. O zaman efsane olurdu da ikinci sezon olacağına göre ölmeyecek. Ama mucizevi bişey olmasın, ölsün, son sezonunda. Çok kötüyüm, biliyorum, ama o zaman hiçbir etkisi olmaz bütün bu yaşananların, valla. 


Bu da sırf psikolojide Çoklu Kişilik Bozukluğu konusunda ödev yapmam gerekirken, 'ödev yapmamak için yapılan anlamsız hareketler' isimli etkinlikler kapsamında başladığım ve bitirdiğim bir dizi. İzlememin pratikteki sebebi bu tabii de, teorideki, kendimi inandırdığım sebebiyse başrolünde çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip bir anneyi bulundurması. Ve tahmin edin ne dizisi? Evet, öğrenmişsiniz, Showtime! :P Bu da aynı, izle, eğlen, unut dizisi. Ama sevdim yine de. Toni Collette harika bir oyuncu zaten, her 'alter'ını mükemmel canlandırmış. Bayağı oldu bunu bitireli, o yüzden çok net hatırlamıyorum da bununla ilgili tek şikayetim de kocası. Adam aziz resmen, hiçbir dizide karısından bunca çekip de (karısının elinde olmasa bile) hala sadakatle yanında kalan başka bir koca bilmiyorum. Hangi dizi olsa hemen bir neredeyse-boşanma hikayesi çıkarmıştı bundan. Gerçek hayatta varsa böyle bir koca, adresimi vereyim, eve paket yapıp göndersinler lütfen. 


Bir HBO güzelliği elbette. Efsane yapımcılar (the Sopranos'un yaratıcıları ve Martin Scorsese), efsane kadro (Steve Buscemi tek başına iktidar, Micheal Pitt şahane) ile zaten basit bir şey beklemiyordu kimse sanırım izlemeye başlarken. 1920'lerin Atlantic City'si, alkol yasağı, yozlaşmış yönetim, mafya vs vs. Malzeme de süper yani. Prodüksiyon zaten beklendiği gibi mükemmel. Yönetmenlik, oyunculuk, diyaloglar şahane. Genel olarak, sevdim, devamını bekliyorum yani. Ama... Ama ne bileyim bir eksik var sanki. Bir the Sopranos bölümü seyrettikten sonra hissettiğim doygunluğu yaşamadım sanki bunda. Belki yeni sezonlarda daha da coşacak, bilemiyorum, ama açıkçası bütün bölümleri bana hızlı hızlı izlettiren şey - itiraf ederek burada utandırıcam kendimi - ama bir ergenin izleme sebebiydi :P 'Nucky Thompson ile Margaret arasında bir şey olacak mı' ile başladım, 'allah bozmasın tütütü' ile devam ettim, 'bir araya getirin şunları allahsız senaristler' ile sezonu kapattım. :P Bende mi sorun var, bilmiyorum ama öyle yani :P



Farkındayım, izlemek için çok çok geç kalınmış bir dizi. Ama geç olsun güç olmasın di mi? :P Henüz bitirmedim, yeni başladım sayılır, 3. sezonu daha yeni bitirdim. Bitince tamamen daha detaylı yazarım, ama şu üç sezonda bile bu dizinin bu kadar abartılmış olmasının haklı bir abartılmış olduğunu onayladım. Neyse, Tony Soprano'nun hastasıyız, mafyaların ustasıyız, şimdilik daha bişey yazamicam. :P Müzik seçimleri bu dizinin de çok başarılı bu arada, sevdik.  

Part II, devam eden dizilerin bu sezondaki gidişhatları üzerine olucek. Hattan ayrılmayın.