Tuesday, October 27, 2009

My Wandering Days Are Over

I have a job, you suckers!! In your face!!

Evet, artık bir işim var!

Cevza hoca bir knitting firmasının part time çalışacak öğrenci aradığına dair mail atmıştı herkese, ben de atladım tabii fırsata, cv'mi yolladım hocaya. O da bana direk firmadaki kişinin maili verdi onunla temasa geçmem için. Mailimi attım böyle böyle diyerekten ama bu neredeyse iki hafta falan önce olmuştu. Ben de cv'mi beğenmediler herhalde diyerekten ümidi kesmiş, başka iş aramaya başlamıştım. Ama pazar günü ahu'yla The Wire izlerken birden gmail notifier kenarda kendini gösterdi. Bir baktım adamın mail adresi yazıyor. Heyecandan ölerek açtım tabii gmaili. Meğer bütün o süre boyunca yurt dışındaymış, mailleriyle ilgilenememiş ama eğer uygunsam görüşmek istiyormuş. Ben de önce 1-2 dakika boyunca zıp zıp zıplayıp çığlıklar atarak içimdekileri döktükten sonra salı görüşürüz temalı bir mail attım. Tam send'e bastım, heyecanımı yatıştırdım, jeton düştü. Firmanın nerede olduğuna -hatta isminin bile ne olduğuna- dair hiçbir fikrim olmadığı gibi sormamıştım bile adama bunu! Neyse dedim, bilerek o mailde yazmamış gibi göstereyim de salak zannetmesinler, gideceğim gün tarif ediverin yerinizi geliyorum ben diye bir mail atarım falan dedim.

Neyse, dün attım falan ama bu sefer gerilmeye başladım. Ne giyincem? Nasıl davrancam? Ne sorcaklar? Sağolsun Nur olsun Ayşe olsun iş hayatındaki arkadaşlar yardımcı oldular, özellikle Nur, canım benim, çok işe yaradı tavsiyelerin, haberin ola, çok teşekkür ediyorum blog vesilesiylen. Giyim konusunda da emin olamadım, dress code var mıdır yok mudur bilemedim, geçen sene arkadaşlar çalışırken hatırlıyorum, bir tanesinin çalıştığı yerde kot giyinmek yasaktı o derece. E bir de sonuçta içinde bulunduğum sektör de şık olmamı gerektiren bir sektör, saçma sapan bir şey giyinip de modayla ilgilendiğimi iddia etmek komik olurdu sonuçta. Ben de siyah en güvenilesi şeydir diyerekten, siyah eteğimi ve çizmelerimi geçirdim, üzerine de mavi bir bluz ve siyah bir hırkayla gayet şık olduğuma kanaat getirdim. Tuğçe'nin mavili trençkotunu da giyindim üzerime, hava soğuktu uzun zamandır ilk defa. Gerçi bir panik de evden çıkmadan evde hiçbir şemsiye bulamayınca başladı. Bu büyük eve taşındığımızdan beri ve özellikle bu taşınma işleminde ben burada bulunmadığım için evde ne nerde hiçbir fikrim yok, bir şey ararken saatlerim geçiyor neredeyse. Yağmur yağacak gibiydi de, oraya gidene kadar sırılsıklam olmam bayağı komik olurdu. Ama bulamayınca geç kalmaktansa ıslanırım dedim ve çıktım evden.

Yeri Çağlayan'daymış firmanın da. Hiç bilmiyordum oraları, neyse ki mailde gayet detaylı bir şekilde hangi minibüse falan binmem gerektiğini yazmış. Yağmur da yağmadı zaten. Böylece kaybolmadan ve kupkuru bir şekilde firmanın binasını buldum ve girdim. Maille muhattap olduğum kişi Deniz Bey'di. Gittiğimde kendisi yerinde yoktu beni başka bir hatuna yönlendirdiler. The Office'teki conference room gibi bir odaya aldı işte beni. Ben 'evet, çalıştım dersimi, sorularınızı bekliyorum' ifadesiyle otururken, o bana işte önce firmayı tanıttı sonra yapacağım işi anlattı. O da İTÜ tekstil mezunuymuş, 2004'te mazun olmuş, okulu sordu nasıl diye. Sonra benim bölümümü sordu, ne dersler aldığımızı falan. Örmeyle alakam olup olmadığını sordu işte, dedim genel bir örme dersinin dışında çözgülü örme dersi aldık ancak atkılı örme seneye. Biz öğretiriz sana, dedi onu duyunca. Ondan sonra hangi günler çalışabileceğimi sordu, ben de işte söyledim: çarşambaları tam gün ve perşembe-cuma öğleden sonra. Sonra işte nasıl gidip gelebileceğimi, neler yapacağımı falan anlattı. Vee... o kadar! :D Onca hazırlık, gerginlik boşunaymış gayet. Sorum olup olmadığını sordu. O kısma çalışmamıştım işte. :P 'İşe ne zaman başlayabileceğim sorusu dışında yok sanırım' dedim gülerek. Bu işlerle ilgilenen Deniz Bey olduğu için o an resmileştiremezlermiş ama en kısa zamanda başlarsın dedi. O nedenle maddi kısımlara da giremedik ben deli gibi merak etsem de ne kadar para verceklerini. Ama sormadım tabii ki. Şu an ne verseler kabulum sonuçta. Telefonumu falan aldı işte ondan sonra bitti, o kadarmış. :D

Ha.. İşin en güzeli de yapacağım iş. Oldukça mesleğimle alakalı ve eğlenceli gibi görünen bir iş. Şimdilik başlarda asistan olcam ama yapacağım şey koleksiyon hazırlığında insanlara yardımcı olmak. Sonra işi öğrendikçe numune hazırlıkları falan da benim işim olabilirmiş, işte zamanla şekillencek.

Öyle işte... Artık çalışan bir kızım. :P Ahhh, ilk maaşımı alacağım günü iple çekiyorum!

Friday, October 23, 2009

No one's Got It All

Evet, 24ü olsun diye bekledim. 12sinden sonra 24ü olsun istedim 23tense. Sıkılmış da değilim aslında, yapabileceğim şeyler var ama üşenme halindeyim. Kitap okuyabilirim, ama telefonum (evet, blackberryde kitap okuma günlerime geri döndüm) bulaşık yıkarken bıraktığım mutfakta kaldı. Televizyonda (yani divxplayerda) dizi izleyebilirim, ama kumanda çok uzakta. Bir de televizyonu hangi akla hizmet öyle yaptım bilmiyorum ama üstündeki kapatma tuşundan kapatmışım, kalkıp açmam lazım... İnternette de dolaşamıyorum, torrent açık, çılgın yavaş. Burayı açana kadar ağladı resmen safari, hissettim. Neyse, en azından evi toparladım babam gelmeden önce. Şaşırdınız, di mi. :P Ananem kalmaya gelcekmiş bize, babam da getirecek anane sultanı, yani o gelince ev ben toplamadan önceki şekliyle olmuş olursa şayet, çantamı toplayıp evden kaçsam daha iyi olur, o derece. Annem ile ananemin ilişkisi benim annemle olan ilişki gibi. Ananem annemi, annemin beni yaptığı gibi eleştirmeye bayılır. O yüzden eline sebep vermemiz gerekiyor, özellikle bu kişi bensem eğer, seyreyleyin gümbürtüyü :P (böyle klişe bayat televizyon deyimlerini bile kullanırım)

Gerçi yarın eğlencelerin en büyüğü var... Gün! Evet, bildiğimiz kadın günü. Yarın bizim evde icra olunacak bu olay, büyük stres sebebi ev çapında. Neyse ki, ofisde durup salonu işletecek birine ihtiyaç var ki o kişinin ben olmama ilk defa bu kadar çılgınca seviniyorum. Evde stresten manyamış bir anneyle temizlik ve yemek maceralarındansa salondaki o çirkef karılara katlanmayı her türlü tercih ederim.

Neyse ya çok gereksiz konular bunlar, yazarken bile sıkıldım...

Başlığım Regina Spektor'dan. Severim kendisini, pek şekerdir.



Bunca zamandır hiçbir yazı yazmayışımın sebebi de şu dizi feverı sayın takipçilerim. Yatağıma yatıp, televizyonda dizilerimi izlemek o kadar rahat, o kadar tembelleştirici bir şeymiş ki bir aydır ne internete giriyorum adamakıllı ne de başka bir şey yapıyorum. Eve geliyorum, açıyorum televizyonu, uykum gelene kadar izliyorum başka bir şey yapmadan :P Ne kadar gerekli, ne kadar verimli, ne kadar sağlıklı bir işlem :P Ama seviyorum valla... Düşünün, 1 ay oldu, Supernatural (5 sezon bu!), Dollhouse, Merlin ve 30 Rock bitirdim. Gerçi daha başka diziler de girerdi araya eğer ödev falan yapmasaydım, okula gitmeseydim, dışarı çıkmasaydım falan. :P

iş konusunda... yok anam yok. Kimse cvmi beğenmiyor malesef. Ama dur bakalım, babamın makina fakültesindeki arkadaşıyla konuştum sonunda, adam bayağı etkin çıktı, bizim hocaları tanıyor, canım cicim şeklinde hitap ediyor, ece kızımız bir şey istiyorsa yapılcak şeklinde konuşuyor hocalarımla, sevdim bayağı bu işi :P de o muhabbetten beri cevzacığımı okulda göremedim, pazartesi ola hayrola diyorum.

Ay demin skype'den yaseminle konuştum da... Allahım çok özledim new york'daki yaşamımızı! Saçma sapan da olsa çok eğlenmiştik lan. Onun yanı sıra New York'un kendisini de özledim. Sokaklarını, insanlarını, saçmalıklarını... Gideyim artık, öldürüyor beni İstanbul. Bu sene daha yavaş geçemez sanırım...

Ayrıca internetten şunu buldum ve çok güldüm. Siz hangi dinsiniz? Ben mormonlukla scientology arasında gidip geliyorum. :P

Sunday, October 11, 2009

What Would Jane Do?


İzlemeyi hiç aklımdan geçirmezken, yanlışlıkla açtığım ve Paolo Nutini'nin New Shoes şarkısını duyunca bakmaya devam ettiğim ve ilk dakikalarını çok sevimli bulduğum için oturup izlemeye karar verdiğim bir film kendisi.

Sylvia kocasından ayrılıp da depresyona girince arkadaşları ona bir uğraş bulmak isterler ve bir Jane Austen filmleri gösteriminde kocasıyla yaşadığı problemleri ağzından kaçıran Prudie'yi gören Bernadette onunla tanışır ve böyle bir kulüp kurma fikrini ortaya koyar. Köpeklerle ilgili bir seminere giden Jocelyn de asansörde tanıştığı bilim-kurgu hayranı -ve kendisine asılan- Jane Austen'le hiçbir alakası olmayan Grigg'in kendisine asıldığından bihaber şekilde adamı Sylvia'ya ayarlama düşüncesiyle kulübe davet eder. Sylvia'nın kızıyla birlikte 5 kadın ve 1 erkek Jane Austen'ın 6 kitabını her ay bir tanesini tartışmak üzere paylaşırlar.

Film her ne kadar olaylar ve sonu tahmin edilse de sıcak, sevimli ve eğlenceli bir filmdi benim açımdan. Zaten Jane Austen'a da bayılan bir insan olduğumdan şahsım adına tadından yenmiyordu. Gerçi kitap tartışmaları da izlemesi eğlenceli olsa da öyle derin, benim zaten bilmediğim şeylerden oluşan gözlemlerden oluşmuyordu. Biraz yüzeysel kalmış açıkçası. Ama yine de sevdik.

Karakterler de Jane Austen kitapları karakterleriyle iyi özdeşleşmiş. Jocelyn zaten direk Emma, hikayesi bile Emma'nın hikayesinin aynısı neredeyse. Sylvia sevdiği adamdan asla, ne olursa olsun vazgeçmeyen Fanny Price. Prudie'nin hikayesi de kendi hikayesinin mutlu sona ulaşmasını sağlayan Persuasion. Allegra karakteri çok iyi anlatılamamış bence bir tek, yani üzerinde durulmuş kendisinin, tamam, ama iyi işlenmemiş gibi geldi bana, karakterini falan sevmiştim, biraz daha detaylandırılabilirdi.

Filmin bana en büyük katkısı da tabii kitap okumayı özendirmesi oldu. Hatta kitap kulübü kurmak istedim. Nasıl özendim anlatamam! Aslında kursak ya biz de. Hem okumayı teşvik eder. İhtiyacım var lan teşvik edilmeye.. :P

Soundtrack ise direk benim playlistimden çalınma neredeyse, o derece. :P New Shoes zaten şahane, ek olarak başlığımın için esinlendiğim sahnede çalan Aimee Mann'den Save Me ve Feist'ten So Sorry sevdiğimiz şarkılardan.

Bu arada filmin kendisi de kitap uyarlaması. Karen Joy Fowler isimli teyzemiz yazmış. Okumadım tabii ki de ama bu da bir dip not olsun.

Şimdi daha da yüzeysel yorumlara geleliiiim. :P

Lost'un uyuz Shannon'ı Maggie Grace Sylvia'nın kızı Allegra'yı oynuyor ve esmerlik çok yakışmış kendisine. Sarışın olmasın bir daha.

Emily Blunt'un saçı çok tuhaftı... Gerçi o model olması manidardı tamam ama peruk gibiydi lan. Peruktur hatta muhtemelen.

Ben o Grigg'i yerim! Kendime de istiyorum!

Friday, October 02, 2009

Ghost World

Küçük ve hafif bir bilgisayarının olması insanın bayağı iyi bir şeymiş, keza bugün ilk kez sabah dersimin olmasıyla hayatın korkuç gerçeklerinden biriyle yüzyüze geldim: köprü trafiği. Eskiden böyle dertlerim yoktu, beşiktaş-üsküdar motoru isimli yüzyılın icadı sayesinde sabahları rahat ve püfür püfür okula gidiyordum. Şimdiyse ikinci köprü illetiyle tanıştım. Köprüde trafik yok gerçi ama gidebiliyor musun bakalım oraya kadar? Can verdim resmen. Neyse bilgisayarla ne alaka diyeceksiniz, şu alaka, ilk dersi trafik sayesinde fütursuzca kaçırdım, şimdi oturdum blog yazıyorum mesela. Bilgisayar olmasaydı ne bekliycem öteki dersi 'aaa sikerim amaaaa' der, evin yolunu tutardım. Ama artık can sıkıntısı bitti. :P

Telem hocanın ilk dersini kaçırmak ne kadar bilgece oldu bilemiycem ama en azından hoca kızlar nerde diyince H. trafikte demiş, keyfi olmadığını biliyor yani. Aman napim bilmezse de bilmesin. Geçen sene vizesine girdiğim zaman ben seni ilk defa görüyorum, kimsin demiş insan bana kendisi. Gözündeki imajı yenileme çabalarına haftaya başlarım artık.

O değil de CV yazmam lazım benim. Gerçi ne yazacağıma dair hiçbir fikrim yok ama yazmam gerekiyor. Cevza hocayla konuştum, cv'ni yolla ben bir kaç yere yollarım dedi. Bir şey çıkar mı bilmiyorum ama CV yazmak her türlü lazım sonuçta... Bir de öğrenci asistanlığı olayını sordum, varmış bizim okulda. Hocaların araştırma konusuna yardımcı oluyorsun, ya da lab asistanı olursan iplik numarası falan ölçüyorsun, öyle şeyler. Şimdi bunun için fakülte sekreteriyle dekanla konuşmam lazım ama konuşabilmem için de önce kendilerini bulmam lazım. Onları yerlerinde bulma şansımız Tarkan'nın AKP'nin başına geçmesi şansıyla eşdeğer olduğu için, dekanlığın katıyla kantin arasında mekik dokumakla geçiyor okuldaki ömrüm. Ama azimliyim!

Ya ne olursa olsun bir şekilde kendi paramı kazanmak istiyorum artık. Deneyim ya da Amerika için para biriktirmeden öte, artık utanıyorum yani böyle boş boş ailemin parasıyla yaşamaktan. Ailemin beni rahat bırakmamasından yakınıyorum sürekli ama maddi bir özgürlüğüm olmadan başka bir özgürlük talep etmeye ne kadar hakkım var bilemiyorum açıkçası. Hala harçlık alırken, yapmak istediğim şeylerin parasını onlar karşılarken ben nasıl istediğim şeyi yapabilme hakkım olduğunu iddia edebilirim ki bu yaştan sonra? Ayrıca 21 yaşıma gelmişim artık, yük olduğumu da hissediyorum aileme. Tabii onlar için böyle bir durum söz konusu değil, onlara göre onların görevi isteidğim şeyleri karşılamak falan ama benim açımdan değil işte durum öyle.

Bununla birlikte Amerika'da iş bulup kalmayı planlıyorum; herkesin liseden itibaren çalışmaya başladığı bir ülkede CV'mde hiçbir şey yazmaz halde nasıl iş talep edebilirim ki? Kaşıma gözüme ya da ah ne kadar da yüksek notlarıma bakıp almayacaklar herhalde.

Tabii bütün bunlar bir yana, paraya da ihtiyacım var. Orada itiraf etmek istemesem de bayağı para harcadım, haliyle şimdi gelip bana para verin, param bitti diyemiyorum.

Neyse ya, back up planım var en azından. Bir şekilde para kazanılacak, ötesi yok...

Günün şarkısı da yazının başlığına ismini veren Ghost World olsun ve hatta aşağıda yazdığım dizeler de İstanbul'a gitsin. (Klipteki Aimee Mann kişisinin dolaylı da olsa Telem hocayı andırması nasıl bir ironidir? :P İlk defa izliyorum klibi bir de :P)

So, I'm bailing this town
or
tearing it down
or
probably more like hanging around