Friday, July 30, 2010

Unvanquished


Bu yaptıklarına ayıp derler ama. Canımız ciğerimiz Battlestar Galactica'nın spin-off'u olup ilk sezonuyla kendisine aşık eden Caprica adlı dizimiz geçtiğimiz sezonda sadece 9 bölüm yayınlayarak ağızlarımıza birer parmak bal çalmış ve sezonun geri kalan kısmını Ocak'ta yayınlayacaklarını buyurmuşlardı. Hayır, zaten Ocak'a kadar beklemek zor, bir de utanmadan şahane şahane fragmanlar yayınlıyorlar daha Ağustos gelmemiş, sıkıysa bekle Ocak'a kadar... Be vicdansızlar, bari şöyle Kasım falan gibi yayınlayın, hazır unutmuşuz, yaramıza tuz basmayın di mi ama. Comic-con'da yayınlamaları lazımdı tabii, ama olsun. :P Neyse, buyrun, izleyin, siz de. Ha eğer tabii ilk sezonu izlememişseniz ve Battlestar Galactica'yı sevmişseniz (hatta sevmeseniz de olur, BSG'den farklı ve bence böyle giderse çok daha güzel bir dizi) hemen koşup download sitelerinden ilk sezonu bir indirin. E hadi, ne duruyorsunuz?


Başlığın ismi de ikinci sezonun ilk bölümünün adından geliyor. Onlar da açıklanmış, hemmen koyalım.
  1. "Unvanquished"
  2. "Retribution" 
  3. "Things We Lock Away"
  4. "False Labor"
  5. "Blowback" 
  6. "The Dirteaters"
  7. "The Heavens Will Rise"
  8. "Here Be Dragons"
  9. "Apotheosis"

Wednesday, July 28, 2010

Promethiade


Bu sene doğumgünü hediyeleri konusunda şanslıydım, zira bir tanesi de tiyatro bileti suretinde geldi. 

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projelerinden "Promethiade" kapsamında 3 gün boyunca Rumeli Hisarı'nda sahne alan Zincire Vurulmuş Prometheus adlı oyuna gittik. 

Detaylı bilgi isteyenler şu siteye yönlenebilirler, ama kısaca özetlemek gerekirse Zeus'a karşı gelip ateşi insanlığa hediye ettikten sonra Kafkas Dağlarında zincire vurulan Prometheus'un ıstırabını anlatan bir tragedya. Ortaokul yıllarından beri Yunan Mitoloji'sine bayılan (kullanıcı adım "persephone" ele veriyordur zaten muhakkak) bir insan olduğum için bayıla bayıla gittim. 

Oyun üç ayrı dilde: Türkçe, Almanca ve Yunanca. Hatta yalnızca yüzde otuzu Türkçe'ydi diyebilirim. 

İnanılmaz etkileyiciydi, Prometheus'u Yetkin Dikinciler canlandırıyordu zaten, canlandırdığı her rolün hakkını veren sevdiğim bir oyuncudur kendisi. Ortam da müsaitti, Rumeli Hisarı zaten bir Antik Yunan havası yaratıyordu, sahnenin arkasında da boğaz ve dolunay olmuş ay hoş bir atmosfer yaratıyordu. Koro ve diğer oyuncuların da performansı fazlasıyla etkileyiciydi yine. Bir görsel sanattı tam anlamıyla, metnin yarısından çoğunu anlamadığım için daha çok video klip misali izledim. 

Dekor da iyiydi, bağlantıyı çözemedim ama sahne yüzlerce gözlükle kaplıydı, hoştu. 

Ancak... Bana yüzeysel diyebilirsiniz ama, bu bana yetmedi açıkçası. Tamam, belki bir İlyada misali bilindik bir tragedyada uyarlama, belki metni değiştirmeyip direk ondan okumuşlardır, ama bilmek zorunda değilim, sahnede ne konuşulduğunu bilmek isterdim. Özellikle bir ara sahneye girip tamamen yunanca konuşan Io'dan hiçbir halt anlamadım. Tamam, Prometheus Türkçe cevap veriyordu belki, ama cevapları alakasız olabiliyordu gayet de. Keza Hermes de almanca konuştu, delirdim. Yunanca kısımlar daha konsepte uygundu, kulağa etkileyici geliyordu ama konuyu anlamadıktan sonra bir süre sonra da bayıyor, konudan kopuyor insan. Hele bir de oturan bir teyze vardı, onun ne kim olduğunu anladım, ne elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu anladım ne de neden bahsettiğini... Bir altyazı sistemi kurmaları ya da en azından bir metin dağıtmaları - hatta satsınlar ulan ona da razıyım - gerekiyordu. Ya da Türkçe yapsınlar tamamen, çok mu zor...


Bir de tabii açık hava sahnesi olmasının verdiği bir dezavantaj vardı, oyun tam başladı Yetkin Dikinciler sahneye girdi, etraf sessiz, arkadan gergin müzik veriyorlar, hepimizin konsantrasyonu tam derken bir anda 'İstanbul Belediyesinin bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri karı koca ilan ediyorum' diye bir ses gelmeye başladı. Oha noluyoruz derken takribi bir on dakika içinde çifte telli çalmaya başladı. Meğer arkada düğün varmış. Haliyle ne atmosfer bıraktı ne bir şey, Yunanca tiradlar da uzayınca bir ara iyice koptum oyundan. Neyse, çok uzun sürmedi ama bir ara rahat bir on beş-yirmi dakika boyunca oyuncular yükselen çiftetelli ve arabesk müzikleri arasında seslerini bize duyurmaya çalıştılar. Komik bir andı tabii, kendimi kaybedip kahkahalarla gülmemek için kendimi zor tuttum, çünkü zaten bir yandan da sinirleniyorum düğün sahiplerine. 

Ama her şeye rağmen, Yetkin amcam ve geri kalan kadro çok iyiydiler, aradaki 15-20 dakikalık saçmalık dışında oldukça da etkileyici bir oyundu, dil sorunları yüzünden yer yer kopsam ve sıkılsam da. Bir de kiralık süngerlere 2.50 lira vermemek için o taşlarda oturma organım acıdı durdu, tam rahat pozisyon buldum "hah bitene kadar idare ederim" böyle dedim, çat oyun bitti. Çıkışta da sevgili otopark mafyası amcaların arabamızı getirmesini beklerken Özgür Özberk'le bekledik, ergenliğe henüz girememiş sesini ve yanındaki sarışını falan gördük. 

Ulan ne yüzeysel bitti post, artistik ve derin bişey bulamadım valla yazcak. :P

Sunday, July 25, 2010

Musicbox

Ne zamandır müzikli post yazmıyorum, bu yazım tatilime damgasını vuran şarkılarla ilgili olsun madem. Televole ağzı da yaparım çok pis.

Önce bir kaç şarkı var döndürüp döndürüp dinlediğim, önce onlardan sonra da dinleye dinleye eskittiğim albümleri yazıciim.

Şarkılar groovesharktan widget şeysini de ekledikçe uzadı da uzadı post, görüntü kirliliği olmasın diye burada kesiyorum, aşağıdan devam edip playliste ulaşabilirsiniz.


Miss Brown Went to the Seaside

Ben tembel bir insanım. Üzerimde bir sorumluluk olduğu zaman bir türlü rahatlayamıyorum, kalbimin üzerinde bir ağırlık oluyor amma ve lakin o sorumluluğu tamamlamayı da erteleyebildiğim kadar erteliyorum anlamadığım bir şekilde. Hani bazı insanlar vardır, her işini son güne bırakır ama bunu isteyerek yapar, inanılmaz bir rahatlık vardır üstlerinde o son gün gelip götleri tutuşana kadar. Ben öyle de değilim, hatta itinayla uyuz oluyorum o insanlara. Ama saçma bir şekilde, işimi ilk günden bitirip rahatlayacağıma, işimi son güne bırakıp o son gün gelene kadar vicdan azabı çekmeyi yeğliyorum. Yeğlemiyorum ama elimden bir şey gelmiyor, o işin başına kurulsam bile kafamın içindeki gerizekalı bir kısım daha çok günüm olduğunun bilincinde olduğundan aklımı çeliyor, bambaşka şeyler yaptırıyor. Odamın en temiz olduğu zamanlar en sıkışık olduğum zamanlardır mesela. Keza o zamanlar yine bilgisayarımın masaüstü, film ve müzik klasörlerim de pek bir düzenlidir. Blogumun temasını bile çeviri ve finaller başımdayken yaptım. Sanırım en sevmediğim, nefret ettiğim, ameliyatla alınmasını istediğim bir özelliğim varsa o da budur. 

Çeviri işi o yüzden benim için ideal meslek değil. Tamam, belki Time Out Barcelona'yı çevirirken işler biraz daha benim alehimeydi, gezi rehberi çevirmek ciddi ciddi sıkıntı verici bir şey olduğu yetmiyormuş gibi, özellikle tarih ve ilçelerin tanıtımının yapıldığı yerler gerçek anlamda zordu. Cümleler 8-10 satırlık, kelimeler hayatımda ilk defa duyduğum kelimeler... Haliyle her cümleyi çevirişimden sonra rahat bir nefes alıyordum ve ilk zamanlar günde 2-3 sayfada öteye gidebilmem imkansız gibi bir şeydi. 2 ayda tamamlayabilmem içinse günde en azından 5-6 sayfa çevirmem gerekiyordu. İdeali 10 tabii. Bir de üstüne bir türlü toparlayamadığım dikkatim, pamuk ipliğine bağlı konsantrasyonum eklenince o çevirinin hayatımı zehir edeceğini daha ilk aydan anlamam gerekiyordu belki de. Neyse, bitti gitti, ama bir daha uzun bir süre çevirmenlik kariyerime döneceğimi sanmıyorum. Dönersem o da ancak Epsilon'un varoluş amacı olan uyduruk aşk romanlarına ya da Twilight gibi young adult serilere dönerim. Ah o Eclipse ne kolaydı... 

Durum böyle olunca, benim gibi biri için ideal tatil nedir? Hiçbir zorunluluğun olmadığı, tek amacın bütün gün sereserpe yatıp müzik dinleyerek kitap okumak olduğu bir deniz kenarı tatili, elbette. Öyle ki bir yerden sonra yemeklere yetişmek bile fazla uğraş gibi geliyordu. Ah bir de tabii deniz ve suyla ilgili her şeye bayılma durumum var. Astrolojiyle ilgilenenler bunun su burcu olan Yengeç olmamla alakalı olduğunu söyleyeceklerdir muhtemelen ama ben böyle bir genellemeye gerek duymuyorum, seviyorum işte, açıklaması yok. Hayatta en büyük zevklerimden biri denizde, havuzda, okyanusta suyun üzerine sırt üstü yatıp gözlerimi kapatmak, hareketsiz kalmak ve kendimi akıntıya bırakmak. Beşer dakika aralıklarla gözlerimi açmak suretiyle akıntının beni nereye sürüklediğine şöyle bir bakıp gerekirse olmam gereken yere geri yüzüyorum ve olası tehlikelerden de koruyorum kendimi. Ah o ne büyük zevkti ama, şimdi İstanbul'un sıcağına geri dönünce gene bir özledim. Sadece o da değil gerçi, lenslerimle suya o yüzden giremem ben, denizde yapılabilecek her şeyi yaparım. Dalarım, takla atarım, oraya buraya yüzerim, atlarım, suyun dibinde kalırım, tuhaf tuhaf hareketler yaparım hepsi de büyük zevk verir. Suya daldığımda da gözüm kapalı duramam, en tuzlu denizde bile açarım gözümü. E bunları yaparken de lens mens kalmaz haliyle. 

En sevdiğim deniz türü de dalgalı denizdir. Eğer güzel bir dalga varsa, saatlerce çıkmam o sudan. Atlarım, batarım, çıkarım, oynarım saatlerce dalgalarda. 22 yaşıma geldim, çocukluğumdan beri değişmeyen sayılı zevklerimden biri sanırım. :P Tamam, belki kardeşimle birlikte gelen her büyük dalgaya bir Hollywood felaket filmi tadında tepki verip 'NOOOoooo!!!!!' diye bağırarak ağır çekimde sahile yüzmeye çalışmak/birbirimizi kurtarıyormuş gibi yapmak yarım saat sonra kabak tadı vermeye başlıyor belki ama yine de eğlenmediğimi söyleyemem. :P 

Denizsel aktiviteleri de çok severim. Antalya'da bir defasında rafting yapmıştım mesela, yaşadığım en güzel deneyimlerden birisiydi. Bir ara da sürekli kanoya biniyordum, denizde yapayalnız kalana kadar kürek çekiyordum. Her iki aktivitede de kollarım kendinden geçecek derecede yorulsa da kürek çekmekten, inanılmaz zevk alıyordum. 

Sadece içine girmekle de sınırlı değil bu su sevgim; deniz kenarına oturup saatlerce denizi seyretmek bütün yorgunluğumu alabilir, bütün stresimi yok edebilir. Okula gidip gelirken en dört gözle beklediğim saatlerin motor/vapur anları olduğunu da bilmem söylememe gerek var mı... Sanırım o yüzden Ankara gibi bir şehirde asla yaşayamam. New York'un dört tarafı nehirlerle çevrili bir ada olması büyük şans. 

Tabii suyla ilgili her şeyi bu kadar seven biri için denizin dibinden, yosunlardan ve balıklardan alabildiğine korkmak da sadece bana özel bir çelişki olabilir sanırım. Denizin dibindeki yengeçlere basmaktan korktuğumdan dolayı su dizlerime gelir gelmez kendimi yüzeye atıp ayaklarımı yerden çekerek boyumu geçen yerlere bütün gücümle yüzmek, en ufak yosun vücudumun herhangi bir yerine değdiğinde çığlığı basmak, ola ki bir balık gördüm olay yerinden hızla uzaklaşmak da yine denizdeyken sık yaptığım aktivitelerden. Yerde kocaman bir taşa çarpıp 'Oha, kesin Karetta Karetta'ydı bu!!!' diye bağırırken rezil oluyor insan bir yerde. 

Bütün bu gerizekalıca fobilerime rağmen hayatımın bir evresinde scuba diving de yapmak istiyorum. Zaten benimki korku değil, tuhaf bir şekilde balıklardan ve yosunlardan tiksiniyorum, yere basıp yengeçleri öldürcem diye korkuyorum. Belki üzerimde dalış takımları olursa bunu da yenebilirim, belli mi olur. 


Saturday, July 24, 2010

Ballad of a Comeback Kid

Bir aylık falan sıkıntım, dertlerim hepsi bitti, geçti. Temmuz problemlerle geldi, arada psikolojimi bozdu, sinir krizlerine soktu falan ama hepsi, geçti gitti. Bende bir aksilik olduğunda bütün her şeyin üstüste gelmesi gibi bir durum var da, problemler teker teker gelmiyor, bir kaç ay hiçbir sorun çıkmıyor, mutluyum falan diye düşünürken çatır çatır çatır ne olduğumu şaşırıyorum. Ha, düzelmeyecek, halledilmeyecek şeyler değildi, ama balataları sıyırmama engel değil bu, değil mi? Ama neredeyse geldikleri hızda, bütün problemler aniden çözülüverdi, üstüne bir de 1 haftalık her şeyden uzak bir tatil yaptım, sapasağlam bir psikolojiyle geri döndüm. :P Time Out Barcelona'nın çevirisi nihayet bitti, ev tutuldu, artık alabildiğine özgürüm. Tatilde de şimdiden 3 kitap bitirdim, daha mutlu olamam sanırım. Yeni yaşıma falan girdim arada, 22'yi de devirdik. Bir kendime geleyim, yepisyeni postlarla blog alemine de dönüş yapacağım. 

Ha, iki hafta sonra New York'a da gidiyorum artık lan.. Şaka gibi!

Saturday, July 17, 2010

22: the Death of All the Romance

Evet, artık yazmak lazım sanırım bişeyler. Önce geçen cumartesi yazmaya başladığım, ancak böyle aniden gelen bir tembellik dalgasıyla bırakıverdiğim postu tamamlayıp göndereyim de havamızı bulalım. (yazarın notu: bu paragraf 25 Temmuzda yazılmış olup the following takes place on 17 Temmuz :P bir de son iki paragrafı şimdi yazdım).

22'yi de doldurduk hayırlısıylan bu hafta. Genel olarak kutlu doğum haftam pek güzeldi, arada çeviri-related sıkıntılar yaşansa da atlatıldı ve eğlenildi. Sevgili nur, Ankara'lardan teşrif etti, keza Dilda da buralarda yaz dolayısıyla. Emre de sağolsun gitmedi memleketine bir kaç gün(gerçi 2-3 aydır, yok kalamam o zamana kadar diye deli ediyordu, o ayrı), Can da yaz okuluna kalan bir tembel olduğundan buradaydı. Bu doğumgünümle ilgili hatırlayacağım en güzel şey Imogen Heap konseriydi sanırım. Gitmeye pek hevesliydim ama tam almaya gittiğimde öğrenci biletlerinin bitmiş olduğunu görünce heves meves kalmamıştı açıkçası. Dilda da isteksiz görünüyordu, gidecek adam da yok diye gitmiycem herhalde diyordum. Ama biricik editörüm, canım arkadaşım Eren, Cuma günkü doğum günü içmecemizde doğum günü hediyem olarak bana konser bileti alacağını söylediğinde pek bir sevindirik oldum takdir edersiniz ki.

Cuma günkü bilindik bir pendor içmecesiydi, hönönösüyle, white russianlarıyla, tekila shotlarıyla... O günle ilgili hatırlanacak tek şey - daha sonra detaylı anlatacağım vize sıkıntılarımın bitme günü olmasının yanı sıra - gece bardan çıktıktan sonra yağan hayvan yağmurdu. Neyse ki iki kişiye bir şemsiye düşecek şeklinde bir dağılım olmuştu, benim şemsiyenin plus one'ını de hemen Emre kapmıştı tabii ki. Ama bilmiyordu tabii o sırada bir halta yaramayacağını, istiklal caddesinde mcdonaldsın oralardan 110'a gidene kadar üzerimizde ıslanmayan tek bir doku - deri/tekstil/saç hepsi - kalmamıştı. İyi gene, hasta olmadım.