Manhattan'ımdan insan manzaraları isimli eserime hoşgeldiniz. :P
İnternetimiz nihayet bağlandı eve, haliyle bir post yapıştırmak farz oldu blogcuğuma. Evde çok iş var, bulaşıklar zaten allaha emanet, ev arkadaşı gelmeden postu bitirirsem onlara da girişmeyi umuyorum. Eğer evi bıraktığın gibi bulursan sevgili Yasemin, üzgünüm! Ama canım hiçbişey yapmak istemiyor :( Neyse..
Değişik amerikanyalılardan bahsedicektim di mi...
Önce bu insanların saçma derecesindeki kibarlıklarından bahsedeyim. Saçma değil de.. işte alışkın değil insan. Şöyle ki, sürekli sorry ya da excuse me diyen insanlar. Yanlışlıkla çarpınca, önünden geçince, hatta herhangi bir interaction olmasa bile rahatsız ettiklerini düşündüklerinde sürekli sorry. İlk başlarda ne diyeceğimi şaşırıyordum, it's ok, it's alright diye diye bir hal oluyordum, şimdi ben de alıştım. hı-hı diyip geçiyorum, bu millet de öyle çünkü. sorry demeye alışmışlar ama denmeye de alışmışlar, teşekkür edince ya da özür dileyince hı-hı diyorlar sürekli :P Teşekkür etme var tabii bir de, sürekli teşekkür ediyorsun sağda solda çünkü gerçekten hayvan değiller. Bir kapıya yaklaşırken senin geldiğini biri gördüyse açar hemen o kapıyı, arkasını dönüp gitmez. Ya da arka arkaya bir kapıdan gireceksen biriyle, illa ki tutar o kapıyı sen geçene kadar. Asansörler keza. Geçen gün okulda hele, asansörden çıkıcam, "buyrun" "aa lütfen siz buyrun" muhabbeti yaşadım yani bir profesörle. Sonra ne bileyim, kasiyerler, sürekli mutlu, neşeli. Herkeste bir hal hatır sorma şeysi. İşin komiği, ilkokulda öyle alışmışım ki "how are you?" "fine, thanks, and you?" demeye, cevap vermeye zorlanıyorum yemin ederim. Öküz öküz thanks diyordum ilk başlarda sadece de artık alıştım "i'm good, how are you?" diyorum. Kasa kuyruğunda benden öncekileri dinleye dinleye :P Velhasıl kelam, öküzlük, hayvanlık yok kanlarında bu insanların. Başka her konuda vurdumduymaz, umursamaz, güvenilmeyecek insanlar belki, ama böyle sokaklardayken insanın yüzünü güldürmeyi başarıyor bu ecnebiler. Taksiciler dışında. Onlar bildiğin hayvan. Ama zaten onlar da Amerikan değiller. Amigolar da kibar değiller pek bak. Hispanikler yani. Ama genel Manhattan insanları işte..
Gelince gözüme batan şeylerden biri de kadınlar oldu. Giyim tarzları. Her şeyden önce rahat bu insanlar. Başkalarının ne düşüneceği umurlarında değil. Çünkü zaten kimse kimsenin umurunda değil, senin giyindiğin şey başkalarını germiyor. Minicik şortlarla, incecik badilerle gezebilme rahatlığının da ötesinde bir durum var. Şıklık, rüküşlükten de bahsediyorum. Milyon çeşit insan var zaten bu şehirde, kimin hangi ulusa bağlı, kimin neyi desteklediği, kimin hangi tarz giyindiğinin çetelesini tutacak değilsin, o yüzden kimse kimseyi yargılamıyor, yargılıyorsa bile içinden yapıyor, öküz öküz, alenen yapmıyor bunu. Bu da insana bir rahatlık veriyor. Neden mi bahsediyorum? Kocaman popolarına, çılgın selülitlerine rağmen (hani öyle böyle değil, ben de ince bir insan değilim ama zenci poposundan bahsediyorum, bildiğin yarım dünya) lob gösteren şortlar, koca göbeklerine rağmen göbeği açık, sırtı açık badiler giyebilme rahatlığından (bu sıcak havada niye zorla kapalı şeyler giysinler ki, kimin umurunda nasıl göründükleri), ne bileyim plaj terliğiyle sokaklarda dolaşabilme rahatlığından bahsediyorum. Makyajsız, uçları çıkmış ojelerle dolaşabilme rahatlığından bahsediyorum. Tamam, bütün bunları kendimizi iyi hissetmek için yaptığımızı söylüyoruz belki kızlar olarak, ama neticede amaç başkalarına güzel görünmek değil mi zaten? Ben Türkiye'de bakkala giderken bile en azından gözlerime kalem çeken bir insanım, öbür türlü keşe benziyorum çünkü. Bu kompleksi aşmış buradaki insanlar. Çirkin gözüküyorlar belki, ama bize ne kardeşim. Ben hala belki makyajsız ve ojelerim düzgün olmadan çıkmaya alışamadım belki, ama okula plaj terliğiyle gitme rahatlığı paha biçilemez. Türkiye'de bırak terliği, sandalet giyiyorsun da öküz gibi bakıyor millet. Bu sıcakta mini şortlar ve etekler giyebilme rahatlığı ise bambaşka.
Bir de geçen sene gittiğimde de, bu sene geldiğimde de hep görür, tuhaf bulduğum bir rahatlık var. Şık giysilerin altına şıpıdık terlik giyinme modası diye bir şey var. Böyle ne bileyim şık etekler, elbiseler, yapılı saçlar, hoş takımlar falan. Ama altlarında şıpıdık terlik! Terliklerden gözüken yarısı çıkmış çirkin ojeler falan. Bu ne lan diyordum, madem şık giyindin, şık da bir ayakkabı giysene altına. Topuklu giyemiyorsan bile babetler var topuksuz.. Meğer bu ablalar çalışan ablalarmış, topuklu ayakkabılarını ofislerinde bırakıyorlarmış, metrolarda sürünürken ayakları rahatlasın diye parmak arası terliklerle dolanıyorlarmış. Takdir ettim tabii...
Ah sonra lüleli yahudi amcalarım... Alışmamışız, tuhaf geliyor gözüme. Ne de çoklar. Gözüme daha da tuhaf gelen görüntü ise, bu amcalarımın en geleneksel kılık kıyafetleri üzerlerine çekmiş halde ellerinde starbucks kahveleri ve kulaklarında ipod kulaklıkları takılı hade hızlı hızlı yürümeleri. Yakıştıramıyorum, ortaçağdan birine yirmibirinci yüzyıl aleti götürmüşsün gibi geliyor, uzay-zaman sürekliliğinde hata verdiriyor. :P Ama onlar da tuhaf gelmemeye başladı artık, alışıyorum yavaştan.
Yağmurlu havalarda manhattan sokaklarında yükselen "ambrıla ambrıla ambrıla" sesleri de ilginç bak. Uzun bir süre ne olduğunu anlamadım, sonra dur bakim neymiş diye olayın derinine inince, seslerin şemsiye satan çinli abilerden geldiğini keşfettim. Öyle işte.
Ha bir de ilginç ve hoşuma giden bir olay... Bir kere durağa giderken bir ıslık sesi duydum. Adamın biri Sweet Child O' Mine'ın introsunu çalıyordu. Sonra bir kaç adım attıktan sonra dükkanın önünü süpüren bir çinlimsi bir amca da davullar girdikten sonraki kısmını mırıldanmaya başladı. Eh, zamanı gelince de benim "she's got eyes that it seems to me reminds me of childhood memories" diye girmem icap etti. Böyle de uyumlu, mutlu bir mahalleyiz. :P
Bizim mahalleden bahsetmişken... İlk geldiğim gece ödümü kopartan da bir olay aynı zamanda bu. Akşamları, hava mava kararddıktan sonra böyle ürkütücü, korkutucu, korku filminden fırlamış gibi melodi yankılanmaya başlıyor sokaklarda. Ne mi? Dondurmacı kamyonları. Evet. Burada dondurmacı kamyonları, akşam 10-11 arası dolaşmaya başlıyorlar. Ama bir ara kaydedicem sesini, dinlemeniz lazım, böyle creepy bir şey olamaz. Hani filmlerde katilin sahnede belirmeden önce çalan müzikler var ya, aynı o. Bir de ben bunu ilk kez duşta duydum. İlk geldiğim gün, akşam girdim duşa, ev arkadaşı da evde yok, dışarı çıkmış. Sokaklarda bu müzik yankılanmaya başladı. Allah, dedim, vallahi katil geliyor. İlk günden geberip gidecez buralarda, al sana american dream. Camdan da görünen bir yerde değil kamyon, anlamadım ilk sesin neyden geldiğini, kaynağını öğrenene kadar korkutucu anlar yaşadım. :P
Başka neler vardı bahsedilcek.. Tuhaf insan çeşidi çok da, not almak lazım bir yere, dur yazcam diye başına oturunca gelmiyor aklına insanın bişey. Vol 2 yaparım artık napalım.
2 haftayı özetlersek kısaca: hala ev yarım yamalak, ev düzmek ciddi anlamda uğraş gerektiren bişeymiş. Sürekli bir şeylerin eksik olduğunu fark ediyoruz. Sürekli para harcanıyor.. Ha ama paradan ve fakirlikten yakınıp yakınıp, gider 37 inchlik lcd ekran alır mıyız? Kablo tv bağlatır mıyız? iphone 4 alır mıyız? elbette bebeyim. TV alışımız da komik aslında, önce ikeada çılgın indirime girmiş, bir daha bulamayız, nasılsa eninde sonunda alıcaz diye bol raflı TV unit aldık. Sonra internet ve telefon bağlatırken eve 3lü paket alırsak çok daha ucuza geleceği keşfettik ve şimdilik tv olmasa bile eninde sonunda olcak, biz bağlatalım, bulunsun dedik. Sonra Best Buy'a gidip ekranları görmemiz ve görüntü kalitelerine apışıp kalınca almalıyıııız moduna girdik. Ve eh, koyacak yerimiz var, kablolu yayınımız var, bir tvmiz de olsun madem diyip aldık. He, şimdi parasızlıktan kırılıyoruz, ama yapacak bir şey yok, çalışıcaz, para kazanıcaz. Başka yolu yok.