Thursday, September 03, 2015

As Time Goes By

Darn the wheel of the world! Why must it continually turn over? Where is the reverse gear?

Jack London'a katılmamak elde mi? 

Ofiste yapacak işlerimi bitirip World Wide Web'in derinliklerinde daldan dala koşarken birden aklıma toz tutan kendi blogum geldi. Bir de son dönemlerde memoir türü kitaplara sardırmam da kendi hikayemi yazmamı teşvik etmiyor değil, ama kimin zamanı var ona? Kaldı ki ne hikayesi, dostum, "Otobüs mü Minibüs mü? Bir Çelişki" ya da "Kalkmayan Vapur: Bugün İşe Ne Kadar Geç Kalacağım?" ya da "Klima Savaşları: Ofiste Kutup Rüzgarları ve Minibüste Nefes Alamamak" kitaplarımın New York Times Bestseller olacağını bilsem... ay yazarken bile sıkıldım.



Velhasılıkelam, eski entrylerimi okumaya başladım, New York'a ilk gittiğim dönemlerdeki yazıları okurken resmen zamanda yolculuk yapmış kadar oldum ve acayip garip hissettim. Geleceği o kadar bilemiyoruz ki. İstediğimiz kadar plan yapalım, istediğimiz kadar bir şeylerin peşinden koşalım ve 'asla' ya da 'mutlaka' diyelim, eninde sonunda şu hayat denilen random, saçma sapan, hiçbir sebebi olmadan kendi kendine devam eden şeyin elinde oyuncağız resmen. Doğru, kendi seçimlerimiz ve eylemlerimiz doğrultusunda ilerliyoruz günün sonunda, ama sonra bir şey oluyor - büyük resme bakıldığında çok minik, çok anlamsız, o sırada yaşarken bile fark etmediğiniz bir şey - ve hayatınızın bütün seyri değişiveriyor. Sonra bir bakmışız bir sene önce 'asla' dediğimiz şey hayatımız oluvermiş, üstelik bundan mutluyuz.

Daha da garibi, bütün bunlar kartopu etkisiyle birbiri ardına olup biterken ve sen yaşadığın her şeyi bir önceki şeye bağlarken, günün birinde bir bakıyorsun bir sene öncesinden çok farklı bir noktadasın. Değişim aniden olmayıp organik bir şekilde de yaşandığı için de aslında bütün bu çığı başlatan o minik kar tanesini hiç düşünmüyorsun.

Geriye dönüp baktığımda, bir sürü küçük kar topları var aslında hayatımda, ama ilk kar tanesini düşünürsem sanırım Londra'ya gidemeyeceğimi anlamam oldu. O fark ediş, New York'ta daha fazla aynı rutinde kalamayacağımı, ne olursa olsun bir değişimi arzuladığımı fark ettirdi. Bu arzu, eski şirketimde bir gün kafayı sıyırmamla tepkimeye girip bana bilet aldırdı.

Geçen sene ben (temsili)

Hayatıma reset atacağım dank ettiğindeyse sahip olacağım boş zamanları ve o boş zamanlarımda senelerdir yapmak isteyip yapamadığım şeyleri yapabileceğimi düşündüm ve Paris'e bilet aldım hiç düşünmeden.

Schengen vizesi alırken önce reddedildim, o biraz reality check yaşatıp 'ya niye gidip olmayan paramı harcıyorum' gibi düşündürttü, ama sonra gaza gelip konsolosluğa uzun bir mail yazıp neden reddedilmemin saçma olduğunu anlattım ve iki gün sonra vizem çıktı. Uçak biletimden de üç gün önce.

Hevesimi kaybetmiştim bu gezi için, ama yine de bir daha fırsat bulamam diyip içime sinmeden de olsa uçağa bindim.

Charles De Gaulle'e indikten metroya binip şehir merkezinde Dilda'yla buluşmam gerekiyordu. Ama malesef (ya da şansıma mı demeliyim) Fransızca yazılar arasında kaybolup metroyu bir türlü bulamadım ve sorabileceğim birini aradım. SwissAir'le geldiğim için uçakta çoğunlukla yabancılar vardı, ama uçağa binmeden önce bir Türk çift dikkatimi çekti, çünkü kızın ayağında yağmur çizmelerinden vardı ve ben onu görünce 'tüh ya, ben de getirecektim' diye düşünmüştüm. Bakınırken onları görüverince hemen yanlarına gidip sordum. Eh, gurbette olan Türk başka bir Türk'ü gördüğünde ne olur? Anında kaynaşır. Kız "biz de gidicez aynı tarafa, beraber gidelim" diyince peşlerine takıldım ve metroya binince muhabbet etmeye başladık.

Havadan sudan napıyorsun necisin muhabbetlerinden sonra ben Amerika'dan yeni İstanbul'a taşındığımı, henüz bir işim olmadığını ama pazarlama sektörüne girmek istediğimi söyledim. Veeee bam! Kız demez mi 'Ben bir medya şirketinde insan kaynaklarındayım, al kartım, CV'ni gönder bana'. Gerçi çok da heyecanlanmadım, çünkü en nihayetinde böyle çok tanışıyoruz, havada kalıyor hep ya da unutuluyor. Ben de çantama attım, çok da ehemmiyet vermeden.

10 gün falan sonra benim New York'tan eski Fransız ev arkadaşlarımdan biri yaşadığı Lyon'dan Paris'e geldi benle görüşmeye. Eiffel Kulesi'nin altındaki çimlerde uzanıp yatarken çantamdan fotoğraf makinamı çıkarayım dedim ve çıkarırken metroda tanıştığım kızın kartı da çimlere düştü. Valentin kartı eline alıp 'Bu logo Publicis'in logosu değil mi? Neden kartı var sende?' diyince anlattım kartın hikayesini ve beni derhal kızla iletişime geçmem konusunda teşvik etti.

Ben de dönmeme yakın 'bir kahve içelim, muhabbet edelim' temalı bir mail attım. O da bana 'boşver kahveyi, sen direkt bizim ofise gel' diye geri dönüş yaptı. Bir hafta içindeyse varlığından bile haberdar olmadığım medya planlama sektöründe stajıma başlamış durumdaydım.

Sektörün ne işe yaradığını, ne iş yapıldığını, nasıl bir şey olduğunu öğrendiğim bir üç ayım oldu orada. Güzel insanlarla tanıştım, güzel bir accountla çalıştım. Ancak acilen para kazanmaya ihtiyacım vardı (Staj: Hello, beleş iş gücü!) zira onca sene aileden bağımsız bir şekilde geçinince birden başa sarıp 'anne bana para versene' demekle olmuyor, en azından ben yapamadım. E tabii bir de bu gurur işinin profesyonel kısmı da var, üç sene 'manager' pozisyonunda çalıştıktan sonra senden yaşça küçük insanların süpervizörünün olduğu stajyerlik yer yer canını sıkıyor. Hem maddi hem manevi tatmin istiyor insan 27 yaşına girmek üzereyken.

Ben bu modda 'beni kadrolu yapın!' savaşı verirken bir gün öğle vakti her zaman öğle yemeğine birlikte çıktığım kişiler meşgul muydu, toplantıda mıydı ne, ben başkalarının peşine takıldım. Metrocity'nin o boğucu yemek katında kader bir kez daha ağlarını örüyordu... (gülüşmeler).

Ben İzmir köftemi tırtıklarken, yanımda oturan arkadaşın telefonu çaldı. Baktım 'tamam abi, ben iş arayan birini görürsem haber veririm' diyor. Boğulmak pahasına ağzımdakini yuttuktan sonra 'eeööö BEN VARIM!' diye saldırdım derhal. Daha önce çalıştığı medya ajansına planlamacı arıyorlarmış. "Deneyimli birini arıyorlar." dedi önce, ama 10-15 saniye sonra "Bence sen yaparsın bu işi ya, ben bir konuşayım bakalım, CV'ni gönder bana" dedi. Hakikaten de İzmir köfteden 1 saat sonra telefonum çaldı. "Aslında deneyimli birini arıyoruz ama senden öyle bir bahsetti ki bir görüşmek istiyoruz" diyerek hemen o akşam iş görüşmesine çağırdı.

Ertesi gün, sabah müşteriyle toplantı, öğleden sonra da team building aktivitesi diye bowling'e gidilecekti. Toplantıdayken telefonum çaldı. Bizim account'un Pazarlama direktörüyle gözgöze olduğumdan ve çok saçma sapan bir yerde oturuyor olduğumdan kalkıp açamadım, mala bağladım biraz. 5 saniye sonra baktım karşımda beni öneren arkadaş bir telefonuna bakıyor, bir de bana. Aha dedim, beni iş için arıyorlar, iyisi mi kaçayım. İşi almıştım! Hiç düşünmeden kabul ettim tabii ki.

Tabii bu da öğleden sonraki 'team building' bowlingini tuhaf kılmadı değil. Önce kendi ekibime söyledim, çok sinirlendiler 'burası nasıl seni ellerinden kaçırır' falan diye. Sonra sırayla herkes ya 'bence kal, orası seni kesmez' ya da 'iyi olmuş, git iş öğren' dediler. Patronum da illa kal dedi ama malesef insan akbilimi neyle doldurcam diye düşünürken kariyerini çok umursamıyor.

Burada da altı buçuk ayım geçti. Acayip memnunum halimden, işim de benden memnun. NY'taki o stres manyağı eden işimden sonra burada ofiste büyük bir keyifle vakit geçirmek gerçekten insanı mutlu ediyor. Daha da önemlisi hayatımda ilk defa 'Evet, benim kariyerim bu olmalı' diyebilip geleceğimi planlayabiliyorum. Çok değil ya, geçen sene bu zamanlarda bırak kariyeri, ne yapmak istediğimi bile bilmiyordum ki. Biletimi alıp Türkiye'ye dönerken bile işlerin bu kadar hızlı ilerleyeceğini, bir sene içinde hayatımın yoluna girmiş olacağını asla tahmin edemezdim. Önceki entry'mde bile 'bir sene takılıp yurt dışına kaçarım' diyordum. (he canım he, buldun yurtdışını).

Kısacası, evet, İstanbul'da yaşıyor olduğum gerçeği her geçen gün insanı hayattan soğutan bir şey. Ama ben... mutluyum. Çünkü artık bir yol çizebiliyorum kendime. Plan yapmıyorum geleceğe dair (dedi planlamacı, hehehe), ama günün sonunda önüme vermem gereken bir karar çıktığında PRO/CON listesini daha net yapabiliyorum. Bu da insanı rahatlatan bir şey. Önümüzdeki seneyi heyecanla bekliyorum.

E o halde, mission accomplished!






Wednesday, November 19, 2014

On 26th Street

New York'tan eski ev arkadasim Jolyn ile yeni blog actik bir heves. Turkce yazasim muhtemelen gelecegi icin buraya devam ederim ama orasi da guzel, gelin ahali!

Buyurun buradan yakin. 

Friday, October 24, 2014

New Yok I Love You, But You've Brought Me Down

Bir sene önce en son buraya yazdığımda Londra'ya gideceğimi ilan etmişim. Haha, ne masum, ne komikmişim lan. Denemedim değil! Başvurdum istediğim okula. Aldılar da beni! Çok da işe yaramaz biri değilmişim! Ama para mı var gideyim? Burs alamayacağımı fark ettiğim zaman yavaştan vazgeçtim. Bu sefer Avrupa'ya niyetlendim. Yine maddi durum. Hep sıkıntı, yine sıkıntı. Yani bir şekilde okul parasını çıkardım diyelim, neyle geçincem? Gidince belki iş bulmaya kasıp kendimi geçindirebilirdim ama beni birazcık tanıyan garantisi olmayan bir şeye balıklama atlayamayacak kadar korkak olduğumu da bilir. Korkak demeyeyim aslında, kendime haksızlık ediyorum. Ecnebilerin o 'comfort zone' dediği şeyden çıkabilmem benim için gerçekten zor. 'Gitmemek aptallık olur' diyecek kadar sağlam bir şansımın olması ya da çok ani karar verip yapmam lazım o adımı atabilmek için. O yüzden bir anda GMAT'e çalışmaya karar verdim. Ama iki haftalık çalışmayla yüksek puan almayı düşlemenin şu anda biraz kibirlik olduğunu da görüyorum. (Ya aslında işe gitmesem, panik olmasam... Yapard-- gene yapıyorum!) 

Velhasıl kelam, ben bütün bir seneyi New York'ta - en azından çalıştığım işte - son senem olacağını düşünerek geçirdim. Yaptığım her şeyi 'bu son olabilir' diye düşünerek yaptım. Aslında kötü fikir değildi düşününce, en azından yapmadığım için pişmanlık duyguduğum ya da yaparken tadını alamadan yaptığım şeylerin sayısı çok az. Hayatı da öyle yaşamak gerekmez mi aslında? Neyse. 

Ben böyle diye diye, herkese 'seneye ya Londra'ya ya Avrupa'ya master'a gidiyorum' diye diye Mayıs'ın sonunu ettim. Sadece tembellikten ya da gerizekalılıktan da değil, zamansızlıktan da olmadı bir sürü şey. O iş beni çok tüketti ya, öyle böyle değil. Mayıs sonu-hazıran başıydı sanırım birden elimde kalanın sıfır olduğunu fark ettiğimde. Sonra bir gün - şirketteydim sanırım - biri doğum günümün yaklaştığından bahsetti. O zamana kadar hep 25 yaşındaydım. Birden fark ettim ki 1-2 aya kalmadan 26 olacağım! Yani yirmili yaşlarımın ikinci yarısında. Artık 20'den çok 30'a daha çok yakındım. Birden kalbim çarpmaya başladı, o anı o kadar net hatırlıyorum ki! 26 yaşında olacaktım ve hala hayatta devam ettirmek istediğim kariyere başlamayı bırak, henüz ne olduğunu keşfetmemiştim bile. Elde tutulacak ne bir başarım ne de başarısızlığım vardı - olduğum yerde duruyordum. Ve daha da kötüsü, olduğum yerde durmaya devam ediyordum. Evet, belki bütün sene 'hehe gidiyom ya' diye gezmiştim, ama bu konuda aslında çok fazla efor sarfettiğimi söylemek de kendime yalan söylemek olur her şeyden önce. Ne olduğunu anlamadan kendimi 30'da bulacak, belki de hala nefret ettiğim o işte hayatımı bir maaştan bir sonraki maaşa yaşamaya sürdürecektim. 

Paniğim geçtikten sonra oturdum düşünmeye başladım seçeneklerimi.

1) Bir sene daha o işte kalacak, bu sefer bilinçli yaşayıp para biriktirecek ve sosyal hayatımdan (hehe sosyal hayat dediğim de aslında Cuma dışarı çıkmalar, Netflix falan) biraz daha ödün vererek daha fazla şeye asılacak ve GMAT'e bu sefer ciddi olarak çalışacaktım. Hayatımdan bir sene daha çalacaktım. 

2) Hayatıma reset atacaktım. Havuzun derin yerine can simidi olmadan atlayıp hayatta kalıp kalamayacağıma bakacaktım. İpleri elime alacaktım. 

Belki de her aklı başında insanın yapacağı, yapması gereken şey seçenek 1'di. Özellikle de New York'ta yaşarken, düzenli ve iyi sayılabilecek para da kazanırken. 

Ama sanırım benim aklım başımda değil. Bilmiyorum. Aslında sebebimi biliyorum. Korktum. Hayatımdan bir sene daha kaybedip gene aynı noktada olmaktan korktum. Çünkü kendimi biliyorum; bir şeyler olmadıkça hırslanıp daha çok denemektense umutsuzlaşıyorum. Ve o işte kaldıkça tablo aynı olacaktı. Ben hep çok yorulacak, çok çalışacaktım. Akşam 7.30-8'e doğru eve geldiğimde canım oturup hiçbir şeye bakmak, başvurmak, çabalamak istemeyecekti. Kendimi her gün kötü hissede hissede gene Mayıs'ı edecektim. İşimde de iyice mutsuz olacak, hayattan nefret edecek hale gelecektim. Ve 27 olacağımı fark edince bu sefer daha da umutsuz kararlar verebilecektim. Bundan korktum. 

Bunun dışında başka ne seçeneğim vardı? İstanbul! 

İnsan evden uzak kalınca onca yıl, eskiden yaşadığı - özellikle de çocukluğunu geçirdiği yerleri - romantize, idealize etmeye başlıyor. O kadar da kötü değildi diyor. En kötü, sırtımı yaslayabileceğim bir ailem var, diyor insan. Kira ödemeyeceğim, daha ne! Bir senemi New York'ta kaybedeceğime, İstanbul'da kendimi bulmaya harcarım diye düşündüm. Çalışmamak, ailemi ve arkadaşlarımı görmek, nasıl geçincem, ne yemek yapıcam, bu ay kirayı nasıl çıkarcam diye düşünmemek çok ama çok çekici geldi. 

Ve bir haftasonu, biletimi aldım. 

İş yerime söylemek zor oldu, desteklemediler kararımı. İhanet etmişim, onları yarı yolda bırakmışım gibi hissettiler. Varsın olsun. Yüksek lisans okutmayı bile teklif ettiler New York'ta. Ama insan o psikolojiye girdikten sonra, kararından dönmesi de zor oluyormuş. Ve tabii ne onlara bir şey borçlu olmak, ne de açıkçası orada bir gün daha geçirmek istiyordum. Hayır dedim. 

Kristin ve Emre'ye evden çıkacağımı söylediğimde, destek oldular. Emre zaten kısa süreliğine de olsa Türkiye'ye dönecekti, Kristin de Manhattan'da daha büyük bir odaya çıkmak istiyordu. Ev sahibi de sorun çıkarmadı, olaysız bir şekilde (eşya satma, evi temizleme işlerine değinmiyorum, onlar başlı başına kabustu ama bir şekilde halloldu) evi boşalttık. 

Tek yapmam gereken 11 gün evsiz kalacağım süre boyunca kalacak bir yer bulmaktı, ama neyse ki beni evlerine alacak arkadaşlar da buldum (olaysız geçti diyemeyeceğim ama uzun hikaye şimdi). İşteki son günüm de garipti, ama üzerime inanılmaz bir rahatlama, resmen bir öfori gelmişti. Zaten işten çıkacağımı duyduktan sonra şirketteki - ihanet ettiğimi düşünen yönetim vs dışında - çoğu kişi kararımdan dolayı tebrik etti beni, o işin bana göre olmadığı, hayatta daha farklı şeyler yapmam gerektiği o kadar barizdi ki. Çıktıktan sonra da 15 gün falan tamamen turist olarak takıldım. New York'taki güzel havanın buruk bir sevinçle tadını çıkarmaya baktım. Ne yalan söyleyeyim, o kadar çok şeyler yaşandı bitti ki gitme günü geldiğinde resmen yorulmuştum, gitmek çok zor gelmiyor gibiydi. 

Ta ki 12 Ağustos'ta İstanbul'a inip 'aaa şunu unuttum, neyse New York'a dönünce hallederim' diyemediğimi fark edene kadar. O zaman işte tak etti artık bir New Yorker olmadığım. Artık New York'un benim için sadece belki bir gün gidilecek bir tatil yeri olduğu. Bu gerçek hala aklıma geldiğinde kalbimde bir sızı yapar. 

Goodbye, my sweet. Bu manzarayı özleyeceğim en çok. Ofiste içim sıkılınca camdan bakınca buna bakıp aslında şanslı hissetmeyi özellikle. Goodbye, my lovely city. (Empire State Binası'nın tepesinden çekilmiştir tarafımdan)

---

Şimdi napıyorum? Gelir gelmez burada yüksek lisansa yazıldım Pazarlama bölümünde. Ailemle 2 hafta tatile çıktım Bodrum taraflarında, o beni kendime getirdi. Sonra dersler başladı. 2 hafta geçtikten sonra dersleri sevdiğimi, zevk aldığımı, kariyer olarak bunu yapmanın çok da fena bir şey olmayacağını fark etmeye başladım. New York'tan kalan paralarımla Paris'e gittim. 20 gün kaldım. O süre içinde Berlin ve Amsterdam'a da gittim. Amerika'da çalışınca insan Avrupa'ya ya da başka bir yere seyahate gidemiyor işte. Avrupa görmeyen arkadaşım kalmamışken, ben 26 yaşında sonra gittim işte ilk defa. Ahh, çok güzeldi. Daha iki gün önce döndüm. Staj da ayarladım medya alanında. Yavaş yavaş düzene giriyorum. Gerçi acayip derecede parasızım, Paris'te tükettim varımı yoğumu, dehşetle ne yapacağımı düşünüyorum. Ama neyse.

Hala hedef burada bir sene kalıp yurtdışına kapak atmak tabii. Bakalım. Yapıcam bir şeyler. Ama en azından artık rahatlıkla yapmak istediğim şeyi buldum diyebiliyorum. 

Kararımdan pişman mıyım bilmiyorum. 'Niye döndüm ki ben, kafama sıçayım!!!' diyecek kadar sinirlendiğim, kendime kızdığım zamanlar elbette oluyor. Ama çoğunlukla kararımın doğru bir karar olduğunu düşünüyorum - şimdilik. Amerika'daki çoğu arkadaşım kararımı çok destekledi, ama tabii onlar Türkiye'yi bilmiyorlar. Buradakilerin -çoğu- hala anlamıyorlar kararımı. Bazılarının da anlamasını istemiyorum. Çünkü geldiğimden bu yana iki tepki alıyorum çoğunlukla. Ya 'salaksın kızım, bırakılıp buraya gelinir mi' diyenler, ya da 'oh, iyi yapmışsın, artık oralarda oyalanmayı bırakıp burada kendine bir hayat kurmanın vakti gelmişti' diyenler. İkisine de diyecek bir şeyim yok... Bu yazıyı da verdiğim kararları kendime de hatırlatmak için yazdım biraz. İlerde de ihtiyacımın olduğu zamanlar olacak hatırlamaya. Biraz da kendimi bu anlamayanlara anlatmak için yazdım. Biraz uzun olmuş, okunursa tabii. Ya da belki bir yerlerde benim gibiler vardır, bir tesadüf bu yazıyı görürler, onlara belki yardımcı olur. Bilmiyorum. Umarım güzel olacak.

Bana şans dileyin. 

Thursday, October 17, 2013

the times they are a-changing

Nedir bu daima daha fazlasini isteme merakimiz, yerimizde duramama huyumuz bilmiyorum. Ya da bende bir gariplik var, gercekten emin degilim. New York'a geleli neredeyse 4 yil oldu, para kazaniyorum, iki super ev arkadasim var ve New York'tayim. Tamam, isimden nefret ediyorum, ama katlaniyorum bir sekilde. 

Ama yooooo. Yo dostum yo. 

Taktim kafama, Londra'ya gidicem.



Hic kafamda yoktu, hayalim bile degildi. Bir gun ilham geldi ve karar verdim. Master'imi Londra'da yapmak istiyorum. Daha dogrusu, istedigimden bile cok emin degilim. Yani New York'tan gitmek istedigimden. Soruyorlar neden diye, cevap veremiyorum. Tamamen bir his cunku bendeki. Biliyorum, gidersem mutlu olacagim. Emin degilim, ama hissediyorum. 

Buradaki hayatim guzel, cok seviyorum, yanlis anlasilmasin. Burada da basvuracagim okullara. Ama ne bileyim. 25 yasima geldim, hicbir sey yapmamisim gibi hissediyorum. New York'tan baska bir yer gormedim ve burada kalirsam da gormem cok zor. Burada yasamak, kisitliyor insanin seyahat etme sansini. Cunku tatil demek, Istanbul'a, aile yanina donmek demek. 10 saatlik ucak yolculugu, bin dolar civari bilet parasi gibi sebeplerden ha diyince gidilmiyor. En cok korktugum sey de zaten ben buradayken ailemden birine bir sey olmasi ve benim atlayip gidememem. Ama kesin donus kesinlikle istemiyorum. Yapamam Istanbul'da gibime geliyor (belki bullshit ama, oyle geliyor iste. bir de tabii donersem basarisiz olmus gibi hissedecegim hayatimin sonuna dek.). Bir baska etken de buradayken kendimi kapana kisilmis gibi hissediyorum. Calisma vizesine sahip olmak tuhaf bir sekilde bir sorumluluk veriyor insana. Herkesin 'o kadar dayandin, bir green card ciksin, oyle yap ne yapacaksan' demesi belki de. O yuzden ne isi birakabiliyorum ne baska ulkeleri dusunebiliyorum. Burada master yaparsam da ayni sey olacak, internship, OPT derken yine ayni donguye girecegim. 

Bu kotu mu? Hic degil. Ama bazen durup dusunuyorum, beni burada tutan hicbir sey yok ki. Is arkadaslarima bakiyorum, sevgili bulmuslar, evlenmisler, artik bundan sonra 'cocuk dogsun, bir amerikan vatandasi olsun, sonra bakariz' moduna girmisler ama o da zaten asla donmemek demek. Bense bakiyorum kendime, tek basimayim, yapayalnizim. Evet, Kristin ve Emre var, arkadaslarim var ama onlar da kendi hayatlarina bakiyorlar neticede. Ben atlayip gitsem hayatlarindan bir sey eksilmez. Benden de eksilmez. O yuzden sanki New York'ta izimi birakamamisim gibi geliyor. Belki butun buyuk sehirlerin sorunudur bu, bilemiyorum, yirmili yaslarimi burada gecirdim neticede. 

Zaten iste o yuzden de birakip gitmek istiyorum. En buyuk hayalim hala dunyayi gormek. Burada yerimde sayarak yirmili yaslarimi harciyormusum gibi hissediyorum. Sanki Londra'da master yapinca gelecek o bilinmezlik hissi, gelecegimin tekrar belirsizlesmesi beni ozgurlestirecekmis gibi geliyor. Bu da korkutuyor ama mutlu bir korku bir yandan. Heyecan veriyor. 

Garip bir insan oldugumu soylemis miydim?


Monday, May 20, 2013

A Day in Life

New York'ta hayat gercekten garip ve beklenmedik olabiliyor.  Bu haftasonu icin ne planlarim vardi, onun yerine garip garip seyler yaptim resmen. 

Cuma gecesi gene normaldi, is cikisi her Cuma oldugu gibi Kristin'le disari ciktik. Williamsburg taraflarinda takildik bu sefer, ve aninda Brooklyn'in o taraflarini mekan olarak ne kadar cok sevsem de insanlarindan ne kadar nefret ettigimi hatirladim. Gercekten katlanamadigim bir insan modeli varsa o da 25 yasina gelmis ve hala anasindan babasindan aldigi parayla gecinen ve bundan rahatsizlik duymayan insanlardan baskasi degil. Sartlar onu gerektirir, hala okuldasindir, is bulamiyorsundur ve ailenin durumu da vardir, cok hosuna gitmese de yapacak biseyin yoktur, yardimci olurlar sana. O zaman durum baska, valla ona lafim yok. Ama sen karsima gecip 'sanatimi icra etmek icin bos zamana ihtiyacim var, o yuzden calisamam' diyorsan, ben sana 'of burasi da cok pahaliymis' dedigimdeki tepkin 'paramin olmamasi nasil bir sey hic bilmiyorum' oluyorsa uzgunum ama fuck you. Iste Williamsburg de boyle sacma sapan, bos beles adamlarla dolu. Hepsinin kirasini ve kredi kartlarini analari babalari oduyor, ve ben kirami odeyebilmek icin gercekten nefret ettigim bir iste calismak zorunda kaldigimi soyleyince bunlar tarafindan 'ah ben nefret ettigim bir iste calisamam, olurum daha iyi' diye yargilaniyorum. Bir keresinde bir tanesine Astoria'da yasadigimi soyledigim zaman 'Ahh, Queen's mi? That's unfortunate' demisti. Iste bu kira vakti geldi mi gerilmeyen, ailesinden para isterken utanmayan, kendilerini 'sair', 'sanatci', 'muzisyen', 'fotografci' diye tanitip buna dair hicbir sey yapmayan, Brooklyn disinda yasayan herkesi asagilayan gerzek hipsterlara KATLANAMIYORUM. Neden oralara gidiyorsun mu dediniz? Cunku allahsizlarin takildigi barlar, sokaklar, restoranlar gercekten guzel :( Kendi arkadas grubunla gidip fazla interact etmedigin surece keyfin yerinde kalabiliyor. Ama uzaktan yakisikli gorunup, iki ilgilenince de konusmaya basladigin cocuk sana 'mezun olduktan sonra bir ise girmistim, ama kendi kimligimi kaybettigimi hissettim. Ben de aileme bana her ay 2 bin dolar vermek zorunda olduklarini, cunku bir birey olarak kendimi bulmami istiyorlarsa kendimi craft calismalarima adamam gerektigini anlattim, simdi keyfim yerinde' diyorsa... Ah neyse iste. FUCKING HIPSTERS! 

Dun icin de Kristin'le bir dolu planimiz vardi, sabah uyanip Brooklyn Botanical Garden'da kiraz ciceklerini gorecek, dogayla ic ice olacaktik. Ardindan Target, Marshalls, TJ Maxx gibi ucuzlugu abartmis ama super seyler satan magazalarda dolanip alisveris yapacak, yorulunca Hudson nehri uzerinde karaya baglanmis ve bir bara cevrilmis olan gemide sangrialarimizi yudumlayarak gun batimi seyredip dinlendikten sonra aksamki Kristin'in beni zorla goturmek istedigi Turkce Olimpiyatlarina (Kristin Turkce kursuna giden, Turk'leri cok seven, Fransizca'yi da ana dili gibi bildigi icin French Chamber of Commerce'te calisan psikopat ama dunya tatlisi bir Amerikali. Gercekten Kristin zoruyla gittik o etkinlige) gidecek sonrasinda da takilip evlere dagilacaktik. 

Ama ne oldu? Sabah uyanamadik, cunku hangover sucks. Garden'i atlayip dogrudan alisverise gidelim dedik. Oncesinde kahvalti icin bir bagel'ciya gittik ve orada acik televizyonda garip garip seyler izledik. Vay efendim kadinin teki 15 yil once evden kacip kendini ölü ilan ettirdikten sonra simdi ortaya cikmis da, baska bir kadinin en yakin arkadasinin sempanzesi, kadinin yuzunu ve parmaklarini yemis de simdi yuz nakli yapilacakmis da.. boyle garip garip haberler. Dunyadan nefret ederek ciktik resmen kahvaltidan. Sonra alisverise gittik, ama ikimiz de dunyadan bezmisiz, baktigimiz seyleri gormuyoruz falan. O yuzden alisverisi de sallayip direkt Frying Pan'e (o bahsettigim gemideki bar) gidelim dedik. Oraya da bir gittik ki amaney. Hayatimda boyle bir sira gormedim ben! Hayyyvan gibi buyuk bir gemi, o yuzden hic yer bulamama sorunu yasamamistim orada ben. Ama giris sirasini gormeliydiniz a dostlar!  Metrelerce!! Nope dedik tabii ki. Allahtan hava mukemmeldi, biz de tam yanindaki Hudson River Park'in cimenlerine yayildik, azicik da uyuduk. Sanirim gunun en guzel tarafiydi. Sonra aksama dogru kalktik olimpiytlara gidelim diye. Downtown'a gidince 'simdi uzun surer, orada da yemek yoktur, gidelim biseyler yiyelim'... Ufak bir cin lokantasi gorduk, girdik. Calisanlardan birinin masalardan birine uzenip yattigini gorunce aslinda cikmaliydik oradan, biliyorum. Ama yine de sesame chicken soyledik, oturduk. Tam yemek gelecekken yelp'e bakalim yorumlari nasilmis buranin diye. Buyuk hataymis. 1 yildiz vardi sadece! Ve bizim soyledigimiz yemegin ozellikle kotu oldugunu yazmis herkes. Ama yedik gene de, oyle de salagiz. 

Isin aci tarafi, Turkce Olimpiyatlarina (tam vaktinde) gittigimizde gorduk ki oncesinde ufak bir kokteyl varmis. Dolmalar, mercimek kofteleri, borekler, tatlilar... Aglaya aglaya dolmadan iki isirik aldik, bir mercimek koftesi attik agzimiza, ama bunlari yaparken kendimizi, hayattaki secimlerimizi sorgulamayi ihmal etmedik tabii... 

Turkce Olimpiyatlari da sanirim gittigim en garip etkinliklerden biriydi. Bir kere bence iyi hazirlanilmamis, prova edilmemis gorunuyordu oldukca. Sunucu Turkce isimleri telafuz edemiyor, hatta bazen ne diyecegini sasiriyordu. Hayir yani, turk-amerikan birini bulamadiniz mi? Ya da en azindan ezberletseydiniz okunuslari. Cocukar bicir bicir, pek tatliydi ama soyledikleri sarkilari playback yapmalari butun o etkileyiciligini yitirdi. Zaten kimse cocuklardan mukemmel performanslar beklemiyor, playback'e ne gerek vardi ki? Hatta bazilarinin siralarinin geldiklerini fark etmemeleri ve sarki duyuldugu halde kimsenin sarki soylemiyor olmasi falan komikti bayagi. Canli canli Can Yucel siiri okurken yarisinda utanip iceri kacan, sonra geri gelip tamamini basariyla okuyan Amerikan kiz daha dogal, daha etkileyici geldi bize mesela. En guldugum kisimsa kucucuk bir kizin milliyetci, kanli, bayrakli bir siiri haykirarak, cigliklar atarak okumasi ve yanimda oturan Kristin'in ciddi ciddi korkmasiydi. "What the fuck is that???" "Sahneden inip bogazima saldiracak gibi hissediyorum" diyerek dehsete dustu kizcagiz :P Sonra bir de neden oldugunu anlayamadigimiz Cince ve Ispanyolca performanslar vardi. Acayip sikilip yarisinda ciktik zaten.

---

Ben buna baslamisim da post etmemisim. Simdi boyle goruverince gondereyim dedim, durmasin. Devam edecektiysem de hatirlamiyorum :P

Sunday, February 03, 2013

Spooky

Bunca degisimin, delirmenin, kafa karisikliginin, dalginligin ardindan bir seyin ayni kaldigini bilmek guzel: garip ruyalarim.

Dun de ruyamda Kanada sinirini gecmeye calisiyordum. Gumrukte pasaportumu bulamayinca yanimdaki Tommy Lee Jones'a donuyorum. Bana 'bavulundaydi en son, onu da suradaki yokustan asagi yuvarlanirken gordum' diyor. Yokustan asagi bavulun pesinden kosuyorum. Yokusun sonuna geldigimde bavulun uzerinde yasli bir kadinin oturdugunu goruyorum. Istiyorum 'finders, keepers' diyerek kahkaha atmaya basliyor curuk dislerini gostere gostere. En sonunda 'tamam, vericem ama kedimi de gecirmek zorundasin sinirdan' diyor. Kedinin uzerinde kazak ve pantolon var. Ama bir New York'lu olarak gordugum en ilginc hayvan olmadigi icin, garip karsilamiyorum.Tamam diyorum, kediyle bavulumu alip gumruk kuyruguna geri donuyorum. 

Sira bana tekrar gelince, pasaportun oldugu cebine atiyorum elimi. Gene yok! Arkami bir donuyorum ki Tommy Lee Jones elinde pasaportum ters yone kosuyor ve arayi iyice acmis bile. Kedi 'bitch i don't need this' diyerek kucagimdan atliyor. Dikilip bir sigara yakiyor. 'Ain't nobody got time for that' diyip arkasini donup Kanada'ya gidiyor. 

Oturup agliyorum. O sirada Phantom of the Opera'nin Phantom'ini kuyrukta goruyorum. 'Muzikalinizi izledik, cok begendim, cok etkilendim sizden' falan diyorum. 'Cabuk, hangi tiyatroda oynaniyordu hemen soyle, yoksa iltifatlarina inanmayacagim!!' diyor. Bir turlu hatirlayamiyorum. Phantom da basini sallayarak Kanada'ya gidiyor. 

Sonra garip bir ses duymaya basliyorum. Bir bakiyorum ki telefonummus ve bu bir ruyaymis.


Saturday, February 02, 2013

This Head I Hold

Kafam ne kadar karisik, ne kadar da baska yerlerde size kucuk bir ornekle anlatayim. 

Erken kalktim sasirtici bir bicimde (rutin olanin aksine cuma gecesini bayilana kadar alkol tuketerek gecirmeyisime bagliyorum), takip etmeye devam ettigim 1-2 dizinin yeni bolumlerini izledim (parks&rec, supernatural, girls) kahvaltimi yaptim, saat daha 12'ydi. Uzun zamandir ilk defa kendimi bu kadar uretken hissedince, dedim artik su haftalardir erteledigim camasir yikama isine bir giriseyim - zira giyecek bir seyim kalmamisti artik. 

Laundromat'e gittim, deterjani camasir makinasinin ustune koydum, kirlileri doldurdum, cuzdanimda ceyreklik olmadigi icin bozuk para yapma makinasina gittim. 8 adet yirmibes sentimle birlikte geri dondum. Makinanin ayarlarini yaptim, 8 adet yirmibes senti makinaya tek tek attim. Makina calismaya basladi. Deterjani da koymak icin (deterjani makina calismaya basladiktan sonra koymak gibi salak bir huyum var) makinanin ustune hamle yaptim. Ama deterjan orada degil, bir yanimdaki makinanin uzerinde duruyordu. Kafami asagi indirdim, baktim makina bosa donuyor. Kafami arkaya cevirdim ve bir de baktim pencerenin arkasindaki gorevli bana ellerini kollarini salliyor. Kulakliklarimi cikartinca kadinin aslinda bana hispanik bir aksanla 'wrong machine!! wrong machine!!' diye bagirdigini fark ettim. Yanina gittim para iade eder mi diye ama olmaz dedi. Gittim gene para bozdumdum. Ve dogru makinayi calistirip oradan ciktim. 

30 dakika suruyor yikanmasi, o arada gittim alisverisimi yaptim marketten. Geri geldigimde bitmisti, topladim hepsini kurutucuya gittim. Kurutucular iki tane ustuste oluyor (kontroller ortada sagdaki asagisi soldaki yukarisi seklinde), ben normalde hep asagidakilerini kullaniyorum. Ama bu sefer nedendir bilinmez ust makinalardan birine doldurmaya basladim. Hepsini doldurduktan sonra tekrar para bozdurdum geldim. Her zaman yaptigim gibi sagdaki kontrollere hamle yaptim, ayarlarini yapip parayi doldurmaya basladim. 4 adet yirmibes sentimi atarken kafamdan bir yandan 'haha gene ayni hatayi yapsam ne salak olur di mi! Bakayim, evet camasirlarim onumdeki makinada. aman dikkat edeyim' diye dusunuyorum. Start'a bastim. Veeeeeeee asagidaki makina donmeye basladi. Soluma baktim. Ayni kadin kafasini saga sola sallayarak bana bakiyordu. Yanimda kendi camasirlarini toplayan adamsa kahkahalara bogulmustu.

Tabii bu dalginlik degil tamamen benim gerizekaliligimla da aciklanabilir.