Monday, May 31, 2010

The Girl From Ipanema

Kitap okurken ve çeviri yaparken klasik müzik ve caz dinlemeyi pek severim. Ritüelim oldu zaten artık, arkada çalmadığı zaman konsantre olamıyorum gibi bişey. Türler konusunda çok bilgili olduğumu söyleyemem, klasik müzik hadi neyse, kim kimdir, kimin neyi vardır bilirim ama caz için böyle bir şey söz konusu değil pek. Yaptığım şey torrent sitelerine 'best jazz albums' ya da 'best of jazz' gibi şeyler yazıp çıkanı indirmek oluyor genelde. Çok da önemli değil zaten açıkçası benim için, dediğim gibi, arka fon müziklerim benim onlar. Ama bir tanesi var ki arka fon müzikliğinden çıkıyor, her dinleyişimde loop'a alıyorum, başka yerlere gidiyorum. Gerçi cazdan çok bossa nova'ymış türü zaten ama ikisi arasındaki farkı bildiğimi iddia edemeyeceğime göre, benim için caz sayılıyor. Saksafoncu Stan Getz ve gitarist João Gilberto'nun 1964 yıllı Getz/Gilberto albümünden bir parça. Albümün tamamı pek hoş, ama bu şarkı benim için ayrı özel.



Wednesday, May 26, 2010

A Drinking Song

Çakırkeyiflik güzel şey ya. Sarhoşluk değil ama. Bilincinin tam kontrolüne sahipsin ama öte yandan bütün savunma sistemlerin kendini rahat bırakmış, koy götüne gitsin modunda ve hayat da alabildiğine güzel görünüyor. Belki cümlelerini toparlayamıyorsun (az öncekini toparlayamadım mesela..) ama en azından sebepsiz bir mutluluk oluyor üzerinde. Keşke hayat hep çakırkeyifken gözüktüğü gibi olsa. Fazla savunmasızlık iyi olmayabilir, ama herkes senin gibi olsa zaten sorun olmaz, herkes düşündüğünü söyler, sorun kalmaz. Allahım çok gerizekalı bir post olma yolunda ilerliyor bu. Ama içimden yazmak geliyor, yazacağım. Yarın falan silerim belki. Ama niye sileyim ki, blog kişisel bir alan değil mi? Başkasının beğenip beğenmemesi niye umurumda olsun? Amme hizmeti yapmıyoruz burada sonuçta yani.. Onu da yaptığımız zamanlar olur elbette, maksat halk bilinçlensin, bilmeyenler bilgilensin falan. Ama arada böyle saçmalamak, iç dökmek de lazım. Kusar gibi yazıyorum sanırım. Sarhoş olunca kusamamamın sebebi bu herhalde, dilime - bu durumda parmaklarıma - yansıyor. İçimi duygusal olarak o kadar döküyorum ki midemdekiler dışarı çıkmaya gerek duymuyor, bilinç altımdaki dışarı çıkmak isteyen gereksiz bilgilere 'buyur abla, tutmayayım seni, biz zaten geçiciyiz, bir saate kalmaz tuvalete gider bu' diyor. Çok kaçırmamak kaydıyla içmek güzel şey blog. Hönönö özellikle. Küçük Beyoğlu'ndaki Pendor'a gidersen muhakkak dene, e mi blog! Hem lezzetli, hem de bir kaç tane shot yaptın mı hemen ihtiyaç duyduğun sarhoşluk seviyesine geliyorsun, hiç zaman harcamana gerek kalmıyor. Sonra çenen açılıyor, benim gibi saçmalıyorsun, ama olsun. Arada lazım. Kafa dağıtmak falan. Neyse, ben daha fazla gerizekalılaşmadan gideyim. Kardeşimin doğumgününü kutlicaz daha. Hadi kib sçs öptüm bye! :P

Monday, May 24, 2010

The End


Bitti allahın cezası dizi sonunda. Ve sonuç ne oldu dersiniz? Tabii ki de hayal kırıklığı. Zaten hala umut etmekle esas baştan hata yaptım ben. 'Kimseye söylemiyordum hatta ilk zamanlar, dandik bir dizi sanıyordum' demiştim bir önceki yazımda, ilk düşündüğün şeyden şaşmayacakmışsın arkadaş. O zaman anlamışım işte. 

O kadar cevap istedik, sidewaysler nedir dedik, açıklasınlar istedik, şimdi pişmanım. Bir yere bağlamasalardı, hidrojen bombasının etkisiyle oluşmuş paralel bir gerçeklik olarak kalsaydı valla bu kadar sinirlenmezdim. Hatta neticede mantıklı olurdu; bölümlerin yarısını sidewayslere harcamaları saçma olurdu ama en azından bu kadar tiksindirici bir durum çıkmazdı ortaya. 

Peki ya adada olanlar? Tıpanın metafor değil de ciddi ciddi suları muları tutan, adanın giderine tıkanmış bir tıpa olması? Ve her şeyin ona bağlanması? Şaka mı yapıyorsunuz ya? Zaten Jack-Flocke savaşı hem Yüzüklerin Efendisi'nden (Mount Doom sahneleri), hem Matrix'ten (yağmurda savaş) tandanslar yakalamış, sonra Jack'in efsanevi, Clash of the Titans'daki Perseus misali Flocke'ın üzerine atlayışı güldürmekle ağlatmak arası bir yerlerde dolaştırmış, bir de bana tıpa diyorsun lost! 

işte o sahne. Elinde bi kılıç eksik malın.

Neyse gene onlara o kadar sesimi çıkarmıyorum hadi, gidişhat öyle ya da böyle belliydi sonuçta. Hatta bir kaç trajikomik sahne dışında (bahsi geçen Jack sahnesi ve Team Jacob ile Team Flocke'ın tepede karşılaşma sahnesi gibi) genel Lost havasına uygun, heyecanlı aksiyon sahneleri ve müzikleriyle falan kabul edilebilir bir bölümdü. Sidewaysler hikayesi güzel bir yere bağlanıp bir kaç tane daha tatmin edici cevap alsaydık hele sevebilirdim bile. Gerçi adam tıpa diyor hala ya... Bilemiyorum. Daha vahim kısımlar var zaten, geçiyorum o yüzden bunu.

Sideways'lerin araf olması!? Bir kere çok sakat ve çok daha fazla açıklama gerektiren bir durum bu. Yok efendim ölmüşler de her birinin birbirinden kopmamak için yarattıkları pre-ahiret bir gerçeklikmiş. Öncelikle kim yaratıyor bu gerçekliği. Jack'in arafı mı? Öyleyse diğer yan hikeyeler ne alaka? Eğer bütün kazazedeler ise diğerleri nerede? Ana Lucia için 'hazır değil' demişti, neye göre bir kriter bu.  Micheal'ın olmamasını adadaki fısıltılara dönüşmüş olmasına ve orada sıkışıp kalmış olmasına yorduk diyelim hadi, Mr. Eko, Ethan, Goodwin, Cindy ve diğer figüran lostie'lerin canı patlıcan mı? Sadece uçakta olması gibi bir kriter de yok anladığım kadarıyla çünkü Penny, Desmond, Benjamin, Juliet, Charlotte, Faraday falan alakası yok. Hatta sideways'de olmasına rağmen Miles niye aydınlanma yaşamadı ki? Tabii bir de madem burası araf, ölenler ne ayak? Martin Keamy falan?

Ya bir de hala inanmak istemiyorum böyle bir sahne izlediğimize, Christian Shephard'ın kapıyı açtığı ve içeriyi ışığın doldurduğu sahne neydi ya?! Cennet'in kapıları mıydı o şimdi. Gidiyorlar mı hepsi?


Ve hala anlamadığım şey, eğer burası sadece bizim Lostie'lerin yarattıkları dünyaysa ve hepsi de kapı açılıp şimdi cennete gittilerse nolcak şimdi buraya? Geride kalan Benjamin'e, Ana Lucia'ya ve adayla bir ilgisi olmayan dünyanın geri kalanına nolcak? Nadia falan mesela. Nadia demişken zaten, Sayid'in hayatının aşkının Shannon olması bana zorlama geldi. Shannon'ın hayatnın aşkı Sayid olabilir ama Sayid'in kapılar gibi Nadia'sı var. Ve sidewaysde de kavuşmuşlar, birbirlerine aşklarını ilan etmişler falan. Sonuçta Sayid'in her iki gerçeklikte de yıllarca aşık olduğu kadındı Nadia. Of aman bana ne. Bu arada bu Lostie'lerin öldüklerini bu kadar kolay kabullenmelerine de ayrıca hasta oldum. Hayır, ben o konumda olsaydım, ölmüş olduğumu fark edip çoktandır öbür dünyada olduğumu ve yaşadıklarımın hepsinin birer yanılsama olduğunu fark etseydim ufak çapta bir sinir krizine girerdim herhalde.

Jack'in oğlu ayrıca kafamı karıştıran. Şimdi ona nolcak? Öbür dünyada hiç varolmayan bir kişiydi, burada niye var ki? Juliet'in geçmişinde çocuk düşürmüş olması gibi bir durum olsaydı o derdim ama... Anlamadım cidden.

Bir de ben Eloise Widmore'un olayını çözemedim. Ne biliyor? Tanrı falan mı, peygamber mi, melek mi, nedir?

Bana kalırsa sezon başında bu sideways mevzusunu ilk çıkardıklarında sonunu nereye bağlayacaklarını senaristler de bilmiyordu. Buluruz abi bişey, yaz sen yaz, demişler gibi duruyor.

Açıklanmayan 90586709468767468 tane soru ve gizeme girmiyorum bile.

(edit: film milm çıkmicak ama Lost'tan ekmek yemeyi tam gaz sürdürecekler. 20 dakikaya yakın bir kesilmiş sahne varmış, DVD'lerde görcekmişiz. Kaynak 1, Kaynak 2. Bakalım, belki oradan çıkar bişey.)

Neyse, bu koca fiyaskonun arasından bölümün içinde sevdiğim kısımlar da var elbette.

  1. Hurley'nin Star Wars göndermesi, 'I got a bad feeling about this' diyişi.
  2. 'I don’t believe in a lot of things, but I do believe in duct tape.' Miles. 
  3. Başladığı sahneyle bitmesi. Jack'in gözlerini kapatmasıyla yani. Çok hoş bir detaydı. Gerçi bambu tarlasına girdiği andan belliydi, birazdan yatar gözlerini kapatır falan diye ama olsun. 
  4. Bernard, Rose ve Vincent. Gözlerimiz yollarda kalmıştı.
  5. Jack'in ölmesi. 
  6. Claire/Charlie/Aaron sahnesi. (Gerçi ben böyle kolay doğum da görmemiştim, 3 saniye demeden doğuruverdi).
  7. Juliet!
  8. Juliet ve Sawyer'ın sahnesi. O sahnede içimdeki gerizekalı ağlak romantik kızın yer yüzüne çıktığını itiraf etmezsem yalan söylemiş olurum. Valla ne yalan söyleyeyim, zaten en büyük beklentim de buydu artık, sideways'lerin açıklamasından tatmin olmayacağımı tahmin edebiliyordum. 


    Gerçi her ne olursa olsun diziyi izlediğime, ne kadar küfretsek de fenomen olduğu gerçeğini inkar edemeyeceğimiz bu olaya dahil olduğum için pişman değilim. Bizden önceki nesilin Dallas diye sayıklaması gibi, bundan 10-20 yıl sonra hala adı anılacak bir dizi Lost. İnternetle, torrentle, altyazılarla, downloadlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan adamlara bunları öğretmeyi başarmış, yabancı dizi kültürü pembe dizilerle sınırlı anneme kendini izletmiş bir dizi. Son iki sezondur olmasa da özellikle 2 ve 3. sezonda saatlerce teori okuduğum, kendim de sayfalarca teori ürettiğim, hatta daha iyi teoriler çıkarmak uğruna saatlerce wikipedia'dan elektromanyetizmaya, zaman yolculuklarına, loophole'lara, quantum fiziğine dair araştırmalar yapmaya teşvik etmiş bir dizi bu. Bir dönemdi Lost. Sonunda bize son şakasını yaptı, bu sefer güldürmedi ama neticede hala bir çok dizinin üzerinde, hele ilk sezonları çok çok başarılı bir yapım. Efsane olması için iyi bir finale ihtiyacı yoktu yani; zaten efsaneydi. Başından beri bir parçası olduğum için de mutluyum. Gönül isterdi ki finali, senaristlerini kutup ayılarıyla birlikte bir odaya kilitlemek üzerine fantaziler kurdurtacak düzeyde olmasaydı, hüngür hüngür ağlatsaydı, mutlu etseydi ama işte, elden bir şey gelmiyor. 

    Sunday, May 23, 2010

    Where It Ends


    Spoiler'ın S'si yok, rahat rahat oku geride kalmış genç.

    Bitiyor lan. Şurda 4-5 saat kaldı. Gece 5'te kalkıp izlemiycem, o işi bir tek Battlestar Galactica'da yapmıştım ve çok memnun kalmamıştım şahsen. Uykulu uykulu zevk alınmıyor ki! Zaten öyle aman aman heyecanlı da değilim, 1-2 saat öncesine kadar allah sizi inandırsın umurumda bile değildi de şöyle bir internete bakayım dedim de ohoo millet coşmuş. 'ulan dizi bu sadece, sakin olun accık' derken bir de baktım ben de heyecanlanmışım falan. Böyle tuhaf haller oldu işte. Her şeye şaşırayım, hiçbir beklentim olmasın diye finale dair ne bir spoiler okudum ne de promo falan izledim. Yarın da gece 5te kalkıp izlemiş manyaklar interneti spoiler deryasına çevireceğinden, izleyene kadar haber siteleri dahil bütün sitelerden köşe bucak kaçıciim. Sonra medeni bir saatte alırım gerekli ekipmanlarımı yanıma, salondaki kocaman ekranda izlerim rahat rahat. Bak düşününce gene heyecanlandım.

    E sevgili blog, 6 sene çilesini çektim bu meretin. Evet, 6 sene canım, ilk sezondan beri izliyorum, hemen artislik yapma. Peheey, dün gibi hatırlarım, internette görmüştüm, lord of the rings'le ilgili haberlere bakıyordum, baktım hobbitlerden biriyle ilgili bir haber var. Adalı madalı, uçaklı muçaklı bir dizide oynicakmış. Adı da Lost'muş negzelmiş, dedim. Çok severdim lost kelimesini. İsmine tav oldum yeminle. Sonra işte izlemeye başladım ilk bölümden. Kimseye söylemiyordum hatta ilk zamanlar, dandik bir dizi sanıyordum, neden bilmiyorum ama guilty pleasure modunda izliyordum. :P Sonra baktım dizi bayağı bayağı iyiye gidiyor. Bir sene sonra da patladı zaten, benden çok şaşıran olamaz herhalde bu duruma. 

    Bunu niye yazdım? Lost duası bu. Bak 6 senelik çilekeş ama sadık takipçinim, arkandan küfrettirme bana. İyi hatırlat kendini. Son zamanlarda zaten sıçıyorsun, bari finalde toparlan. Nolur bak. Soluklarımı tutayım, bitince gözümden zarif bir şekilde tek bir damla yaş düşsün, vay be diyeyim, sen neymişsin diyeyim, bambaşkaymışsın diyeyim. Çok istiyorum bunu. Haydi aslanım yarı yolda bırakma beni. Amin. 

    Fix You


    House'un sezon finalleri şaşırtmak ve hayran bırakmak konusunda asla başarısız olmadı ve 6. sezon finali de istisna değildi. Evet, bir House's Head/Wilson's Heart gibi değildi ama çok başarılıydı yine de. 43 dakikanın 40 dakikasında ne kadar ağzımıza sıçtılarsa son üç dakidasında da o derece mesut ettiler. Kalkıp oynayacaktım, o derece. Bu kadar mutlu bir final de House için bir ilk zaten. 

    İzlemeyenler için aşırı spoiler içermekte tabii. 

    Bu sezon çok farklı bir House vardı karşımızda. Eskisinden daha yumuşak, daha uyumlu. Eskiden umurunda olmayan şeylerin - yalnız kalmak, sevilmemek - etkilemeye başladığı, üzmeye başladığı bir House. Bunu kimileri, bu tip davranışlar ve özlemler House'un karakterine uymadığı için dizinin yavaş yavaş kötüleşmeye başladığı olarak yorumluyor. Ama aksine, çok harika bir karakter gelişimi izliyoruz. 6 sene boyunca öyle şeyler yaşadı, öyle şeyler gördü ki değişmemesi saçma olurdu. Elbette o da değişti. Her ne kadar kendisi bile insanların değişeceğine inanmasa da. 

    Finalden önceki bölümü de finalle bir bütün olarak görmek lazım aslında. Baggage bölümündeki terapi seansıyla House'un halet-i ruhiyesine derinlemesine iniyoruz, finalde de sonuçlarını görüyoruz çünkü. Mayfield'dan döndükten sonra neden yumuşak, neden herkese karşı iyi olduğunu da bu bölümde görüyoruz: doktorun dediklerini yapıyormuş sadece. Bölümdeki diğer karakter analizleri, doktorla konuşmaları, hastanın kocasıyla House'un kendini özdeşleştirmesi falan yine çok iyiydi. 

    Ayrıca Wilson'a gıcık olmayan var mıdır acaba? 4'ün finalinde de uyuz olmuştum, ama o zaman hadi sevdiceği öldü diye sesimi çıkarmamıştım, bu kadar satılmaz bir insan!

    Finaldeki göçük sahneleri falan klostrofobim olmamasına rağmen ne biçim tırstırdı. Hele o delikten aşağı giderken korku filmlerinde açmaması gereken kapıları açan salak kızlara bağıran teyzeler gibiydim, nasıl diken üstündeydim kafasına devrilcek bişeyler diye. Zaten bölüm başında görmüşüz Vicodin'leri, dedim aha, gidiyor! Bu arada kadın bastonunu tuttuğunda House'un verdiği tepki hayatımda bir filmde gördüğüm en gerçekçi tepkilerdendi. :D 

    Tabii bir de Cuddy'nin House'a 'I don't love you' ile başlayan konuşması var. Bana bile ne biçim koydu, etmediğim küfür kalmadı, tabii ki bir wake up call olacaktı bu House için. Kadın öldükten sonra House'un ambulanstaki hali de aynı derece kötüydü. 

    'That's the point! I did everything right. She died anyway. Why the hell do you think that would make me feel any better?' konuşmasından ve aynayı kırıp Vicodin'leri eline aldıktan sonra başka bir şey beklemiyor insan. Terapiye inancını yitirmiş, herkes hayatını sürdürürken ve kendisi her şeyi doğru yaptığı halde yine de miserable olmaya devam ediyorsa ne anlamı vardı ki? Kadının ölümü o yüzden bu kadar etkiledi zaten, koca bir sene boyunca doktorunun dediklerini yaptı ve işe yaramadı. Wilson'a iyi bir arkadaş oldu, sonunda evden kovuldu. Cuddy'ye iyi davrandı ama Cuddy nişanlandı. En sonunda da bir anlamda kendisini hatırlatan hastası, her şeyi yapmasına, hiçbir hata yapmamasına rağmen yine de öldü. Son damla oldu o da. Eh, ben olsam daha beterini yapardım herhalde. 

    Haliyle Cuddy geldiğinde House'tan daha da sevindim. Gerçi bir an düşündüm halisünasyon olduğunu, ama iki kere yapmazlar herhalde aynı şeyi dedim. Ki sonra kendisi de değindi konuya. Ama neticede sonunda sezonlardır istediğimiz şeyi elde ettik. House da öyle. 

    Öbür sezonda House ve Cuddy ilişkisini eğlenceli bir şekilde yansıtıcaklarmış ekrana, işin komedi kısmı onlar olcakmış. 13'ün de artık Huntington's yakasına dayandı, bir ara onu da öldürürler. Onun da hastalığıyla ilgili önceki bölümlerdeki küçük detaylar, belirtiler falan çok iyiydi. Herkesin yakalayamacağı, göze sokulmayan, ama House'un da gözünden kaçmayan küçük detaylar. Bu yüzden seviyoruz zaten bu diziyi. 

    Bir de Hugh Laurie için tabii ki. Bölümün bu kadar etkileyici olmasının en büyük etkenlerinden birisi kendisi. Oynamıyor, yaşıyor her sahneyi. House'un acılarını, hislerini, psikolojisini mimikleriyle, hareketleriyle, ifadeleriyle, tepkileriyle o kadar iyi veriyor ki izlerken aklınızın ucundan bile geçmiyor gerçekte başka bir aksanla konuşan, mutlu falan bir ingiliz olduğu. Hastasıyız. 

    7. sezon da Eylül'de geliyormuş. Artık son sezon olsun o da. Her ne kadar Greg House'tan kopmak istemesem de dizinin kalitesinin düşmemesi için buna da katlanırım.

    Thursday, May 20, 2010

    Glee!




    Bu aralar yeniden sardırdığım dizi şu Glee. Bünyeye anlık bir seratonin etkisi yaratıyor, izliyorsun, mutlu oluyorsun, sonra konuyu hikayeyi unutuyorsun. Ne kafanı binbir teorilerle yoruyorsun, ne de ne olacak diye merak ediyorsun. Sadece şarkılarının tadını çıkarıyorsun. 

    Bilmeyenler için kısaca ne olduğundan bahsedeyim; Nip/Tuck'ın yaratıcısından bir lise müzikali Glee. Ama öyle gözünüzün önüne normal müzikallerdeki gibi durup dururken sahnedeki herkesin katılımıyla birlikte spontane bir şekilde şarkılara girişilen normal hatta biraz da lame lise müzikalleri gelmesin. Okullarının Glee kulüplerine katılan öğrencilerin performansları oluşturuyor genelde işin müzikal kısmını. Tabii bu dizinin yüzde ellisi ve en önemli kısmı olmasına engel değil ama zaten biz o şarkıları için seviyoruz bu diziyi. Çünkü şarkılar da popüler şarkıların coverları. Hayatımda Amy Winehouse'un Rehab dinlemeyen ve sevmeyen bir insan olan bana şarkıyı sevdirdi, Beyonce'nin Single Ladies şarkısına hiçbir şekilde ilgi duymamama rağmen günlerce if you like it then you shoulda put a ring on it diye gezdirdi. 

    Birden bu yazıyı yazmak için gaza gelmemin sebebi de 19. bölümdü. Müzikal diyince hem dizi dünyasındaki en iyi müzikal bölüm olan Buffy'nin Once More With Feeling bölümünü hem de Dr. Horrible's Sing-Along Blog'unu yaratmış kişi Joss Whedon'ın akıllara gelmesi gerektiğinin bu diziyi yaratanlar da bilincinde olsa gerek, 19. bölümün yönetmenliğini kendisine vermişler. E, Whedon'ın da müzikal diyince son gözdesini oynatmaması gibi bir durum söz konusu olamaz herhalde. Neil Patrick Harris de konuk oyuncu. Pek de güzel olmuş, bölüm çok iyiydi zira. Dizimizin yakışıklı hocası Will Schuester ile birlikte düet Aerosmith'in Dream On'unu buraya koymazsam da olmaz.


    Bunun dışında dizinin en büyük silahı ve en bomba karakteri tartışmasız bir şekilde Jane Lynch'in canlandırdığı Cheerleading koçu Sue Sylvestor. Cheerleader'larını çalıştırırken onlara 'You think this is hard? I have hepatitis. That's hard!' diye bağıran bir hatun. Hatta şu video'yu izlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız kendisi için. Oyuncunun gerçek hayatta lezbiyen olduğunu da belirtmemde fayda var. 




    Son yıllarda gençlik dizileri arasındaki en kaliteli yapımlardan Glee. Azıcık kafa dağıtmak ve eğlenmek isteyen herkese tavsiye ederim. Henüz ilk sezonunda ama 3 tane soundtrack albümü çıkardı bile. Bayılarak dinliyorum ben de. :P

    Tuesday, May 18, 2010

    So Long and Thanks for All the Fish

    Bugün Türkiye'deki eğitim öğrenim hayatım bitti sonunda lan. Hoşçakal üniversite hayatımı bazı bazı mutlu ama çoğunlukla zehir eden okul! Hoşçakal kantinin arkasındaki okulda geçirdiğim sürenin dersler dışındaki zamanımı geçirdiğim kırıldı kırılcak tahta masa ve sıralar! Hoşçakal iğrenç yemekhane tabldotları ve kantindeki daha da iğrenç mikrodalga şinitselleri! Hoşçakal orta bahçedeki uçak ve çevresindeki banklar!  Friends'deki Mr. Trieger'ın doğumda hastaneden kaçırılıp Türkiyeye getirilmiş kayıp ikizi hademe amca, derslere erken geldiğimizde sınıflarda uyurken ya da sigara içerken bulduğumuz yusuf dayı, 'ya bozuk param yok sonra verim' diye diye borcumun muhtemelen milyarlara ulaştığı fotokopici volkan abi, kantinde modacı kızlar geçerken kafalarını senkronize bir şekilde kızların yönünde hareket ettiren makinacı abaza kardeşler, modacı olmayı tuhaf tuhaf giyinmek sanarak aynaya bakmayı ve makina fakültesine geldiklerini unutan haliyle bahsi geçen abaza kardeşlerimizi durduk yere erekte eden modacı ablalar, kendilerini birer enstein, stephen hawking falan sanan birbirinden kompleksli hocalar, hayatımızı zindan eden ve işimizi zorlaştırmayı kendilerine amaç edinmiş öğrenci işleri, hoşçakalın hepiniz! Her gün yeni yeni icatlar çıkarmaktan başka bir icraatin yok İTÜ! Öyle bürokrasin var ki değme devlet dairelerine taş çıkartır... Ama gene iyi yanların da var hakkını yemeyelim. ... Şimdi aklıma gelmiyor. Ama öyle ya da böyle, seneye diplomamı almaya gelinceye dek esen kal İTÜ! Bize çektirdiklerini yeni nesillere çektirmemen, daha az psikopat, akıl sağlığı yerinde öğrenciler yetiştirmen dileğiyle...

    Artık ofişıli Fashion Institute of Technology öğrencisiyim lan!!! 

    Monday, May 17, 2010

    Foundations

    İnanılmaz sevimli ama bir o kadar da gerçekçi bir Kate Nash şarkısı. Klibine de pek bir bayıldım da paylaşayım dedim.



    Thursday night, everything's fine, except you've got that look in your eye
    When i'm tellin' a story and you find it boring,
    You're thinking of something to say.
    You'll go along with it then drop it and humiliate me infront of our friends.
    Then i'll use that voice that you find annoyin' and say something like
    "Yeah, intelligant imput, darlin', why don't you just have another beer then?"
    Then you'll call me a bitch
    And everyone we're with will be embarrased,
    And i wont give a shit.
    My finger tips are holding onto the cracks in our foundation,
    And i know that i should let go,
    But i can't.
    And everytime we fight i know it's not right,
    Everytime that you're upset and i smile.
    I know i should forget, but i can't.

    You said i must eat so many lemons
    'cause i am so bitter.
    I said
    "I'd rather be with your friends mate 'cause they are much fitter."
    yes, it was childish and you got agressive,
    and i must admit that i was a bit scared,
    But it gives me thrills to wind you up.
    Your face is pasty 'cause you've gone and got so wasted, what a suprise.
    Don't want to look at your face 'cause it's makin' me sick.
    You've gone and got sick on my trainers,
    I only got these yesterday.
    Oh, my gosh, i cannot be bothered with this.
    Well, i'll leave you there 'til the mornin',
    And i purposly wont turn the heating on
    And dear god, i hope i'm not stuck with this one.

    Sunday, May 16, 2010

    Angry Angel

    Imogen Heap

    Bu sefer albüm ya da şarkı değil de kişi tanıtıcam. 10 Temmuz'da ülkemize konsere geldiğini öğrenince yaklaşık iki senedir falan dinlemediğim bu hatun kişisinin albümlerini yeniden hatmettim de (hatta ben bakmazken albüm de yapmış yaramaz) ne kadar sevdiğimi hatırladım. Yaptığı tür biraz electronica biraz da indie. (Indie'ye de har daim canımız kurban). 

    The O.C'deki şarkılarıyla ile ünlü olmuş sanırım, izlemediğim için bilemiycem. İzleyenler varsa, oradan tanıyabilir kısaca. Ben Garden State'teki Let Go şarkısıyla tanıdım şahsen. Let Go da kendisinin dahil olduğu Frou Frou grubunun bir parçası. O da şahanedir, ama konumuz o değil. Zaten konuşmicam bu sefer, albümlerdeki favori şarkılarımın playlistini yapıp konuyu kapatıcam.

    iMegaphone (1998)
    Kısaca bişey diyim bari yine de, en sevdiğim albümüdür bu Imogen Heap'in anagramı olan iMegaphone. 20 yaşında yapmış bu albümü hanımkızımız. Diğer albümlerine göre daha sert müziği bunda.


    Speak for Yourself  (2005)
    iMegaphone'dan yedi yıl sonra çıkarmasının sebebi bu albümü plak şirketlerinden çok canının yanmasıymış. Nitekim bu albümde eeeh yeter be diyip kendi şirketini kurmuş (Megaphonic Records) ve albüm kapağına kadar her şeyini kendi yapmış. Konserleri de one-women-show şeklinde oluyormuş, enstrümanların kontrolünü sahnede, laptop'ında yapıyormuş. Sonra da O.C. ile patlamış işte. İlk albümüne göre daha yumuşaktır ama Hide and Seek gibi a capella güzellikleri barındırır. 



    Ellipse (2009)
    Valla ne yalan söyleyeyim, pek de dinleyemedim bu albümü, henüz şarkıları tek tek absorbe edemedim (daha güzel kelime bulamadım şimdi, biliyorum çok iğrenç oldu) ama yine de bir fikrim var. Aha!'yı çok sevdim özellikle, sanki bir Tim Burton filminden çıkmışçasına Denny Elfman şarkılarını andırıyor.

    Saturday, May 15, 2010

    Time Is Running Out

    Bir günlük yazısını hak ettim bence. Aslında blog yazmaktansa yapacak milyon tane iş var ya. Yemin ederim yapmam gereken bir iş varken, o işi yapmamak için her türlü mazeret uydurabiliyorum. Bazen bu mazeretleri öyle planlı, öyle düşünülmüş bir şekilde ayarlıyor ki bilinç altım, kendim bile inanıyorum o işin yapmam gereken işten çok daha aciliyetli bir iş olduğuna. Gerçi şu anda bu satırları yazmamın çeviriyi yapmamdan daha acil olmadığını biliyorum, ama şöyle bir mantık kuruyor ona da bilinç altım beynimin çeviriyi yapması gerektiğine inanan kısmına; şimdi bu satırları yaz, aradan çıkar, yoksa biliyorsun benim salak kızım, o çeviriyi yaparken sürekli bloga şunu da yazarım, şöyle bi cümle kurarım falan diye düşünceksin. Aradan çıkar, temiz temiz çevirini yap. Mantıklı göründü beynimin o kısmına, el sıkışıp anlaştılar. Ama bilinç altımın üşengeç ve tembel kısmı kıs kıs gülüyor, hissediyorum, dur hele bulcam ben bişey daha diye. Du bakalım.

    Yukarıdaki ufak çaplı cinnet sayesinde çeviride götümün tutuşmaya başladığını fark etmiş olabilirsiniz. Evet, tutuştu. Şu aralar olmayı hedeflediğimden daha gerideyim. Ama götüm tutuştuğunda daha hızlı çevirdiğim gözlenmiştir tarafımdan, o yüzden henüz 'yetişmicek' tarzı sinir krizlerine girmiyorum. Eren, rahat ol yani, yetiştiricem annem. Barcelona'ya gitmek isteyen ve nerede ne yapacağını bilemeyen bünyeler, rehberlerinden mahrum kalmayacaklar! Aslında bu yavaşlığımın sebebini sadece beynimin üşengeç lobuna yüklemek biraz gaddarca olur. Şehir rehberi çevirmek kadar sıkıcı bir şey yoktur herhalde dünya üzerinde zira. Yazar amcam da sağolsun, sevimli olmaya çalışıyor, tuhaf tuhaf kalıplar, terimler, cümleler... Hadi, ingilizce okuması zevkli, ama Türkçe'ye ben nasıl çevireyim onu lan! New York'u çevirirken de böyleydi bunlar, ahdettim zaten, hele bir gideyim nöğyorka, tek tek adreslerini bulucam, evlerine gidicem, işkencenin allahını yapacam. Yatacak yerleri yok! Hemen de öldürmicem zaten, ne o öyle, hemen gitmek falan. Acı çektire çektire, her saniyesinden zevk ala ala... O cümleleri tek tek yediricem onlara. 

    Nöğyorka gitmek demişken de artık yaklaştı sayılır gitme vakti. 2-6 ağustos arası yolcuyum! Günü, tatile gitme işi belli olduktan sonra kesinleştiricem. O yüzden de uçak biletini alamadık hala. Gerçi o da babamın üşengeçliği, tatili bir ayarlasa da yavaştan alsam şu bileti artık. Her geçen gün artıyor fiyatı. Aman, parayı o vercek, bana ne. Tatil şeysi de Temmuz'da kardeşim Viyana'ya gitçek (bu da süper zaten, ben lisedeyken İngiltere'ye dil okuluna gitmek için kıçımı yırtmıştım, nuh demişlerdi peygamber dememişlerdir, yok efendim küçüksün, kendini bilmezsin, a-ah! kız başına başka ülkelerde vs. Üstelik lise sonda istemiştim bunu. Ama sevgili kız kardeşim hazretleri 16 yaşında ve Viyana'ya gidiyor), Temmuz'un son haftasu burada sadece. Annem de vah kızım gidiyor 2 sene göremiycez şeklinde bunalımlara girdiği için ailecek son tatilimizi yapmamız onlar için bir gurur meselesine döndü. Duygusal baskı gördüm, görüyorum. Neyse, gideriz, bişey demiyorum. 

    Ama şu ev meselesi kesinleşseydi içim daha bir rahat olcaktı. Yabancı ev arkadaşının ilk dönem new york'ta olmama durumu olabilirmiş, sublet mublet işine girmemiz gerekecek. Neyse, bu işlerle ilgili buradan yapabileceğim hiçbir şey yok, yasemin'in şevkatli ellerine bırakıyorum pembe panjurlu evimizi bulma işini. 

    Onun dışında arkadaşların hepsi sınavlarıyla uğraşmakta olduklarından (sınavlarıyla uğraşmayanlar da çalışıyorlar, gene bir işe yaramıyor) sosyal hayatım gene sıfıra indi. Ama iyi oldu aslında, şu çeviride ilerlerim. Hohoho, benim okulum bitti ki. Geçen hafta aldığım tek dersin sınavına da girdim bitirdim. İspanyolca o da zaten. İTÜ'nün gözünü sevim, erkenden başlıyorlar ama erken de bitiriyorlar. Tabii benim tek dersimin olması ve Amerika durumları olduğundan sınavları erkene almaları da benim bölümümün bir güzelliği ama olsun. 

    Hadi yeter, beynimin çalışkan lobu saatini gösterip duruyor, elindeki meşe odununu sallayarak tehdit ediyor. Demin terliklerinden bir tanesini attı hatta, ama kaçtım. Neyse, şarkımızı koyalım ve gidim artık.

    Friday, May 14, 2010

    Carry On My Wayward Son



    5. sezonu finali yayınlandığına göre, Supernatural da bir yazıyı hak etti. Lost bir yandan hayal kırıklıklıklarına koştururken, moralimi yerine getiren bir bölüm çıkardı Winchester kardeşler. 

    Bu sezon mükemmel başlamıştı, ardarda efsane bölümler çıkıyordu. Ancak sonra 6. sezon olacağı açıklandı ve bir dönem duruldu. Artık bunca olaydan sonra araya hala filler bölümler koymalarına sinir oluyordum, bayağı sıkıldım o dönem. Çok da saçmaydı yani, Lucy (ben ona öyle hitap ediyorum yalnızken. Sonra gerçi sevgili Trickster, a.k.a. Gabriel de ona Lucy diye hitap ediverince çok gülmüş, sevindirik olmuştum) Death'i diriltmiş, bunlar hala abuk sabuk demonlar peşindeler. Neyse, yapacak bir şey yok. Bir sezon daha görelim dedik diziyi, araya öyle bölümler sıkıştırmalarından doğal bir şey olamazdı. 

    Neyse ki 18-19 gibi toparladı, üst üste şahane bölümler çıktı. 19. bölümdeki pagan tanrıları muhabbetini özellikle sevmiştim, çünkü bu God muhabbeti, olayı yalnızca Hristiyanlığa bağlamaları falan rahatsız ediyordu. Çünkü Apocalypse, Horsemen, angels, demons muhabbeti sonuçta İncil'le alakalı olmasına rağmen, ilk sezonlarda her dinden iblis, yaratık çıkardı. O yüzden 19. bölüm çok hoşuma gitmişti. Galactica'da Tory'den itinayla nefret etsem de, tanıdık bir yüz görmek de güzel oldu. Ki Trickster'lı her bölüm en şahane bölümlerden olur. E yani, kendisini bir ped ile kıyaslayan baş melekten bahsediyoruz burada ('So I have wings like Kotex' dedi ya, hala gülüyorum). Ki bu aynı kişi, deli gibi ciddi olması gereken bir mesajı porno videosuyla bırakıyor. Haliyle ölümü şahsım tarafından derin üzüntülerle karşılandı. 

    Tuesday, May 11, 2010

    O' Death

    Artık bir Supernatural yazısı yazarsam, bu hafta yayınlanacak olan final bölümünden sonra yazarım ama koymadan edemeyeceğim, göz ardı edemeyeceğim bir sahne var ki 21. bölümde tüyleri diken diken ederek vuku buluyor. 

    Mahşerin dört atlısından Death'in ilk kez görünüşü. Jen Titus'ın O Death yorumu ile öyle muhteşem bir sahne yaratmışlar ki ürktüm bilgisayar karşısında. Spoilerlık bir sahne sayılmaz, hatta dizinin konunu bilmeseniz de olur sahnenin güzelliğini takdir edebilmek için. 

    Tuesday, May 04, 2010

    I Wanna Do Bad Things With You

    Sookie Stackhouse serisinin Ağustos'tan beri beklediğim 10. kitabı Dead in the Family dün çıkmış! Nasıl bir tesadüftür ama, haftalardır aklımda bile değildi, hangi gün çıkacağından haberim yoktu, az önce alakasız bir şekilde bakayım bari ne zaman çıkıcakmış diye ve dün çıkmış olduğunu görünce bayağı sevindirik oldum. Derhal indirdim, açtım, meraktan ölerek ama okumaya kıyamayarak bakışıyoruz pdf'le. Sabahlarım herhalde bu gece. Neyse, aslında ben buraya başka şey koymak için açmıştım. 'Biz yeni kitabı bekleyeduralım, True Blood da boş durmayıp...' falan diye devam eden bir yazı olacaktı. Evet, True Blood ekibi de boş durmamış ve biz diyelim sneak peek, onlar desin minisode iki video yayınlamışlar. Biri Eric ve Pam'in Fangtasia'ya Go-Go dansçısı bulmak için düzenledikleri seçmeler, öteki de Jessica isimli ergen vampirimizin bar macerası. 




    I'm a fucking pervert with a big boner for Jesus!
     Ahahhahaha!

    Neyse, daha fazla duramayacağım burada, Sookie ve aşkım Eric beni bekler. Bol bol ergen serzenişleri ve Eric'e olan aşkımı defalarca tekrar edeceğime emin olduğum bir kitap eleştirisiyle geri döneceğim sevgili takipçiler! O zamana kadar esen kalın.