Wednesday, September 30, 2009

Falling Slowly

İki gündür falan sürekli bu şarkıyı dinliyorum. Şimdi de uykum var çılgınlar gibi ama kapatıp yatamıyorum ki! Boşuna oscar almamış şarkı. Keşfediş sebebim de Once, ama gelin o da başka bir yazının konusu olsun. The Frames'in Glen Hansard'ı ve Marketa Irglova bir araya gelmişler ve bu güzelliği yaratmışlar.

Half Asleep In Frog Pajamas

Çok mutluyum ilk kitap eleştirimi yapacağım için bir tanecik blogum. Sookie'leri saymazsak uzun zamandır da ilk defa kitap bitirdim, onun haklı gururunu yaşıyorum. Ben bu hale gelecek insan mıydım ha söyleyin bana? Neyse...

Bu kitabı alırken ne oturup araştırma yapmış, ne birisinin tavsiyesine göre almış ne de daha önce kitap hakkında bir şey okumuştum. Normalde kitap alma kriterim de odur zaten, çok nadirdir kitapçıya girip anlık gaza gelerek bir kitap almam. Bu da o nadir anlardan biriydi. Araştırma yapsaydım belki bu kitabını değil de Ağaçkakan ya da Parfümün Dansı'nı alırdım muhtemelen. (Çünkü Nur kişisi öyle söylemiş olurdu. :P) Beni bu kitaba çeken şeyse sıradışı yazım tarzı oldu. İkinci tekil şahıs gözünden ve şimdiki zamanla yazılmış bir kitap bu çünkü. 'Yapıyorsun', 'ediyorsun' şeklinde. (Burada bir parantez açmak zorunda hissettim, kitabı elime almamı sağlayan şeyse gayet yüzeysel bir şekilde Harry Potter karakteri Sirius Black. Evet.) Bu ikinci şahıs anlatımı yer yer can sıkıcı olabilse de genel olarak eğlenceli bir anlatım şekli olmuş. Karakterin yerine koymanız kendinizi çok rahat oluyor. Tabii esas kızımız Gwendolyn tamamen uyuz olduğum bir karakter olduğu için bu yöntem ne kadar başarılı oldu bilemiyorum ama kesinlikle ilgi çekici olduğu kesin.

Konusunu ayrıntılı bir şekilde kitabın arka kapağından okuyabileceğiniz için şimdi oturup anlatmayacağım. Kısaca kafası karışık, para saplantılı Gwen borsa çökünce hayatının anlamını kaybeder ve alakasız ve geyik olaylar sonucunda ilginç hayat görüşüne sahip Larry Diamond'la tanışır ve dört günlük bir süreçte hayatı ve hayata bakış açısı değişir.

Kitabın üslubu konusunda bir diğer nokta da kitabın inanılmaz detay barındırdığı. Karakterin yaptığı en ufak, en bilmeyi tercih etmeyeceğimiz hareketlerini bile (işemek gibi) en ufak detayına kadar okuyabiliyoruz. Ama bunu yaparken öyle metaforlar, öyle benzetmeler kullanıyor ki yazar bazen kahkahalarla gülebiliyorsunuz. Diğer zamanlarda ise içimden 'Too much information!' diye geçirdim genelde. Ama yine de yazarın benzetme yeteneği su götürmez bir şekilde muhteşem.

Bir de kitabın her yerine yayılmış, kurbağalar, sirius yıldızı, nommolar, bozo kabilesi ve amfibilere dair bitmek tükenmeyen ansiklopedik bilgiler... Bu bilgilerin bir kısmı ilginçti, bir kısmı alakasızdı ama özellikle kurbağalarla ilgili bölümler olmak üzere çoğu benim gibi - her ne kadar itiraf etmek istemesem de - kitap okuma alışkanlığını malesef kaybetmiş birisi için fazla detay, fazla trivial ve fazla sıkıcıydı. 'E peki bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak?' şeklinde paragrafları atladığımı hatırlıyorum. Ama dediğim gibi, belki bu uzun aramdan sonra bu kitapla başlamayıp, bir kaç kitaptan sonra bunu okusaydım ilginç gelebilirlerdi. Amma velakin, ben fazla buldum. Ve orada bir yerlerde benim gibilerinin de olduğunu bildiğim için yazıyorum bunları. :P

Öte yandan Larry Diamond karakteri eğlenceliydi, onun hayat görüşünü (kurbağalar ve amfibilerle ilgili anlattığı şeyler dışında) anlattığı zamanlarda oldukça eğlendim. (Nedense kafamda ingiliz aksanlı biri olarak canlandırıyorum bu arada kendisini.)

Kitap sonlara doğru da hareketlendi bayağı, sonuysa kesinlikle çok ilginçti. Devamını bekliyorsunuz bitince. Gerçi Gwen'den öyle bir hareket kesinlikle beklemezdim o yüzden tuhaf geldi ama yine de güzeldi.

Kitabın ismiyle de ilgili bir eleştirim olcak... Türkçe'te Sirius'tan Gelen Kurbağa şeklinde çevirmeleri hakikaten olmamış. Half Asleep in Frog Pajamas'ı kulağa eğlenceli geldiği için daha çok seviyordum ilk başta ama şimdi kitabı okuyunca kitabın anlatmak istediğini çok daha iyi veren bir isim o. Zaten kitaptaki ansiklopedik bilgileri özetler gibi topluca anlattığı bir kısımda da kitabın orjinal ismi cümle içinde geçiyor ve kesinlikle o zaman anlıyorsunuz bu ismin ne kadar gittiğini kitaba. 'Meanwhile, at our present level of development, largely oblivious to our origins and our destination, we are half-asleep in frog pajamas.' diyor Tom Amca.

Son olarak kitaptaki sevdiğim alıntılardan bir kaç tane ekliyip eleştirimi bitiyorum. (aslında bu kadar değil ama internette bu kadarını bulabildim. Evet, tembelim. :P)
  • Where is this coming? Must be whiskey, the great ventriloquist.
  • Belford is lying on the bed, eyes closed and an expression on his face that could end three Italian operas and still have enough anguish left over to butter an existentialist's toast.
  • The light switch flips up and down uselessly, like the lips of the President.
  • If each of us, in secret, were allowed to ask God one question, absolutely nobody would ask, "are you a man or a woman? Or "What color's your skin?" proving that issues of gender and race are ultimately trivial.
  • We, with our propensity for murder, torture, slavery, rape, cannibalism, pillage, advertising jingles, shag carpets, and golf, how could we seriously be considered as the perfection of a four-billion-year-old grandiose experiment? (evrimden ve evrimin tamamlanmamış olduğundan bahsediyor.)

Monday, September 28, 2009

Me Gustas Tú

Hola!

Sevgili okulum başladı nihayet. Kantinin eski sahibi Murat abi gitmiş, yerine daha sofistike bir kantin gelmiş. Böyle şemsiyeli masa sandalyeler falan var orta bahçede, içeride de eski ilkokul sıralarından bozma yüzyıllık masalar ve sıralar gitmiş yerine renkli renkli masalar sandalyeler gelmiş. Özkaynaktar suyu yerine Pınar suyu içiyoruz artık. Paramızı öderken her 'hepsi ne kadar tutuyor murat abi?' dedikten sonra 'senin için bilmemkaç lira olur' diye cevap verip halimizi hatrımızı soran, hepimizi tanıyan kantinci yerine işini profesyonel bir şekilde yapan kasiyer abiler var. Artık ders aralarında kantinin mutfağına girip kendimiz istediğimiz gibi kendimize tost ya da sandviç yapmayacağız, gidip o pastanelerdeki tezgahımsı şeyden istediğimizi seçicez. Radikal değişiklikler bunlar yemekhane jetonları hala 30 yıl öncekilerinin aynısı olan bir okul için. Ama artık bir Taşkışla'yla ya da Maçka'yla yarışırız belki. Gerçi tamam, long shot.

Bir ilk güne göre fena değildi bugün de. Allahın dağında oturduğumdan geç kalmiyim ilk günden diye erken gittim biraz. Kantinde ve orta bahçede bizimkiler dışındaki bütün arkadaşlarıma bakındım. Yoktu hiçbiri, ben de bayağı erkenden gelmiş olduğumdan (tabii bir de beni görüp el sallamış olmaları da etkilemedi değil) gideyim bari dedim yanlarına. İstemeyerek yanlarına gitmiş olsam da tuhaf hisler uyandırıyorlar bu bizim çocuklar. Sevmediğiniz, sinirinizi bozan ama bir şekilde yine de aynı ortamda bulunduğunuz akrabalarınız gibiler. Yanlarına gittiğimin yaklaşık 2. dakikasından sonra içimden sıkıntıdan sessiz çığlıklar atmaya başlasam da yanlarında olmak garip bir şekilde yakınlık hissi uyandırdı içimde. Aralarında en acayibi de Berkol zaten. En bir şey paylaşmadığım, en vakit kaybı olarak nitelendirdiğim insan, aralarında bana en çok sevgi göstereni neredeyse. Kız kardeşini hatırlatıyormuşum ona dediğine göre, uzun zamandır da görmemiş mi ne, geldi sarıldı o yüzden bana, ne olduğumu şaşırdım.

Tabii bütün bunlar yaklaşık bir 10 dakika sonra kendimi boş sınıfa atmama engel olmadı.

Neyse ki modadaki sevdiğim iki arkadaş Ş. ve S. oradaydı bir tek, ders başlayana kadar muhabbet ettik. Seviyorum bu kızları, zaten hazırlıkta gittiğim o 1-2 ayda da aramız bayağı iyiydi, geçen sene de İstatistik dersini birlikte alınca daha da iyi oldu. Hem kültürlü hem de eğlenceli kızlar, ispanyolca dersinde oldukça eğlenmemin sebeplerinden biri de onlardı. Bilimum pembe dizi şarkıları ve Vicky Cristina Barcelona'dan aklımızda kalan kuplelerle vakit geçirdik derste. Tabii bir de yeni dil öğrenmek her zaman geyik oluyor, çevrede telafuz etmeye çalışan, kendince tekrar eden, şarkılardan duyduklarını hocaya soran tipler falan...

Dil konusunda da yeteneğim var blogcuğum, alçakgönüllü olamayacağım, dilim telafuzlara iyi dönüyor, kelimeler aklımda kalıyor ve en önemlisi gramer kurallarındaki mantığı çok çabuk kavrayıp kendi cümlelerimi kurabiliyorum. İngilizcede temeli bana veren ortaokulda gittiğim kolej bile olsa bu derece ilerleten tamamen kendi şahsi ilgim ve azmim.

Neyse, bütün bu kendimi övüşüm şu sadede gelmek içindi, hoca da bendeki bu ışığı gördü. :P Üstelik bu hoca, geçen senekilerin adından nefretle bahsettiği, hiçbir şey öğretmediğini ve öğrencilere saçma sapan davrandığını söyledikleri hoca.

Şimdi işin bombası geliyor!

Derste bir ara hatunlardan birinin telefonu çaldı, melodisi de Supermassive Black Hole. Hoca aynen şunu dedi 'Her ne kadar melodiyi takdir etsem de derste telefonları kapatalım. Evet, bir Muse ve Twilight hayranıyım bu arada.'

Dumur oldum tabii. Benim kafamdan sosyoloji masterlı, psikoloji doktoralı, biri latince olmak üzere 5 dil bilen kültürlü bir genç kadın nasıl olur da twilight kod adlı çöpün hayranı olduğunu söylebilir diye düşünceler geçerken Hikmet arkadaşım 'aa hocam ece üçüncü kitabını çevirdi onuuun' dedi. Bu arada Hikmet'in alakasız bir şekilde kendisini benim menajerim olarak ne zaman atadığını hatırlamıyorum ama ben bu işe başladım başlayalı okulda benim çevirmenlik yaptığımı bilen herkese söyleyen odur. Amerikada bile hocalara olsun arkadaşlara olsun söyledi sürekli. Bazen fark etmiyor da bazen gereksiz geliyor, herkese yaymanın bir alemi yok yani. Gerçi bu sefer kesinlikle işe yaradı.

Hoca bunu duyunca gözlerinde şaşkınlık ve saygıyla bana baktı ve 'dersten sonra kal konuşalım' dedi. İçimdeki diğer ece göbek atmaya başlarken, ben kendim olur dedim tabii. Ders bitince de gittim yanına. Önce işte çeviri muhabbetini sordu, anlattım, ismimin yazıp yazmadığını sordu, anlattım onu da. Sonra 15 dakika boyunca kitapları nasıl sevdiğini, nasıl güzel olduklarını, 4. kitap çıkınca nasıl kitapçı kitapçı gezip de bir türlü bulamadığını sonra özel siparişle getirttiğini falan anlattı durdu. Ben de tabii gülümseyip başımı sallamakla yetindim. Twilightla ilgili söyleyeceğim güzel bir şey olmadığını düşünürsek. Ama sonra benim düşüncelerimi sorunca elim mahkum bir şeyler zırvaladım. 'Çevirmesi eğlenceliydi, yazım dili rahat, konusu dinamikti, o yüzden çevirmesi bayağı zevkli oldu. Ama diğer kitaplarını da okudum, öyle derin bir konusu yok tabii ama eğlencelik, geyik kitaplar. Gerçi bella karakterinden nefret ediyorum,' gibi diplomatik olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim. Aman tanrım ben de bayılıyorum! diyip kissasslik yapamam ama gerçek hislerimi belli edip ilk günden mimlenmeye de gerek yok di mi :P Sonra bir 5 dakika da Bella'nın gerizekalılığından bahsettik. Tuhaf olan, koskoca üniversite hocasıyla akranımmış gibi bunlardan bahsetmek tamamen normal geldi. Eskiden olsa gerilirdim, böylesine rahat olamazdım. Bak işte, amerikadaki hocalar verdi bana bu güveni. Oradakiler çünkü sana akranınmış gibi davranıyorlar, laubali olmadan. Böylece hem saygı görmüş hissediyorsun hem de saygı göstermen gerektiğini...

Sözün özü, 2009-2010 eğitim-öğretim yılı güz döneminin başlangıcı için söyleyebileceğim tek bir şey:

Pretty fucking good start!

Sunday, September 27, 2009

We're Going to Be Friends

Yarın İTÜ'deki son eğitim öğretim yılımın ilk günü. Bizim gerizekalıları göreceğim ve onların birbirinden salak ve yüzeysel muhabbetlerine tanık olacağım için içim sıkkın ama onun dışında seviniyorum. New York'tan döndüğümden beri yaz tatilinin bana kazandırdığı tek şey katmerli can sıkıntısı ve hatta yer yer depresyon oldu. Artık yarından sonra bir takım şeyler kesinlik kazanacak sayın seyirciler.

Yarınki dersim de Spanish 101 tabii bu arada. Şöyle güzel bir öğreniyim diyorum şu dili. Modacı kardeşlerimizle alıyoruz bu dersi, bayağı kalabalık olcak. Tek tesellimse modacıların bu döneminde arkadaşlarım var sevdiğim ve zaman geçirilesi, en azından ordan biraz kurtarıyorum. Hem okula biraz erken gidip tekstildeki ya da makinadaki arkadaşlarımı da görürüm diyorum. MacBookcuğum da yanımda olcek tabii ki, okulun wireless yeteneklerini sınıycam.

Her şeyin ötesinde tuhaf bir şekilde derslere gitmeyi de özledim. Her senenin başında olur gerçi bana niye tuhaf dediysem.. Bu sene derslerime günü gününe çalışçam! Neyse o yalan tabii de devamsızlık yapmayayım diyorum ya... Geçen senenin bana öğrettiği bir şey varsa o da son güncülüğün bana yaramadığı... Derslere gidip derslerde öğreneceğimi öğrenip bir daha notların yüzüne bakmamak benim işim, öyle getiriyorum AA'ları. Projelerde tabii gene tam gaz son güncülüğe devam da ders çalışma dendi mi orda duracaksın. Çünkü tembel insanım ben, finalden önceki akşam oyalanıyorum oyalanıyorum sonra gece yarısından sabaha kadar o gitmediğim derslerdeki konuları öğrenmeye çalışıyorum. Olmaz öyle bebeğim.

Yepisyeni defter ve kalemler de aldım, hocalar slaytları istedikleri kadar dağıtsınlar kendi notunu kendin tutacaksın arkadaş! Kimseye de vermem artık. No More Miss Nice Girl. Rakipsiniz olm siz!

Neyse, yazımı günün anlam ve önemine kısmen de olsa uyan White Stripes ilen kapatıp ojelerimi tazelemeye gidiyorum. Hasta la vista!

Fall is here, hear the yell,
Back to school, ring the bell,
Brand new shoes, walking blues,
Climb the fence, books and pens,
I can tell that we are gonna be friends.

Love in the Time of Science

Haftanın Albümü olmakta kendisi.
Emiliana Torrini - Love in the Time of Science
  1. "To Be Free"
  2. "Wednesday's Child"
  3. "Baby Blue"
  4. "Dead Things"
  5. "Unemployed in Summertime"
  6. "Easy"
  7. "Fingertips"
  8. "Telepathy"
  9. "Tuna Fish"
  10. "Summerbreeze"
  11. "Sea People"

İzlanda'nın bağrından kopup gelmiş, hafif boğazdan gelen güzel sesli bir hanım kızımız Emiliana Torrini. İzlanda'dan zaten güzel şeyler çıktığını biliyoruz (bkz: Björk) ama kendisi tarz olarak benzeşse de oldukça farklı Björk'ten. Daha yumuşak, daha popumsu, daha az deneysel. İsmini Gabriel Garcia Marquez'in Love in the Time of Cholera (Kolera Günlerinde Aşk) kitabından almış olan Love in the Time of Science da aslında diğer albümlerinden daha farklı (ve bence en iyi albümü zaten) bunun sebebi de bu albümde Tears for Fears'ın üyelerinden Rolan Orzabal ile çalışmış olması zaten. Diğer albümlerine göre daha hareketli, daha çok trip-hop. Emiliana Torrini diyince akla gelen şarkı olan To Be Free'nin bu albümden çıkmış olmasının dışında öne çıkan parçalar Baby Blue, Unemployed in Summertime, Dead Things, Easy ve Tuna Fish. Ama bu demek değil ki diğer parçalar kötü. Bana kalırsa albümde tek bir kötü şarkı bile yok, hepsi özenle seçilmiş ve yerlerine oturmuş.

Albüm en sevdiğim albümüyse To Be Free de en sevdiğim şarkısı. Kendime sürekli sorduğum ama cevap bulamadığım soruları barındırması da cabası.

It shouldn't hurt me to be free
It's what i really need
To pull myself together
But if it's so good being free
Would you mind telling me
Why i don't know what to do with myself?

Klibi de çok hoşuma gidiyor, her ne kadar şarkının sözleriyle bir alaka kuramasam da (vampir mi ısırmış klipte?) farklı bir havası var, hoş bir video.



Sözlerimi de diğer bir bayıldığım şarkısından bir kupleyle bitirmek istiyorum.

Unemployed in summertime
I've only just turned 21, I'll be ok.

Saturday, September 26, 2009

Television Rules the Nation

Hayatımdaki hpff devrini kapattıktan sonra yeni bir ihtiyaç patlak verdi: dizi eleştirilerimi yazcak bir yer. Hani hpff çok bir şey değildi sonuçta (benim yaptığım şeylerin çok da eleştiri sayılamayacağı gibi aslında) ama en azından içimde kalmasından iyidir, degil mi? Neyse işte, artık burayı kullanacağım, yeni yayın dönemi başladı. Etiket olayına da girdim ki karışmasın.

Flashforward


Önce geçtiğimiz perşembe (bize göre cuma tabii) ilk bölümünü yayınlamış tazecik dizi Flashforward'la açılışı yapıyorum.

Leziz bir kadrosu var öncelikle. Joseph Fiennes, John Cho (Harold and Kumar filmlerinden Harold), Jack Davenport (Coupling'den Steve), Dominic Monaghan (Lost, Lords of the Rings), Sonya Walger (Lost'tan Penny Widmore) bunlardan birkaçı.

Kısaca konusu, bir gün dünyadaki herkes aynı anda, iki küsür dakikalığına kendinden geçip 6 ay sonraki bir zamandan bir sahne görüyorlar (a.k.a. flashforward). Aynı anda herkes durup dururken bayıldığı için, evrensel bir felaket oluyor, uçaklar düşüyor, arabalar kaza yapıyor falan filan, ölen ölene kısacası. İşte esas oğlanımız da FBI'dan ve kendi flashforwardında kendisini bunun araştırmasını yaparken gördüğü için sidekickiyle birlikte araştırmaya başlıyor. Kimi karakterlerin flashforwardı da kendilerini şoka uğratıcı görüntülerden oluşuyordu. Dizinin ana konusu da bu olcak anladığım kadarıyla: Kaderimizi kendimiz mi yazarız, yoksa çoktan yazılmış mı?

Kadrodan ve yayınlandığı kanaldan da az çok görülebileceği üzere (ABC) aslında bu sene son sezonunu yayınlayacak olan Lost'tan boşalacak olan tahtın yerini doldurması planlanıp yayınlandığı açık. Zaten dizinin ilk sahnelerinde de bir billboardda Lost'taki kurgu havayolu şirkeyi Oceanic'in reklam afişinin olması da bunu gösteriyor. Blackout sahnesi ve sonrasında gelen felaket manzaraları da Lost'u hatırlattı. Bu konuda başarılı olur mu şimdiden bilinmez tabii ki ama ilk bölüm beni oldukça sardı ve takip etmeyi düşünüyorum. Lost sırlara ve twistlere dayalı bir diziydi, bunda o kadar çok yok bu şimdilik kendi çapında merak unsurları barındırsa da yine de. Tabii ek olarak Joseph Fiennes zaten yeme de yanında yat türünde bir abi olduğundan, severiz kendisini ve onun için bile izlenir.

House MD - S06E01 - Broken


Ya da sadece House demeliyim aslında, zira açılış sekansında logodan MD'nin silinmiş olduğunu görüyoruz. Ki geçen sezon finalinde akıl hastanesine yatıp doktorluk lisansını kaybettiğinden artık House MD değildi zaten.

Bir buçuk saate yakın süren bu bölüm tipik bir House bölümünden bayağı farklıydı da. Hatta ileri gidip House ve bir iki dakikadan fazla görünmeyen Wilson dışında diziyle hiçbir alakası olmadığını da söyleyebilirim. Oturup bölümü anlatmicam burada ama değinmek istediğim bir kaç nokta var. Genel olarak baktığımda bir kaç rahatsız olduğum yer dışında ben bölümü beğendim. Girişi, gelişmesi ve sonucu olan bir film tadında olmuş. No Suprises'lı açılış mükemmeldi öncelikle. Hatta bölümün ilk yarısında rahatsız olduğum hemen hiçbir yer yok gibi, oldukça eğlendim hatta izlerken. İkinci yarısındaki House ise tanıdığımız, sevdiğimiz House ile ne kadar örtüşüyor bilemedim. Franka Potente'nin karakterini ise hiç sevmedim bu arada. Biz senelerdir House ile Cuddy arasında bir şey olsun diye ölüp bitiyoruz, yapılacak şey değildi bu. Şaka bir yana, Henüz hastaneye yatmadan önce sen Cuddy'le ilgili halüsinasyonlar görmüş insansın, hiç mi aklına gelmez bu hatun. Cuddy'ye de laflar hazırladım ama gerek yok şimdi. Neyse, belki hastanedeki psikolojisindendir kadına yakınlık duyması falan diyip geçiyorum. İlaçla tedavi mevzusuna da kafam takıldı aslında ama biraz düşününce daha önceki sezonlarda House'un klinik hastalarını ilaçların gücüne inanmadıkları için azarladığını hatırlıyorum, o yüzden buna da he diyorum.

Son olarak, bizim tanıdığımız ve sevdiğimiz House hiçbir şekilde bu kadar kısa bir zaman içinde bir problemi olduğunu ve miserable olduğunu kabul etmezdi. Bu sezon premiyerini bir film tadında yapmak ugruna cok kısa kesmisler süreci. Bu rahatsız ettı azıcık. Hababam sınıfın tadındaki talent show'a ise hiç girmiyorum, tamam eğlenceliydi ama sahneye çıktı yahu! :D

Grey's Anatomy - S06E01 - Good Mourning


Izzy muhabbetini çocuk oyuncağına çevirdikleri için pek de hevesle beklemediğim bir sezon açılısıydı bu. Yapacak başka bir şey bulamadığım için izledim resmen. Ama belki de o yüzdendir bilmem, fena değildi. Meredith oyuncu hamile olduğu için şişmiş, kocaman olmuş, o yüzden de pek bir rolü yoktu. Five Stages of Death olayını her karaktere göre güzel yaymışlar. Bölüm sonundaki her cümleyi de farklı karakterin söylemesini de sevdim ki sanırım Meredith'in gelecek bölümlerdeki yokluğunun bir ön hazırlığı bunlar. Mark ve Callie arkadaşlığını hep severdim zaten, gene eğlendik. Mercy West'le birleşmeleri demek yeni karakterler mi oluyor gerçi anlamadım, zaten yüzlerce falan karakter vardı, daha ne kadar ekleyecekler ki? Karakter sayısı arttıkça elimizdeki karakterlerin derinliği kayboluyor, anlamsız bir hareket yani. Ama değişiklik olcak sanırım, olsun bakalım.

How I Met Your Mother - So5E01 - Definitions


Gözümde bu dizinin çıtası da gittikçe düşüyordu ama bir ilk bölüme göre fena değildi. Ted'in profesörlük maceralarına, özellikle kendisini tanıtma telaşına yarıldım. Robin ve Barney çok sevimlilerdi (Barnman and Robin'e koptum ayrıca). Lily de formundaydı gayet. Bölüm sonundaki Marshall'ın tuxedo night şeysi de süperdi. 'Haven't we met on a yacht?'

Ama anne çok yakınlarda kendisini göstermezse çıldırabilirim. Tamam, anlıyorum, anneyle tanışması için eski sevgilileri de önemliydi bla bla bla ama çok uzattılar, 5 sezon oldu yani.

The Office - S06E01 - The Gossip


Emmy'lerde geçtiğimiz sezonun en yardırıcı bölümüyle (Stress Relief) ödül almıs, çok sevindim, onu belirtmem gerekir önce.

İnsan bir ofisten, birbirinden sinir bozucu ve sıkıcı şu kadarcık insanla ilgili yazacak nasıl bu kadar çok konu bulabilirler şaşırıp kalıyorum zira gene fazlasıyla eğlenceli bir bölümle altıncı sezonu başladı. Dwight'ın internleri kullanış şekline hasta oldum. En çok güldüğüm diyalog ise;

Michael: How long have you known about the pregnancy? A week? A month? A year?
Jim: Michael, we only told our parents last week.
Michael: Did you pee on a stick?
Jim: I did. But, it was inconclusive.
Michael: You should have told me.
Pam: You're right. We should have realize you were an equal part of this.

Yeni bölüm çıkmıştır, indireyim bari...


Yeni çıkan dizilerden bir de Vampire Diaries'i izledim ama dünyanın en gereksiz dizisiydi. Twilight meets Gossip Girl diye özetlenebilir.



Thursday, September 24, 2009

Step Into My Office, Baby

İnsanları etkilemiş olduğumu bilmek güzel şey sevgili halkım. Sabahki elemanı günlük izin kullanınca anacığım beni salona sürükledi, geçen haftalarda 2 hafta boyunca yaptığım işi bir kaç saat için tekrar yapmam için. Bankodaki sandalyeme otuturur oturmaz kendimi The Office'teki Pam gibi hissetmeye başlamış olduğum gerçeğini göz ardı ettim ve ben istifamı verdikten (evet, annem sertifikasını alıp da geldiğinde bana artık ihtiyaçları kalmadıklarını söyledikleri zaman "Siz beni kovmuyorsunuz, ben istifa ediyorum!" esprisi yapmış idim) sonra neler değişmiş bakayım dedim. Her yerde post-itler yapışmış olmasın mı sevgili izleyenler! Ben buralara gelıp müthiş yönetim teknikleriyle ortalığı adam etmeden önce, herkes her telefonu, her geleni, her olan yenı olayı akıllarında tutmaya çalışıyorlardı sanki kim en çok neler hatırlayacak şeklinde bir yarışma yapıyorlarmışçasına. Bende hiçbir şekilde hatırlama yetenekleri olmadığı için (tabii yaptığım işin hiçbir şekilde umurumda olmayışı da buna etken olabilir) her boku post-it'lere yazıp oraya buraya yapıştırıyordum. Çok sevmişler fikri anlaşılan, şu an her yere pembe, sarı, yeşil, turuncu, mavi kağıtlar yapışmış durumda, çocuk yuvası gibi bankonun iç tarafı, neş'e saçıyor. Meğersem burada çalışmaya başladıktan sonra yeni bir dönem başlatmışım spor salonu dünyasında da haberim yokmuş. Etkileyici olmak zor azizim, bundan sonra bu güçlerimi dünya barışı ve açlıklan küresel ısınmaya bir son vermek için kullancam. Büyük güç, büyük sorumluluk getirir demiş atalarımız. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Wednesday, September 23, 2009

Not Dying Today

Icimde bir umut var sanirim muhterem takipcilerim! Is konusunda alakasiz bir sekilde firsat cikti onume, yer de mecidiyekoyde oldugu icin, ders saatlerimin sacmaligi cok fark etmeyebilir. Ideal bir is teklifi degil, hatta yapabilir miyim ondan da emin degilim, ama artik nereden para gelirse gitme halindeyim, sorun degil, ogrenirim.

Soyle ki, klasik bayram ziyaretleri sirasinda (bu ulkede tanik olacagim son bayramlar olabilecegi icin, gitmeye calistim her yere sikayet etmeden) yaklasik 30 metrekare bir salon icerisinde 20 kisiyle birlikte en fazla oksijeni kapma yarisi yaparken ve ben her zamanki gibi bos gozlerle onume bakip kafamdan cok alakasiz seyler gecirirken ismimin bir cumle icinde gectigini duydum. Babam, beni tanidigini iddia edip benimle havadan sudan sohbet eden ancak benim kim oldugunu hicbir sekilde bilmedigim bir adama beni ise almasini oneriyordu. Adamin meger tekstil firmasi varmis, hatta kendi markasi, taksimda magazasi falan da varmis. Tam olarak su anda universite ogrencisine verilebilecek bir is varmis adamin da elinde. Aksesuarlardan sorumlu asistan gibi bi sey. Atiyorum, gomlek yapilip dikildi, ona uygun dugmeye bu kisi karar verip, eminonu, osmanbey ve merter piyasasinda arastirma yapip en uygun fiyatlisini bulup pazarlik da yaparak satin almaktan sorumlu olcak. Hicbir fikrim yok yapabilir miyim yapamaz miyim. Ama para vercekler, ayrica cv'me amerikadaki mustakbel isverenlerimi beni almak icin tesvik edebilecek bir sey de yazmis olcam. Ders programim kesinlesir kesinlesmez gidicem yanlarina, alin beni diycem.

Ama onceeee... Bu biraz back-up olarak kalsin diyorum, okul acilinca, gidip beni sevdigini dusundugum hocalara is bulun bana laagn diycem. Bir sey cikarsa ne ala, cikmazsa giderim gene pasa pasa oteki tarafa.

Bir de hesap yaptim, bu donemki derslerimden hepsini AA getirirsem, 3.49'da kaliyorum lan saka gibi. Elyaf bilgisi yakti beni o DD'yle. Ders programimi ayarlayabilirsem bu sene bir daha aliyim diyorum o dersi.

Nedir bu hirs demeyin, burs seylerini inceledim, the more the better. Ki zaten 3.50'nin ustunde bir sey yapmak lazim ki fark atayim benim gibi okumak isteyip de bir de parasini odeyebilecek kisilere.

MEB burs vermeye basliyormus ama lisansustu okumak isteyenlere yurt disinda, kriterleri bana uyuyor, son care ona basvurmak. Bir de okudum biraz, boyle hocalardan falan referans mekturplariyla ve iyi bir GRE sonucuyla gittigin zaman kapilarina veriyorlarmis burs. ITU'den de alirim referans (versinler ama bir zahmet, ust siniflardan yapan olmazsa bizim bolumdan master yapmaya kalkan tek ogrencileri ben olcam, adlarini duyurcam, reklam yapcam. Hem bolum birincisiyim, beni sevmeyen ölsün! Etki verebilmek icin kopipeyst bile yaparim boyle harfleri.) sonra ne bileyim, bak o 3 haftalik derste jeffrey'yle andrew hocaya (prof. buchman ile prof. weinstein degil, hayir. :P Turkuz biz, hocaysa hoca deriz!) kendimi nasil da sevdirmistim, onumuzdeki sene koca bir sene gorcem onlari, gene sevdiririm alimallah! Gaza geldim mi de iyi gelirim bakin. Olcak olcak ya. Olcak di mi?

Hem zaten karar verdim, fashion design olmazsa MBA yapmaya kadar duserim burs bulabilirsem. Amac orada kalmak en nihayetinde. MBA'e daha kolay burs veriyorlar, tasarimla ya da sanatla ilgili bolumlerden ziyade. Zaten niye meendiz olmayi istememisim ki, ne kolay giderdim. Ne bok varsa muhendislerde zaten, butun burslar onlara masallah! Tamam, onemli seyler yapiyor olabilirler ama onlari da ben giydircem! Ciplak yapsinlar bakalim sikiysa calismalarini, arastirmalarini! Fazla mi oldu bu gaza gelis ne.. Neyse.

Benim boyle kafami duzelten arkadaslar da Belle & Sebastian ilen The Shins bu arada. Araya muzik tavsiyesi de sikistirayim. Ozellikle The Shins'in sarkilarina bakip bakip hayran kaliyorum, hem boyle eglenceli hem de boyle anlamli sozleri ve muzikleri nasil bulup bir araya getiriyor bu adamlar diye. Saint Simon'da hele bir bolum var ki, sanirim benim su andaki butun felsefi, politik ve hatta dini goruslerimi ozetliyor.

Since I don't have the time nor mind to figure out
The nursery rhymes that helped us out in making sense of our lives
The cruel uneventful state of apathy releases me
I value them but I won't cry everytime one's wiped out.

Zaten yazin aldigim felsefe dersinde stoic olduguma karar vermistim. Bu da kaniti iste.

Bir de Kissing the Lipless var ki bir sevgilim olsa, o beni aldatsa, ayrilsak, o pisman olup beni arasa ve ben de ona bu sarkiyi soylesem dedirtiyor.

Klibini de koyarim ki. Salak gerci biraz, tipleri de yuzlerine bakilasi degil ama olsun, sarki guzel.



Edit budut: elfenben kisisinin blogunda yazdiklarini okuyup korktum gerci biraz gelecekle ilgili. Ama yok ya, hayir, umutluyum ben bugun, sonra, yarin falan endiselenirim!

Tuesday, September 15, 2009

Know Your Onion!

Gecen gunku - ee.. siz diyin hormon patlamasi ben diyim duygusal depresif disavurum - seyden sonra daha az bunalim kokulu ama cok da fazla cocuklar gibi sen olmayan bir yaziyla yine buradayim. Icimi nes'eyle dolduracak bir sey bulamadim henuz. Olmadi da bir sey keza. Okul acilsin hele de bakim.

Blogu actigimdan beri tema bulup yukliycem diye kendime soz veriyordum ama hep erteliyordum, gecen gun sonunda boyle bir suru site buldum, bir kac tema indirdim ama onlari yukleyeyim diye eski temada yaptigim seyler gitti, simdi de yeni koydugum temalari duzenleyemiyorum. Mesela su undefined olayi nedir abilerim ablalarim, bilen varsa aydinlatsin beni. Kaldiramadim bir turlu ki nasil kaldiracagimi da cozemedim zaten. Her koydugum temada boyle bir de, o nedenle onu cozene kadar tam olarak bir temada karar kilmayacagim. Dursun simdilik de bu. Zaten playlist.com Turkiye'yi yasaklamis sagolsun. E hakli tabii adamlar da bize yazik, di mi. Imeem diye bir olay varmis, ona bakindim azcik, iTunes listesini direk kopyalayabiliyormus, onu seyetcem. 'Aman tanrim benim muziklerimi dinlemelisiniz illa!' derdi degil tabii benim, anliyorsunuzdur umarim, surekli baska bilgisayar kullanma durumunda olabiliyorum, kendi muziklerini ariyor insan. :P Benim gibi muzik bagimlisi bir insan degilseniz anlamazsiniz tabii de olsun.

Ders programim da sacmalamis, moralim de ona bozuk. Gerizekali ust siniflardan salagin teki, kaldigi dersleri temizlemek icin gelmis ve ders saatlerine sicmis, cok afedersiniz. Ders programi ilk aciklandiginda sadece 2 gunum doluydu, simdi 4 gune yayilmis sagolsunlar. Yine merhaba sevgili devamsizlik ve bye bye rahat rahat calisma hayalleri! Bu sene soz vermistim kendime her derse gitcem diye ama bu allahin unuttugu yerden okula bir bucuk saatlik ders icin gitmek bilmiyorum nasil olcak. Ayrica simdi calismak cok zor olcak. Ve calismak zorundayim, tamam, ama simdi sacma olcak bayagi, ordan oraya kosturmak zorunda kalcam ve sanirim haftasonum da yalan olcak. Ne guzel di miiii.

Tekrar kitap okuma gunlerime donmek istiyorum. Diziler, filmler guzel ama hayatima girdiklerinden beri kitap okumak cok zor geliyor. Elimdeki yarim kalan dizileri bitirdim gecen gun, yeni bir seye baslamadan, kendimi kitaplara vereyim dedim. Gerci gecen haftalarda bir haftada 9 adet kitap bitirmisligim var ama onu ayri tutuyorum. Blackberry'me mobipocket diye bir ebook okuma application'i indirmistim ve inanilmaz da rahat okunuyor, oyle okumustum. Gene oyle okumaya devam et diyenleriniz olabilir belki ama kitapligimda okunmayi bekleyen bir suru kitap var. Bitirdigim o 9 kitaba gelirsek, Sookie Stackhouse serisiydi. True Blood dizisinin kitap hali. Ama coook daha iyisi. Dizide Sookie karakteri ne kadar salak ve katlanilmazsa, kitaptaki Sookie o kadar okumasi eglenceli ve sevilesi. Tabii bir de kitapta konular mantikli bir duzlemde ilerliyor, yasananlar ve anlatilanlar daha bir oturakli, birbirini tutuyor. Dizide birinci sezonda ne soyledilerse ikinci sezonda tam aksini soyleyebiliyorlar mesela. Bir de sookie'den baska dizide Eric ve Queen fiyaskolari var tabii. Nedense Eric'i evil, Queen'i de simarik vampir gossip girl gibi gostermeyi tercih etmisler. Ah Eric! :P Uzuuuun zamandir fictional bir karaktere boyle asik oldugumu hatirlamiyorum. :P Diziyi izleyenler bilirler, kanini icmis kadar oldum kendisinin. Litrelerce. Ruyalarima falan giriyor, yok boyle bir sey. Yarildigim bir ruyayi anlatmam lazim, kitapta Eric'in sahip oldugu bar icin cikardigi merchandise'lardan birisi de nude takvim. Kendisi de Mr. January. :P Kitapta sookie'ye de veriyor falan iste, tam oralari okurken uyuyakalmisim. Ruyamda ben sookie'ymisim, aksam eric gelcekmis eve, takvimin de arkasindaki kopcasi kopmus duvara asamiyormusum, agliyorum oyle uzuntuden. Ah eric'in kalbi kirilcak falan diye nasil uzuluyorum! Uyandigimda bayagi yarildim tabii de uyanirken boyle kalbimin sizladigini hatirliyorum. :P Bir diger Sookie ruyamsa, ben benim gene sookie degilim ama sookie'nin hayatini yasiyorum sanirim emin degilim. Pam'le yakiniz bayagi, ben de ona yakiniyorum boyle iste saclarim boya tutmuyor bir turlu falan diye. Sonra o diyor, kizil istiyorsan mukemmel boyayi biliyorum ben. Boyaya biraz vampir kani karistirinca mukemmel tutuyormus ve cok guzel bir ton elde ediyormussun. Ruyamda oturup sacimi boyadik. :P Uyanip da tuvaletteki aynada sac diplerimin hala boyanmamis bir sekilde oldugunu gorunce sasirdim boyle, gercekten saclarimin boyanmis olmasini bekledim uyaninca ne alakaysa. :P Neyse bir kenara atalim sukileri.

Simdi yaz basinda bir ara yarim biraktigim Sirius'tan Gelen Kurbaga'ya tekrar basladim. Bu sefer sardi bayagi, sanirim bitecek. (Bu arada orjinal ismi kitabin, Half Asleep in Frog Pajamas'mis, cok daha guzelmis, nasil boyle cevirmisler akil sir erdiremedim. Gerci konuyla cok alakasiz degil ama orjinal adi daha eglenceli kesinlikle.) Bu bittikten sonra da gene yazin bir ara baslayip yari biraktigim Fountainhead'i bitiririm. Utanc verici, biliyorum. O kadar hevesle aliyorum kitaplari, ama diziler agir basiyor her seferinde. Daha kolay tabii. Normalde benim cok gelismis bir hayalgucum vardir, okudugum kitaplar kafamda aslinda birer film olarak doner, oyunculari bile secerim (hatta oyle ki bazen emin olamiyorum bazi sahneler kitapta gecen bolumler mi yoksa bir film sahnesi mi). Ama diziler beni bu tembelige alistirdi iste, onlari izlerken kafa yormaya gerek kalmiyor ne de olsa, senin yerine dusunulmus, hayali kurulmus seyler. Bir an once kendi sahnelerimi kendimin cektigi gunlere geri donmem lazim. Ayrica zaten her seyi gectim, kendi cahilligimden de utanmaya basladim, okumadigim o kadar cok kitap var ki! Gene ortalama bir universite ogrencisine gore fazla kitap okumus sayilabilirim ama beni tatmin etmiyor ne yazik ki. Ama iste kendi kendime engel oluyorum bu konuda. Neyse, yeni diziye baslamama karari aldim kitap bitene kadar. Ne kadar surcek bakalim.

Her ne kadar boktan bir ders programim olsa da okul baslasin artik. Ne olcaksa o zaman olcak cunku. Bir an once de bu sene bitsin zaten. Y. anlattikca new york'ta yeni ev arkadasiyla yaptiklarini kiskancliktan catliyorum! Hatun bir gunlugune Boston'a gidip yolda alakasiz bir sekilde Harvard'li birisiyle tanisip yemege cikabilme sansina sahipken benim sansima anca orta yasli kel managerlar duser. Evet, olan bir sey bu arada bu. Anlatmam lazim! New York'tayken fotograf makinam bir ara bayagi sapitti, delirtiyordu ikimizi de. Bir gun ciktim fifth'e hem dedim derdi neymis sorarim, hem de yapilmayacak bir haldeyse yenilerinin fiyatlarina bakarim. Iste Best Buy'a falan baktim, kucuk elektronikcilere sordum falan sonra da Computer Hardware dukkanina girdim. Iste sordum once fiyatlari, sonra da bunun derdi nedir anlar misiniz dedim, iste manager'i cagirdilar onlar da. Adam inceledi inceledi, dedi ki ayari bozulmus bunun, yenisini almana gerek yok, iyi makina gayet bu falan dedi, oynadi duzeltti. Sonra da kaldirdi fotografimi cekti pat diye, calistigini gostermek icin falan. Sonra resmen bakip "hey, that's cute." dedi. (Resim de cute mute degildi bu arada, yuzumu gozumde patlayan flash nedeniyle burusturmusum, bir elim de cekme dercesine havada falan.) Sonra da, let's see, onceki fotograflari nasil cekiyormus ki falan diyip bir onceki resme basti. Bir onceki resim de, yurt odamizin resmiydi, bir gece once falan mi ne icmistik, philly'ye gittigimiz gun muydu, camasir gunu muydu su an tam hatirlamiyorum, oda cilginlarcasina daginikti, herhalde en daginik hali budur, daha fazla dagilamaz diyip resmini cekmistik. Koyarim belki resmi buraya da :P Neyse, adam onu gordukten sonraki konusmalari aktariyorum.

"Is that you room?"
"Yeaaah, you probably shouldn't have seen that." ( orta yasli kel herifin elinden kamera alinir)
"Now, I definetely don't wanna have your number."
"Oooookay, what do I need to pay for this?" (kamera gosterilerek)
"No, it was nothing, please. I was kidding, I'd like to have your number. (adam cebindeki iPhone'a uzanir) Oh, what's that, uh oh, whaa, hey, is that an invitation to a BBQ party for tonight?! (ekrana bakip sasirma taklidi yapar ve bana gosterir) I think it is! What do you say? We'll grab a couple of drinks and see what happens." (see what happens!!! neyi gorcen laaaaan!!!)
"Yeaaaaah, I think I'm busy tonight. Thanks for the invite, though"
"How about tomorrow, then? I know great place where we can drink some of your delicious Turkish Coffee."
"I don't think so, no."
"You sure? You don't know what you're missing..."
"I'll be okay. (kapiya dogru yurunmeye baslanir) Thanks for fixing the camera. Have a good day." (kosarak uzaklasilir.)

Gerci ayni gun gene Borders'taki israilli inanilmaz sevimli Idan isimli bi kasiyerle muhabbeti kurmustum, o da numaramis istemis, ben de seve seve vermistim ama ertesi gun telefonumu kaybetmek gibi sahane bir islemde bulundum. Benim kismetim bu iste.

O degil de yemek isinde bayagi bir uzmanlasmaya basladim, inanamazsiniz. Oruc tutmasam da babamlar falan tuttugu ve tam da iftara eve geldikleri icin, iftar sofrasini ben hazirliyordum her gun. Genelde fazla ugrasmayip aksamdan kalma yemekleri falan pisiriyordum. Persembe gunu mu ne, erken kalkmistim, canim bayagi bir sikilmisti, yemek yapayim dedim. Evde her zamanki gibi bir suru eksik malzeme vardi (Annem sagolsun, spor salonunda eksik malzeme varsa gidip almaktansa evden goturmeyi tercih ettigi icin, boyle sacma sapan aslinda oldugunu sandigim seyler falan yok olabiliyor bir gun icinde.) Ama oturdum inventory cikardim elimdekilerin, sonra da tarifleri falan inceledim, mercimek yemegi ve pilav yapabilecek kapasitedeydi elimdekilerle. Amerikadayken sogan kiyma islemlerini ben beceremezdim, hep yasemin ypardi sagolsun, ilk defa denedim ve inanamazsiniz, bir guzel kiydim, kendime bile sasirdim. :P Boyle ince ince, muntazam. Sevmem ben cunku sogan, yemek piserken mumkunse erisin derdindeyimdir, bayagi ugrastim o yuzden. Ay bir guzel oldu yemek ama sonunda, inanamazsiniz. Pilav da tane tane oldu, perfection'di tam olarak. Tavuk da kizarttim yanina, sos falan yaptim onlarin da uzerine. Tabii annem gorunce yemekleri utanc verici tepkilerde bulundu ama olsun, degdi. :P Bugun de zaten bayram temizligi yaptik annemle. Bakin gorun ne hamaratim. Analar kiz dogursun! (annemin tepkilerinden biriydi bu :P) Ahahha allahim, gercekten bos yasiyor olmaliyim, blogumda anlatacak sey olarak bunlari buluyorsam. Amaaan bana ne. Yazarken can sikintim geciyor, onemli olan da o. :P

O degil de icmek istiyorum! Ozledim! Neyse haftaya bayramdan sonra calismalara basliyorum insalla.

Simdi de gidip kitap okuyayim bari. Okuycam. Gercekten!

Monday, September 14, 2009

And It Rained All Night

Not in the mood for ny stories. not on the mood for anything, actually. Even sleeping seems to become a luxury around here so since I can't do that, I'm here to spend some time here in my blog. And if that means i want to write it in english, so be it. I don't care. Yep, you guessed it right. I'm having a baaad day. A bad month, actually. Ever since I came back, nothing really worked out for me. Is it payback? or karma? or whatever the fuck it is that can make this fucking excuse for a life I'm living right this moment seems fair? Even the littlest living creatures seem to get back at me since I'm the only one in this house that constantly gets attacked by the fucking mosquitoes. Whatever, I'm not complaining. Everybody has their moments, right? It can't always be rainbows or butterflies or sunshine. Though, it would be reaaally good to know that the rain is gonna stop eventually. Because every time I get excited and think that this is it, it's gonna work out now, every thing's gonna be alright, something comes along and takes me back to square one. But it's OK, that doesn't matter anymore, I've come to terms with letting things go and letting them work out in their own little ways but that doesn't mean that I don't have the right to feel miserable due to the fact that my life, right now , is a little too much empty. The only thing that keeps the days going is the fact that i'll be gone soon. And there is almost nothing or no one that keeps me attached to this country, so that should be easy. Although, you know what? I wish it wasn't true. I wish there would be at least someone that would make me leave a part of me behind, that would be affected big time by me being gone, would feel like shit. Selfish? Maybe. But I need that. Maybe something's wrong with the way live here. Maybe that will all change when I'm gone. Certainly hope so. But even then, I'm not sure that part of my life will change. Maybe I should learn to live with it. Maybe it's all my fault. Maybe i can change all of that but i don't do anything about it. I don't know. Fuck it. I don't enjoy being depressed. What's more, I hate those people that are constantly depressed who don't really know what they got and take those things for granted. I will not be one of those people. This little whining session was something I needed. See you again in much more merry happy entries. Of course, If you don't run away screaming in the opposite direction when you read this, that is.

Saturday, September 12, 2009

New York, New York: Part 2 (Lazy Line Painter Jane)

Ne vaatler vermistim hem kendime hem de suracikta tum okuyanlara, her anini kaydedicem oranin, her seyi yazicam diye. Buyuk yalan. Sanki kendimi bilmiyorum ama di mi, ne demeye oyle bir seye giristiysem. Amerikadan dondum, hatta doneli kac hafta oldu, hala kendime yazcam ya yazcam diyorum. Peki.

Valla ilk gunku gibi her detayini yazamam sanirim ama soyle bir previously on new york diyebilirim sanirim. Genel olarak baktigimda tam da istedigim seyleri yapmadim aslinda, gitmeden y. ile ne planlarimiz vardi... Ama para olmayinca sevgili okurlarim, hicbir bok oldugu yok. Olayin kopma noktasi orasi, evet. Yapilcak ne cok sey, gorulecek ne cok yer vardi ama hepsinin fiyatlarini gorup, hmmm peki, baska bahara artik, dedik. Ve isin acinasi kismi, diger sinif arkadaslarimda bunlarin hepsini yapacak para var ancak onlar orada bos bos yasadilar, paralarini barlara, clublara, strip jointlere harcadilar. Veronica Mars demisti zamaninda, "Money is wasted on the wealthy". Para zenginlerin elinde harcaniyor, evet!

Neyse... En son biraktigim yerden devam etmem gerekirse, yaseminle odayi bir guzel adam ettik once. Esyalar bayagi bir alakasiz dosenmisti, yataklari ittirdik, dolaplari cekistirdik, sildik, supurduk, odaya bir seye benzedi. Bu yeni oda salak bir seydi cunku biraz da, ince uzun ir oda ve tam ortada kocaman bir kolon.. Biz bu kolondan faydalandik ama, onu ayrac olarak kullanip, iki yanina da dolap koyduk ve odayi ikiye ayirdik. Boylece alone time'a ve personal space'e derinden ihtiyac duyan iki insanin da istediklerine fazlasiyla uymus oldu. Yaseminle bu kadar iyi anlasma sebeplerimizden biri de buydu zaten, ikimiz de belli araliklarla yalniz kalmaya ihtiyac duyan insanlariz. Ve en fazla yardimci olaniysa ikimizin de alisverisi tek basina yapmayi sevmemiz oldu sanirim. Zaten birlikte alisveris yapmaya gitmek bana cok anlamsiz gelir, alisverisi yapacak olan kisi tek bir kisiyse anlarim onu, gerci yine de alisverisi yapmayan kisiye biraz haksizlik gibi ama yine de iki kisinin de bir seyler arayisinda oldugu alisveris gezmeleri kadar anlamsiz degil en azindan. Herkesin zevkleri tamamiyle ayni olmadigina gore, bir kisi otekine muhakkak ayak bagi oluyor boyle durumlarda. Birbirini kirmamak icin de diyemezsin ben cikip dolasayim, sikildim buradan falan diye... Aman neyse, gereksiz detaylar ve gozlemler bunlar.

Odaya o gun yerlestikten sonra zaten her sey yerli yerine oturdu. Ertesi gun Art in NY'da Museum of Natural History muzesine gittik, hani su Ross'un calistigi ve Rachel'la ilk kez yattiklari muze. :P Muzeleri bagdastirdigim seyler de sahanedir, mesela the Met'in de benim kafamda bagdastigi sahne yine Friends'dendir, Joey kulturlu ve zeki sevgilisine Met'in muze olmadigini, Mets oldugunu ve Yankees'i gormesi gerektigini iddia ettigi sahne hani. Neyse. Muze guzeldi ama, muzeler uzerine rapor yazacagimizi da bilmiyorduk. Bir gittik -ki gec de kalmistik- herkesin elinde kucuk mavi defterler ve haril haril bir seyler yaziyorlar. Hoca bize de verdi birer tane. Icinde soru kagidi da vardi, aa dedim iyi, ne yazacagimi bilirim en azindan. Ama sorulari gormemle tabii dumura ugramam bir oldu, hicbiri bir sey ifade etmiyordu cunku. Ve onca insanin ne yazdigindan, nasil o kadar sey yazabildiginden emin olamadim tabii. Hikmetler de basimda surekli, "ece ne diyor ilk soruda, yapsana" falan diye... Neyse gezdirdi hoca muzeyi, ki bir profesorun her detayi anlatmasiyla gezilen muze oldukca guzel oldu, cunku tek ya da yaseminle dolassak eminim salak salak bakacaktik her seye ki nitekim Philadelphia Museum of Art'da oyle oldu. Sonra bir ara hoca bizi muzede serbest birakti, sorularin cevabini bulalim diye. Gerim gerim gerildim, hicbir sey ifade etmiyordu cunku hala sorular, o kadar gezdikten sonra bile :D Insanlarin yanina gittim iste tek tek, ne yaziyorlar diye. Kimisi yaklastigimi gorup, kagitlarini sakliyorlardi, kimisiyse daha arkadas canlisi duruyorlardi. Onlarin yanina gittim, "Do you have any idea what we're supposed to write? Because I'm lost" dedim. Christine diye bir kiz vardi, o yardimci oldu bayagi. Anlatti bir suru sey, ki hayran kaldim nasil da cikarmis olduguna onca seyi. O zaman anladim onlarin egitim sisteminin sacma sapan bir sey olmadigini tabii. Surekli daha once aldigi derslere, hatta lisedekilere bile referans veriyordu, onlarda lisede ogrenilenlerin lisede kalmamis oldugunu da ogrenmis oldum boylece. :D Sonra bir ara hocaya da gittim, bizim bolumumuzun sanatla ilgisi olmadigini, daha cok teknik bilgilerimizin oldugunu, o nedenle sorulara nasil cevap verecegimizi bilemedigimi soyledim. Iste o da biraz yardimci oldu, en azindan o kadar akademik bilgilerle donatmamiz gerekmedigini, gordugumuzu yazmamizin yeterli olacagini soyledi iste. Sonra bizim bolumle ilgili sorular sordu, dual-degree olayina bayildi, ulkemizi sordu falan. Sonra gezmeye devam ettik iste muzeyi. Bir ara cekik kizlardan biri yaklasti, tekstaal (boyle telafuz ediyordu, ki zaten diger dediklerini anlamak icin de bayagi caba gosterdim :P Ingilizceme de hayran kaldim boylece) ile ilgili bir bolumde okudugum icin ne kadar sansli oldugumu, kendisinin communications design bolumunde okudugunu ve her zaman tekstillere karsi bir ilgi duymus oldugunu anlatti. Bense are you kidding, senin bolumunde okumak icin neler vermezdim dedim. Oyle tanistik, sorulari tartistik, muhabbet ettik falan. O gun de oyle gecti, odaya donduk.

Aksam yaseminle ciktik, odanin eksiklerini tamamlamaya calistik. Aa telefon aldim ama once. Prepaid planli hat aldim, bizim kontorluler gibi. Onu da alinca zaten yaninda telefonu ucretsiz veriyorlardi. T-Mobile'den aldim. Bayagi iyi oldu, cunku yaseminle derslerimiz farkli oldugu icin birbirimize ulasmakta problem yasiyorduk. Neyse sonra, diger arkadaslar Jack's ¢99 diye bir market kesfetmisler, bizim bir milyoncular gibi. Gittik oraya iste. Bizim bir milyoncularla uzaktan yakindan ilgisi yoktu tabii, 3 katli devasa bir supermarketti cunku. Ilk kattaki her sey 99 cents, ust kattakilerse yine ucuz ama 1 dolardan fazla. Orada alisveris yapanlardan itinayla tirsmis olsak da -homelesslar, hispanikler, korkunc zenciler falan... irkci degilim, domuz gribinden korkuyorum!- fazlasiyla bayildik, cunku normalde Kmart'ta verecegimiz paradan daha az paralara bir suru ihtiyac aldik. Masa lambasi aldik her seyden once, cunku odalarde tek bir isik vardi ve odanin ortasinda kocaman kolon oldugu icin odanin benim tarafi kapkaranlik oluyordu aksamlari. 9 dolara fazlasyila kullanisli bir seydi de aldigimiz, ters cevirince kafasini normal tavan lambasi gibi aydinlatabiliyordu. Neyse iste ethernet kablosu, donusturucu falan da aldik. Her sey bittikten sonra oturduk odada, yapacak bir sey bulamadik, bilgisayara oyle cilginlarcasina ihtiyac duyuyorduk ki! Yurdun cyber lounge'u da henuz acilmamisti, ne yapacagimizi sasiriyorduk! Yurtta kat toplantisi oldu iste o aksam, oyle bizim modaci kizlarin da bizim katta oldugunu fark ettik, muhabbet ettik falan. Bu sayrde birinin bilgisayarini kullanma izni aldim, gittim cevirimi yolladim editore. Odaya donerken de ertesi gun bilgisayar almaya yemin ettik. :D Alamadik gerci hemen ertesi gun, ders vardi cunku ve cikista apple store'un nerede oldugunu bilmedigimiz icin, ne yapacagimizi sasirdik. O gun de Met'e gittik muze olarak. Metropolitan Museum of Art. Devasa bir muzeydi, hayran kaldim her kosesine. Hoca sadece kendi anlatmak istedigi yerleri gezdirdi bu sefer ama, cunku bizden baska herkes o muzeye hayatinda en az bir kere gittigi icin.. Biz de acliktan oluyorduk bu arada tabii (cunku felsefe dersinden sonraki arada haril haril odev yaptik) biz de cikip yemek yiyelim sonra donup geri kalan kismini dolasiriz muzenin.. Ciktik, nerede yesek diye dusunurken ortalikta -ki bagrisarak yapiyorduk bunu da :P- yon kenarindaki padicab (on kismi bisiklet arka kismi araba, pedalli fayton yani) soforlerinden biri geldi yanimiza. "Buralarda bulamazsiniz yiyecek ucuz bir yer, Park Ave'e bakin." dedi. Work & Travel'la gelmis turkmus megersem. Gulduk bayagi :D Upper East Side'daydi tabii Met, her yer kokos teyzelerin ogle yemeklerini yedigi astronomik fiyatli restoranlardi. Sonra bir tane pastane gibi bir sey bulduk, croissant aldik. Digerleriyse muzeye geri donmek istemiyordu, biz de sadece Hikmet, Secil ve ben gittik geri. Gerci onlar da hemen sikiliverdiler, iki tane ronesans tablosuna baktirtmadilar, kafayi yedim. O ara cahitler aradi, onlar da muzeye geri donmusler. Yanlarina bir gittik, anladik sebebini. Muson yagmurlarindan hallice bir saganak baslamis. Bunlar da donlarina kadar islanmis :D Biraz icerde oturduk, sonra geri donduk iste. O gun de yagmurlu diye cikamaik disari.

Ertesi gun bos gunumuzdu, biz de sabahin korunde kalktik ve okula gittik. Ahaha komik cumle oldu tabii ama okulun bilgisayar labini kullanmak icin sadece. Bilgisayarsizliktan nobet gecirecektik az kalsin cunku son bir kac gundur, Apple Store neredeymis ona baktik biz de. Ya da onlien almak daha mi ucuz ona bakmaya... Sonra baktik bir fark yok, gidip alip gelmek daha iyi olur dedik ve adresi aldik hemen en yakin magazanin. 14th street'teydi hemen okulun oldugu avenuenun. Biz de 27'deydik, yuruduk o nedenle. Chelsea'yi gezmis olduk boylece yururken, bayagi guzel, daha cok homey yerler. Neyse girdik magazaya, hemen assistantlardan biri yanimiza geldi, how may i help you diye. Sahane bir yerdi bu arada, her yer cam ve bembeyaz. Kocaman zaten ve masalar uzerinde butun apple modelleri. Soyledik istedigimizi, 13" Macbook. Yasemin beyaz macbook aldi, ben de alimunim'lerden, gumuslerden yani. Ogrenci indirimi de vardi uzerinde, mukemmel oldu yani. Dahasi, o ara kampanya varmis, Macbook alana Ipod Touch veriyorlarmis. Sevincten uctum tabii :D Bir de yaninda bedava Printer vardi, katmerli oldu :D Neyse, aldik bilgisayarlarimizi yurda donduk sevincten zip zip ziplayarak. Actik hemen, mukemmel bir sey, isimlerimizi set up ettik, internete bagladik. Her sey de yukluydu zaten, ugrasmadik hicbir seyle. O gun de disari cikmadik takdir edersiniz ki, yeni oyuncaklarimizla oynadik.
Cuma gunu de bostu, o gun bulundugumuz yerleri gezelim dedik. Manhattan kitabi almistim bir tane, onemli yerleri gosteren falan. Broadway’den asagi dogru indik, Flatiron Building’i falan gorduk. Orada Horrow Shop vardi bir tane, iceri girdik, adam pek sevimliydi, ogrencileri ve ozellikle Turk’leri pek seviyormus, Istanbul’a yaptigi geziyi anlatti durdu. Icerdeki seyler de bayagi komikti ama, Halloween kostumleri, susleri, oyuncaklari falan. Oralari biraz daha dolasip sacma sapan fotograflar cektikten sonra Jack’s’e ugrayip odaya donduk. Ertesi gun Central Park’a gittik ilk defa. Ilk defa da Metro’ya rush hour dedigimiz kalabalik saatte ve bir Cumartesi gununde bindik. Kabus gibiydi, bizim belediye otobusleri o yasadigimiz tecrubenin yaninda first class ucak deneyimi bile sayilabilir hatta. Hani bizde de ayni kalabalik olsa bile burada ayni akraba olma durumunu allahim homeless zencileriyle paylasinca tirsiyor insan. Irkci degilim, hayir, korkuyorum ciddi ciddi. Hem bunun domuz gribi var bilmemnesi var. Neyse sonunda indik, CNN binasinin orada. Central Park ise muhtesemdi. O kadar yesili burada gormek elbette zor ama isin tuhaf yani tabii onca yesilliklerin uzerinde cekirdek copleri, su siseleri, sigara izmaritleri, ne bileyim kola kutulari falan gormemek tuhaf geliyor insana. Dolasirken cocuklar gibi sendik bu arada, cunku gordugumuz her kose basi izledigimiz bir filmden bir sahneyi hatirlatiyordu. Enchanted filminin falan cekildigi yerleri hep tanidik. Cilgin sicakti, biz de birer popsicle aldik. Ayaklarimiz fenalasip, midemiz de guruldamaya baslayinca parktan ciktik ve fifth avenue’de yuruyup oturup yemek yiyecek bir yer aradik. Ama tabii oralar hep alisveris yeriydi - Bergdorf Goodman, Louis Vitton, Tiffany and Co., Cartier, Chanel, Saks Fifth Avenue, vs - o kadar yuruduk adam gibi bulamadik bir yer. Ay ama, Abercrombie And Fitch’i anlatmam lazim. Icerisi zaten muze gibiydi, daha dogrusu muze ve gece klubu arasi bir sey, cunku inanilmaz karanlikti bir defa ve feci yuksek sesli bir muzik. Kapisinin onundeyse sadece kot giyinmis bir erkek manken duruyordu ve insanlar da gidip fotograf cektirebiliyordu bu arkadasla (10 dolar bu arada, yuh, di mi). Evet dukkan burasi. Iceri girip aldigin seyler de sweatshirt, gomlek, t-shirt, esofman falan. Amma velakin, arkadas inanilmazdi, karin kaslarindaki baklavalari zaten geciyorum, yuzu de guzeldi, tam yenilesiydi. :P “Biz bunu almak istiyoruz! Kaca bu?!!” diye bir sure durduk orada. :P Cikinca biraz daha yuruduk en azindan bir Starbucks buluruz umuduyla ama daha fazla dayanamadik, bir kilisenin merdivenlerine oturuverdik. Kilise de de tesadufen dugun varmis, onu izledik. Sonra biraz yuruyunce TGI Friday’s gorduk, ne kadar pahali oldugu umurumuzda degildi, girip bir seyler yiyelim dedik. Ama tabii megersem umurumuzdaymis, fazla pahaliydi fiyatlar. Biz de bir tane hamburger tabagi alip paylastik. Neyse ki bayagi kocaman bir sey geldi, bir suru de patates kizartmasi cabasi, doyduk oyle. Tap water dedikleri cesme suyu onlarda iciliyor ve bedave verebiliyorlar, ondan getirdiler birer tane. Fun fact: TGI Friday’s’in acilimi Thank God It’s Friday’s’mis :P Super bence.

Pazar gununuyse alisverise ayirmaya karar verdik. Giyecek hicbir seyimiz olmadigini kesfettik cunku. Once sabahin korunde kalkip Flea Market’larini gormeye karar verdik. En gelismisi Hell’s Kitchen dedikleri yerdeymis. Cok eglenceli seyler vardi. Boyle 1900lu yillarin basindan kalma aynalar, rozetler, broslar, catal kasiklar, bir suru ivir zivirlar. Sonra ikinci el cantalar, kiyafetler falan da vardi. Kiyafetler el surulcek gibi degildi de cantalar fena degildi. Yasemin 5 dolara falan Chanel canta aldi mesela. Oradaki maceramizi bitirdikten sonra odada ogle emegi yedik ve yollarimizi ayirdik. Ikimiz de neyse ki tek basina alisveris yapmayi sevdigimiz icin, super oldu. O yukarilara dogru giderken ben Chelsea taraflarini gezdim. Designer kiyafetlerini indirimli satan Leohmann’s diye bir yer varmis, ona gittim. Cok ucuza Micheal Kors kemer aldim. Parfumler de ucuzdu gene. Ordan cikip yukarilara yurudum. Aksam olmak uzereydu, bayagi da acikmistim. Chelsea sokaklari da cok guzeldir, restorantlarin kaldirimda masa sandalyeleri olur, oyle yol kenarinda yemek yersin. Hava da cok guzeldi, yanlarindan gecerken sevimli bir italyan restoraninin fiyatlarina bakayim dedim. Tam kenarda oturan bir kadin kocaman menuyu elinde tutuyordu, caktirmadan bakayim dedim. Cok da fena degildi. 10, 12 dolar gibi fiyatlar vardi genelde. Oturayim dedim ben de. Garsonlar da italyandi, cok sevimlilerdi. Musteriye nasil davranmalari gerektigini biliyor bu insanlar. 10 dolara lazanya aldim bir tane. Yemegim gelmeden masayi donattilar, zeytinyagi, inanilmaz lezzetli italyan ekmegi, tap water, zeytin, peynir falan. Sonra yemegim geldi hayatimda yedigim en guzel lazanyaydi sanirim. O da bitince garson complimentary beyaz sarap ikram etti. Nasil mutlu oldum. :D ID’me bile bakmadi cunku yasim tutmuyordu. Sarabimi yudumlarken, cevreme, gokdelenlere, sikir sikir giyinip alisverisini yapan insanlara, oturdugum restorana falan baktim. Gercekten Mahnattan’da oldugumu ilk kez o zaman idrak ettim sanirim. Inanilmaz bir guven duygusuyla hesabi istedim, guzel bir bahsis biraktim ve havalarda uca uca odaya yurudum. Evet, boyle sacma sapan seylere mutlu olan insanim, nolmus.

Aksam yapacak bir sey bulamayinca icelim dedik. Gelmisiz, kendi basimiza kaliyoruz, istedigimizi yapmaya, istedigimiz sekilde sapitmaya ozguruz ama masallah ikimiz de bir sorumlu, bir usturupluyuz ki evlere senlik. Bir tane 70lik Smirnoff Raspberry ile red bull aldik. Daha dogrusu benim yasim tutmadigi icin gidip yasemin aldi. Jack’sten aldigimiz plastik martini bardaklarina votka-redbulllarimizi hazirladik. Bir yandan da bir seyler izleyelim, arkada ses olsun bari dedik, ama film ya da dizi kaldiracak kafada degildik. Diziporttan ata demirerin stand-upini actik biz de. Ilk basta normal ayarda guluyorduk da bardaklar bosaldikca tabii sapitmaya, her harekete anlamsizca gulmeye basladik, ki zaten anlamadigimiza da karar verdik ve kapattik. Ben gene iyiydim de yasemin masallah ici icine sigmiyordu. Tutturdu times’a gidelim diye. Olmaz dedim haliyle,o halde ve o saatte disari cikmak, ustelik bilmedigimz yerlerde, pek sagduyulu hareket olmazdi. Tabii yasemin sagduyuyu coktan gecmisti ama olsun, bende kirintilari kalmis besbelli. Bir de aslinda korktugum sey, kapidaki guvenlikcilerin bizim sarhos oldugumuzu anlamalariydi. Cunku FIT is a dry campus. :P Alkol, sigara, drugs yasak. Sarhos oldugumuzu dusundukleri an, bizi kollarimizdan tutup hastaneye alkol testi yaptirmaya haklari var. Pozitif cikarsa da yaptirim tabi bolcana. Para cezasini gectim, ailemize gidecek bunun haberi. Korkunc. Neyse, disariya cikma fikrinden vazgecirdim ama bu sefer de tutturdu catiya cikalim, manzaraya bakalim. Fikir bana da fazlasiyla cezbedici gelmisti ama bu sefer de ya o kafayla asagi atlarsak diye korktum. O zaman da cocuklardan birini bizle cagiralim dedi. Buna verecek cevap bulamadim. Aradi bu cocuklari. Alper disinda da hepsi masallah strip clubtaymis. Neyse, alper geldi bizim odaya, ciktik en ust kata, ikimiz de hem kikirdiyoruz hem de heyecanliyiz anlamsiz bir sekilde. Asansorden inip stairs kapisina yonlendik. Oradan roof yazan kapiyi gorup oraya ciktik. Yasemin orada cam gordu bir tane, kostu oraya. “Eceeeee manzara supeeeeeer” dedi ve ben de yanina gideyim dedim. Bir kac adim attim ya da atmadim, kulak zarimizin icine eden bir ses gelmeye basladi. Alper ‘alarmi caldirdiniz lan!’ diye bagirdi ve kosa kosa merdiven araligindan cikmaya calistik. Kafam ayilmisti belki ama gozlerim hala cift goruyordu, basamaklari gormeden iniyordum asagi, ucuyorum zannettim bir cok kez. Neyse, alper onun odasina gitmemizi onerdi, olur da kamera varsa ve yakalanirsak ve uslu da durursak en azindan onun odasinda alkol bulamayacaklari icin bir sey diyemezlerdi. Gidince odaya bir sure sonra alarm da sustu. Alper “ben asagi ineyim, alarmi ben caldirdim, diyeyim. Sarhos olmadigimi ve turk oldugumu gorunce bir sey demezler belki,” dedi. Iyi dedik. Ilkayla kaliyordu o da, bir yataga ben bir yataga da yasemin yattik bekledik alperi. Bir saat boyunca gelemedi, korktuk bayagi. Sonra gelince ogrendik ki, savunma yazdirmislar, resmi olarak da iki gun sonra sozlu savunma verecekmis registrar’a. Ozur ustune ozur dileyip odamiza gittik. Ertesi gun yurdun her yerine ‘Access to Roof is Prohibited.’ diye afis asilmis oldugunu gorduk.

Ondan sonra ki gunler normal gecti. Gene ictik ama aklimiz basimizdaydi bu sefer, disari ciktik, bir suru yabanci arkadasimiz oldu, Philadelphia’ya gittik, cocuklarla kavga ettik, 4th of july’i kutladik, dogumgunumu kutladik, gezdik, tozduk, orada kelimenin tam anlamiyla iki ay olsa bile yasadik. Ama diger maceralari sonra anlaticiim malesef. Yeter bu kadar, roman mi yaziyoruz kardesim!