Monday, September 28, 2009

Me Gustas Tú

Hola!

Sevgili okulum başladı nihayet. Kantinin eski sahibi Murat abi gitmiş, yerine daha sofistike bir kantin gelmiş. Böyle şemsiyeli masa sandalyeler falan var orta bahçede, içeride de eski ilkokul sıralarından bozma yüzyıllık masalar ve sıralar gitmiş yerine renkli renkli masalar sandalyeler gelmiş. Özkaynaktar suyu yerine Pınar suyu içiyoruz artık. Paramızı öderken her 'hepsi ne kadar tutuyor murat abi?' dedikten sonra 'senin için bilmemkaç lira olur' diye cevap verip halimizi hatrımızı soran, hepimizi tanıyan kantinci yerine işini profesyonel bir şekilde yapan kasiyer abiler var. Artık ders aralarında kantinin mutfağına girip kendimiz istediğimiz gibi kendimize tost ya da sandviç yapmayacağız, gidip o pastanelerdeki tezgahımsı şeyden istediğimizi seçicez. Radikal değişiklikler bunlar yemekhane jetonları hala 30 yıl öncekilerinin aynısı olan bir okul için. Ama artık bir Taşkışla'yla ya da Maçka'yla yarışırız belki. Gerçi tamam, long shot.

Bir ilk güne göre fena değildi bugün de. Allahın dağında oturduğumdan geç kalmiyim ilk günden diye erken gittim biraz. Kantinde ve orta bahçede bizimkiler dışındaki bütün arkadaşlarıma bakındım. Yoktu hiçbiri, ben de bayağı erkenden gelmiş olduğumdan (tabii bir de beni görüp el sallamış olmaları da etkilemedi değil) gideyim bari dedim yanlarına. İstemeyerek yanlarına gitmiş olsam da tuhaf hisler uyandırıyorlar bu bizim çocuklar. Sevmediğiniz, sinirinizi bozan ama bir şekilde yine de aynı ortamda bulunduğunuz akrabalarınız gibiler. Yanlarına gittiğimin yaklaşık 2. dakikasından sonra içimden sıkıntıdan sessiz çığlıklar atmaya başlasam da yanlarında olmak garip bir şekilde yakınlık hissi uyandırdı içimde. Aralarında en acayibi de Berkol zaten. En bir şey paylaşmadığım, en vakit kaybı olarak nitelendirdiğim insan, aralarında bana en çok sevgi göstereni neredeyse. Kız kardeşini hatırlatıyormuşum ona dediğine göre, uzun zamandır da görmemiş mi ne, geldi sarıldı o yüzden bana, ne olduğumu şaşırdım.

Tabii bütün bunlar yaklaşık bir 10 dakika sonra kendimi boş sınıfa atmama engel olmadı.

Neyse ki modadaki sevdiğim iki arkadaş Ş. ve S. oradaydı bir tek, ders başlayana kadar muhabbet ettik. Seviyorum bu kızları, zaten hazırlıkta gittiğim o 1-2 ayda da aramız bayağı iyiydi, geçen sene de İstatistik dersini birlikte alınca daha da iyi oldu. Hem kültürlü hem de eğlenceli kızlar, ispanyolca dersinde oldukça eğlenmemin sebeplerinden biri de onlardı. Bilimum pembe dizi şarkıları ve Vicky Cristina Barcelona'dan aklımızda kalan kuplelerle vakit geçirdik derste. Tabii bir de yeni dil öğrenmek her zaman geyik oluyor, çevrede telafuz etmeye çalışan, kendince tekrar eden, şarkılardan duyduklarını hocaya soran tipler falan...

Dil konusunda da yeteneğim var blogcuğum, alçakgönüllü olamayacağım, dilim telafuzlara iyi dönüyor, kelimeler aklımda kalıyor ve en önemlisi gramer kurallarındaki mantığı çok çabuk kavrayıp kendi cümlelerimi kurabiliyorum. İngilizcede temeli bana veren ortaokulda gittiğim kolej bile olsa bu derece ilerleten tamamen kendi şahsi ilgim ve azmim.

Neyse, bütün bu kendimi övüşüm şu sadede gelmek içindi, hoca da bendeki bu ışığı gördü. :P Üstelik bu hoca, geçen senekilerin adından nefretle bahsettiği, hiçbir şey öğretmediğini ve öğrencilere saçma sapan davrandığını söyledikleri hoca.

Şimdi işin bombası geliyor!

Derste bir ara hatunlardan birinin telefonu çaldı, melodisi de Supermassive Black Hole. Hoca aynen şunu dedi 'Her ne kadar melodiyi takdir etsem de derste telefonları kapatalım. Evet, bir Muse ve Twilight hayranıyım bu arada.'

Dumur oldum tabii. Benim kafamdan sosyoloji masterlı, psikoloji doktoralı, biri latince olmak üzere 5 dil bilen kültürlü bir genç kadın nasıl olur da twilight kod adlı çöpün hayranı olduğunu söylebilir diye düşünceler geçerken Hikmet arkadaşım 'aa hocam ece üçüncü kitabını çevirdi onuuun' dedi. Bu arada Hikmet'in alakasız bir şekilde kendisini benim menajerim olarak ne zaman atadığını hatırlamıyorum ama ben bu işe başladım başlayalı okulda benim çevirmenlik yaptığımı bilen herkese söyleyen odur. Amerikada bile hocalara olsun arkadaşlara olsun söyledi sürekli. Bazen fark etmiyor da bazen gereksiz geliyor, herkese yaymanın bir alemi yok yani. Gerçi bu sefer kesinlikle işe yaradı.

Hoca bunu duyunca gözlerinde şaşkınlık ve saygıyla bana baktı ve 'dersten sonra kal konuşalım' dedi. İçimdeki diğer ece göbek atmaya başlarken, ben kendim olur dedim tabii. Ders bitince de gittim yanına. Önce işte çeviri muhabbetini sordu, anlattım, ismimin yazıp yazmadığını sordu, anlattım onu da. Sonra 15 dakika boyunca kitapları nasıl sevdiğini, nasıl güzel olduklarını, 4. kitap çıkınca nasıl kitapçı kitapçı gezip de bir türlü bulamadığını sonra özel siparişle getirttiğini falan anlattı durdu. Ben de tabii gülümseyip başımı sallamakla yetindim. Twilightla ilgili söyleyeceğim güzel bir şey olmadığını düşünürsek. Ama sonra benim düşüncelerimi sorunca elim mahkum bir şeyler zırvaladım. 'Çevirmesi eğlenceliydi, yazım dili rahat, konusu dinamikti, o yüzden çevirmesi bayağı zevkli oldu. Ama diğer kitaplarını da okudum, öyle derin bir konusu yok tabii ama eğlencelik, geyik kitaplar. Gerçi bella karakterinden nefret ediyorum,' gibi diplomatik olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim. Aman tanrım ben de bayılıyorum! diyip kissasslik yapamam ama gerçek hislerimi belli edip ilk günden mimlenmeye de gerek yok di mi :P Sonra bir 5 dakika da Bella'nın gerizekalılığından bahsettik. Tuhaf olan, koskoca üniversite hocasıyla akranımmış gibi bunlardan bahsetmek tamamen normal geldi. Eskiden olsa gerilirdim, böylesine rahat olamazdım. Bak işte, amerikadaki hocalar verdi bana bu güveni. Oradakiler çünkü sana akranınmış gibi davranıyorlar, laubali olmadan. Böylece hem saygı görmüş hissediyorsun hem de saygı göstermen gerektiğini...

Sözün özü, 2009-2010 eğitim-öğretim yılı güz döneminin başlangıcı için söyleyebileceğim tek bir şey:

Pretty fucking good start!

No comments: