Wednesday, November 19, 2014

On 26th Street

New York'tan eski ev arkadasim Jolyn ile yeni blog actik bir heves. Turkce yazasim muhtemelen gelecegi icin buraya devam ederim ama orasi da guzel, gelin ahali!

Buyurun buradan yakin. 

Friday, October 24, 2014

New Yok I Love You, But You've Brought Me Down

Bir sene önce en son buraya yazdığımda Londra'ya gideceğimi ilan etmişim. Haha, ne masum, ne komikmişim lan. Denemedim değil! Başvurdum istediğim okula. Aldılar da beni! Çok da işe yaramaz biri değilmişim! Ama para mı var gideyim? Burs alamayacağımı fark ettiğim zaman yavaştan vazgeçtim. Bu sefer Avrupa'ya niyetlendim. Yine maddi durum. Hep sıkıntı, yine sıkıntı. Yani bir şekilde okul parasını çıkardım diyelim, neyle geçincem? Gidince belki iş bulmaya kasıp kendimi geçindirebilirdim ama beni birazcık tanıyan garantisi olmayan bir şeye balıklama atlayamayacak kadar korkak olduğumu da bilir. Korkak demeyeyim aslında, kendime haksızlık ediyorum. Ecnebilerin o 'comfort zone' dediği şeyden çıkabilmem benim için gerçekten zor. 'Gitmemek aptallık olur' diyecek kadar sağlam bir şansımın olması ya da çok ani karar verip yapmam lazım o adımı atabilmek için. O yüzden bir anda GMAT'e çalışmaya karar verdim. Ama iki haftalık çalışmayla yüksek puan almayı düşlemenin şu anda biraz kibirlik olduğunu da görüyorum. (Ya aslında işe gitmesem, panik olmasam... Yapard-- gene yapıyorum!) 

Velhasıl kelam, ben bütün bir seneyi New York'ta - en azından çalıştığım işte - son senem olacağını düşünerek geçirdim. Yaptığım her şeyi 'bu son olabilir' diye düşünerek yaptım. Aslında kötü fikir değildi düşününce, en azından yapmadığım için pişmanlık duyguduğum ya da yaparken tadını alamadan yaptığım şeylerin sayısı çok az. Hayatı da öyle yaşamak gerekmez mi aslında? Neyse. 

Ben böyle diye diye, herkese 'seneye ya Londra'ya ya Avrupa'ya master'a gidiyorum' diye diye Mayıs'ın sonunu ettim. Sadece tembellikten ya da gerizekalılıktan da değil, zamansızlıktan da olmadı bir sürü şey. O iş beni çok tüketti ya, öyle böyle değil. Mayıs sonu-hazıran başıydı sanırım birden elimde kalanın sıfır olduğunu fark ettiğimde. Sonra bir gün - şirketteydim sanırım - biri doğum günümün yaklaştığından bahsetti. O zamana kadar hep 25 yaşındaydım. Birden fark ettim ki 1-2 aya kalmadan 26 olacağım! Yani yirmili yaşlarımın ikinci yarısında. Artık 20'den çok 30'a daha çok yakındım. Birden kalbim çarpmaya başladı, o anı o kadar net hatırlıyorum ki! 26 yaşında olacaktım ve hala hayatta devam ettirmek istediğim kariyere başlamayı bırak, henüz ne olduğunu keşfetmemiştim bile. Elde tutulacak ne bir başarım ne de başarısızlığım vardı - olduğum yerde duruyordum. Ve daha da kötüsü, olduğum yerde durmaya devam ediyordum. Evet, belki bütün sene 'hehe gidiyom ya' diye gezmiştim, ama bu konuda aslında çok fazla efor sarfettiğimi söylemek de kendime yalan söylemek olur her şeyden önce. Ne olduğunu anlamadan kendimi 30'da bulacak, belki de hala nefret ettiğim o işte hayatımı bir maaştan bir sonraki maaşa yaşamaya sürdürecektim. 

Paniğim geçtikten sonra oturdum düşünmeye başladım seçeneklerimi.

1) Bir sene daha o işte kalacak, bu sefer bilinçli yaşayıp para biriktirecek ve sosyal hayatımdan (hehe sosyal hayat dediğim de aslında Cuma dışarı çıkmalar, Netflix falan) biraz daha ödün vererek daha fazla şeye asılacak ve GMAT'e bu sefer ciddi olarak çalışacaktım. Hayatımdan bir sene daha çalacaktım. 

2) Hayatıma reset atacaktım. Havuzun derin yerine can simidi olmadan atlayıp hayatta kalıp kalamayacağıma bakacaktım. İpleri elime alacaktım. 

Belki de her aklı başında insanın yapacağı, yapması gereken şey seçenek 1'di. Özellikle de New York'ta yaşarken, düzenli ve iyi sayılabilecek para da kazanırken. 

Ama sanırım benim aklım başımda değil. Bilmiyorum. Aslında sebebimi biliyorum. Korktum. Hayatımdan bir sene daha kaybedip gene aynı noktada olmaktan korktum. Çünkü kendimi biliyorum; bir şeyler olmadıkça hırslanıp daha çok denemektense umutsuzlaşıyorum. Ve o işte kaldıkça tablo aynı olacaktı. Ben hep çok yorulacak, çok çalışacaktım. Akşam 7.30-8'e doğru eve geldiğimde canım oturup hiçbir şeye bakmak, başvurmak, çabalamak istemeyecekti. Kendimi her gün kötü hissede hissede gene Mayıs'ı edecektim. İşimde de iyice mutsuz olacak, hayattan nefret edecek hale gelecektim. Ve 27 olacağımı fark edince bu sefer daha da umutsuz kararlar verebilecektim. Bundan korktum. 

Bunun dışında başka ne seçeneğim vardı? İstanbul! 

İnsan evden uzak kalınca onca yıl, eskiden yaşadığı - özellikle de çocukluğunu geçirdiği yerleri - romantize, idealize etmeye başlıyor. O kadar da kötü değildi diyor. En kötü, sırtımı yaslayabileceğim bir ailem var, diyor insan. Kira ödemeyeceğim, daha ne! Bir senemi New York'ta kaybedeceğime, İstanbul'da kendimi bulmaya harcarım diye düşündüm. Çalışmamak, ailemi ve arkadaşlarımı görmek, nasıl geçincem, ne yemek yapıcam, bu ay kirayı nasıl çıkarcam diye düşünmemek çok ama çok çekici geldi. 

Ve bir haftasonu, biletimi aldım. 

İş yerime söylemek zor oldu, desteklemediler kararımı. İhanet etmişim, onları yarı yolda bırakmışım gibi hissettiler. Varsın olsun. Yüksek lisans okutmayı bile teklif ettiler New York'ta. Ama insan o psikolojiye girdikten sonra, kararından dönmesi de zor oluyormuş. Ve tabii ne onlara bir şey borçlu olmak, ne de açıkçası orada bir gün daha geçirmek istiyordum. Hayır dedim. 

Kristin ve Emre'ye evden çıkacağımı söylediğimde, destek oldular. Emre zaten kısa süreliğine de olsa Türkiye'ye dönecekti, Kristin de Manhattan'da daha büyük bir odaya çıkmak istiyordu. Ev sahibi de sorun çıkarmadı, olaysız bir şekilde (eşya satma, evi temizleme işlerine değinmiyorum, onlar başlı başına kabustu ama bir şekilde halloldu) evi boşalttık. 

Tek yapmam gereken 11 gün evsiz kalacağım süre boyunca kalacak bir yer bulmaktı, ama neyse ki beni evlerine alacak arkadaşlar da buldum (olaysız geçti diyemeyeceğim ama uzun hikaye şimdi). İşteki son günüm de garipti, ama üzerime inanılmaz bir rahatlama, resmen bir öfori gelmişti. Zaten işten çıkacağımı duyduktan sonra şirketteki - ihanet ettiğimi düşünen yönetim vs dışında - çoğu kişi kararımdan dolayı tebrik etti beni, o işin bana göre olmadığı, hayatta daha farklı şeyler yapmam gerektiği o kadar barizdi ki. Çıktıktan sonra da 15 gün falan tamamen turist olarak takıldım. New York'taki güzel havanın buruk bir sevinçle tadını çıkarmaya baktım. Ne yalan söyleyeyim, o kadar çok şeyler yaşandı bitti ki gitme günü geldiğinde resmen yorulmuştum, gitmek çok zor gelmiyor gibiydi. 

Ta ki 12 Ağustos'ta İstanbul'a inip 'aaa şunu unuttum, neyse New York'a dönünce hallederim' diyemediğimi fark edene kadar. O zaman işte tak etti artık bir New Yorker olmadığım. Artık New York'un benim için sadece belki bir gün gidilecek bir tatil yeri olduğu. Bu gerçek hala aklıma geldiğinde kalbimde bir sızı yapar. 

Goodbye, my sweet. Bu manzarayı özleyeceğim en çok. Ofiste içim sıkılınca camdan bakınca buna bakıp aslında şanslı hissetmeyi özellikle. Goodbye, my lovely city. (Empire State Binası'nın tepesinden çekilmiştir tarafımdan)

---

Şimdi napıyorum? Gelir gelmez burada yüksek lisansa yazıldım Pazarlama bölümünde. Ailemle 2 hafta tatile çıktım Bodrum taraflarında, o beni kendime getirdi. Sonra dersler başladı. 2 hafta geçtikten sonra dersleri sevdiğimi, zevk aldığımı, kariyer olarak bunu yapmanın çok da fena bir şey olmayacağını fark etmeye başladım. New York'tan kalan paralarımla Paris'e gittim. 20 gün kaldım. O süre içinde Berlin ve Amsterdam'a da gittim. Amerika'da çalışınca insan Avrupa'ya ya da başka bir yere seyahate gidemiyor işte. Avrupa görmeyen arkadaşım kalmamışken, ben 26 yaşında sonra gittim işte ilk defa. Ahh, çok güzeldi. Daha iki gün önce döndüm. Staj da ayarladım medya alanında. Yavaş yavaş düzene giriyorum. Gerçi acayip derecede parasızım, Paris'te tükettim varımı yoğumu, dehşetle ne yapacağımı düşünüyorum. Ama neyse.

Hala hedef burada bir sene kalıp yurtdışına kapak atmak tabii. Bakalım. Yapıcam bir şeyler. Ama en azından artık rahatlıkla yapmak istediğim şeyi buldum diyebiliyorum. 

Kararımdan pişman mıyım bilmiyorum. 'Niye döndüm ki ben, kafama sıçayım!!!' diyecek kadar sinirlendiğim, kendime kızdığım zamanlar elbette oluyor. Ama çoğunlukla kararımın doğru bir karar olduğunu düşünüyorum - şimdilik. Amerika'daki çoğu arkadaşım kararımı çok destekledi, ama tabii onlar Türkiye'yi bilmiyorlar. Buradakilerin -çoğu- hala anlamıyorlar kararımı. Bazılarının da anlamasını istemiyorum. Çünkü geldiğimden bu yana iki tepki alıyorum çoğunlukla. Ya 'salaksın kızım, bırakılıp buraya gelinir mi' diyenler, ya da 'oh, iyi yapmışsın, artık oralarda oyalanmayı bırakıp burada kendine bir hayat kurmanın vakti gelmişti' diyenler. İkisine de diyecek bir şeyim yok... Bu yazıyı da verdiğim kararları kendime de hatırlatmak için yazdım biraz. İlerde de ihtiyacımın olduğu zamanlar olacak hatırlamaya. Biraz da kendimi bu anlamayanlara anlatmak için yazdım. Biraz uzun olmuş, okunursa tabii. Ya da belki bir yerlerde benim gibiler vardır, bir tesadüf bu yazıyı görürler, onlara belki yardımcı olur. Bilmiyorum. Umarım güzel olacak.

Bana şans dileyin.