Showing posts with label New York. Show all posts
Showing posts with label New York. Show all posts

Wednesday, October 12, 2011

What a Difference a Day Makes (Part II)


Ağustos 24-26: A New Hope

Derken bir çarşamba günü... O akşam Yankees maçına gidecektik, öncesinde bir şeyler yapalım istiyorum, gün harcanmasın istiyorum, zaten Emre şunun şurasında Cuma günü gidecek memleketine. Ama tabii kendisini uyandırmak da işkence, o yüzden o uyanana kadar ben biraz daha başvuru yapayım dedim. Bir iş buldum, oraya da resumemi göndereyim dedim, sent kutusunu açtım. Mail olarak kendime bir template yapmıştım, onu kullanıyordum, o yüzden eski maillerden kopyalıyordum. Mail uygulaması birden sapıttı, yeniye göre değil eskiye göre sıraları mailleri falan. orada da resume diye filtrelediğim için ilk attığım mailleri gördüm. Gözüme ta Nisan'da attığım bir mail çarptı. Ben daha okuldayken, şu denim projesini yaparken bizim bölümün dekanı Jeffrey Silberman'ın gözüne bayağı girmiştim. Bir gün ona projeyle ilgili bir soru sormaya gittiğimde 'sen iş aramaya başladın mı' diye sormuştu. Ben de vizemin Ağustos'ta başladığını, ondan önce de Türkiye'ye gitmek isteidğim için henüz başvuruda bulunmadığımı ama zaten başvursam bile nereden başlamam gerektiğini bilmediğimi söylemiştim. O da eski bir öğrencisinden bahsetti, o şirketin Türk'leri aldığını, orayı bir denememin bana faydası olacağını söyledi. O akşam da hemen mail attı bana, kadınla yazışmış benimle ilgili ('she's excellent' falan demiş), onu forward etmiş. Ben de kadınla hemen iletişime geçmiştim, ama bana malesef o sırada eleman aramadıklarını söylemişti. 

Ben de işte o çarşamba sabahı, ne kaybederim ki diyerek kadına tekrar mail attım. İTÜ birinciliğimi ve mezun olduğumu, vizemin başladığını, iş aradığımı söyledim. Ama içimde herhangi bir ümit yok, gene aynı cevabı vereceğinden çok eminim. Sadece elimden gelen her şeyi denemiş olayım diye attım maili. 

Nasılsa cevap gelmeyecek diye gün içinde yapılabilecek aktivite seçip - yankees stadyumu bronx'ta diye bronx zoo'ya gidelim bari dedim - Emre'yi uyandırmaya çalıştım. Eğer hemen uyansaydı muhtemelen hemen giyinip çıkardık. İyi ki uyanmamış. Çünkü derken kadından mail geldi. Bir şeyler olabilirmiş firmalarında, resumemi hemen verdiği adrese attırdı. Sonra cevap gelene kadar haliyle Emre'yi ben çıkartmadım sokağa. Ama gelmedi bir türlü. Gene mail attım. Bu sefer şirketteki başka bir adamdan cevap geldi. O akşam 5 gibi ya da ertesi sabah görüşmek istermiş benimle. Dedim ne olacaksa o akşam bitsin bu iş, ümitlendirmesinler daha fazla, 5'te gelebilirim dedim. Adres istedim. Empire State Building dedi adam! Bu iyice umutlarımı söndürdü, o kadar şanslı değilim ben, adam en fazla unpaid internship verir, ya da konuşmaya çağırmıştır dedim daha önce de olduğu gibi. O yüzden gayet casual giyindim ki zaten oradan çıkıp maça gidicez yani. Hoş, zaten iş kıyafetim de yoktu doğru düzgün. 

Neyse, Emre'yi Empire State'in altındaki Starbucks'a oturtup binaya girdim. Ama turist kapısından değil de çalışanlar kapısından girerken kendimi nasıl cool hissediyorum anlatamam. 'Ulan bişey çıkmasa bile, şunu yaşadım en azından' falan diyorum doormanler 'welcome to the Empire State Building madam' derken. 

50. kata çıktım Ersin bey'le görüşmek istediğimi söyledim. He evet, firma yarı türk yarı amerikanmış. Ne sandınız, Amerikan firmalarının türklere iş verdiğini falan mı? :P En azından benim gibi deneyimsizlere... yok öyle bişey. 

Adam geldi, beni toplantı odasına çağırdı. Derkeeen benim casual sohbet diye gittiğim şey mülakata dönüştü! İçeri başka insanlar girdi, yabancı patronlar falan derken ortamda ingilizce konuşmaya başlandı. Ben buna kesinlikle hazır değildim! İngilizcem iyi allah için, ama iş böyle ciddi mesleki ingilizceye gelince kendime güvenim yok tabii henüz. Zaten üstüm başım da iyi değil, iyice utanıyorum. 

Derken yabancılardan biri durdu, 'ne kadar süredir buradasın' dedi. 'a year' dedim. 'wow, your english is very good' dedi. Sonra allaaah kendime bir güven geldi ki anlatamam. Önce adam şey diye sordu, off the top of your head, çalışmayı çok istediğin üç şirket say. Hemen Friends'ten Rachel'ın çalıştığı üç şirketi saydım: Bloomingdales, Ralph Lauren ve Louis Vuitton! Dizi izlemenin faydaları işte, yaaa... Bunu da sanıyorum bu sektörde çalışmak gerçekten hayalim mi yoksa zaman geçsin diye mi arıyorum anlamak içindi, ne bileyim... Sonra şey diye sordu, 'peki bizden başka hiç mülakata gittin mi?'. Dedim evet, ama hep unpaid internshipti. 'ha yok, zaten biz maaşlı full time çalışan arıyoruz, öyle internship falan yok' dedi. İçimden küçük bir çığlık attım. Sonra devam etti, 'Ama öyle 6 aylık, bir deneyim kazanayım da sonra ne yaparsam yapayım diye düşünecek bir eleman da aramıyoruz, çalışmaya başlarsan 2-3 yıl bizle olmanı isteriz, biz bir aileyiz, baştan yetiştirmek isteriz, zaten burada çalışsan seneye aynı yerde olmazsın' dedi. 'yani 6 ay sonra ralph lauren seni çağırsa reddedebilecek misin, buna söz verebilecek misin' dedi. Ralph Lauren'ın beni çağırması sadece bir ütopyadan oluşmasa, gerçeklik payı olsa belki zor gelirdi buna cevap vermek ama sevgili ersin bey, hangi dünyada yaşıyorsun, ralph lauren beni napsın bu sıfır deneyim halimle...anca 2 sene sonra cesaret edebilirim yani. O yüzden atladım hemen. Sonra vize durumumu sordu, çalışma vizemin olmadığını OPT ile burada olduğumu söyledim. 'Ha tamam, H1B çıkartılır hemen, o sorun değil' dedi, ben içimden biraz daha çığlık attım. Sonra maaş mevzusu açıldı, 'başlangıç için yılda 28-30 bin arası alırsın, her entry level çalışanımız öyle alır' dedi, benim içimdeki çığlıklar daha da arttı. 

Ne zaman başlayabilirim diye sordum, 'yesterday' dedi. Meğer acil ihtiyaçları varmış elemana, şu anda benim pozisyonumda olan kız master'a başlamış, okullar açılmadan benim trainingimin tamamlanmış olması gerekiyormuş ki işler aksamasın. Haliyle hemen ertesi gün gelmemi istediler - zaten o yüzden öyle geç saatte çağırmışlar hemen beni. İş saatleri konusunda sorunumun olup olmayacağını sordular, dedim 'bana mesai saatleri 7-10 deseniz, gene sorun etmem' ki hakkaten öyle yani. Gerçi 8.45-7 arası olduğunu söyleyince bayıldığımı da söyleyemem pek. İTKİB'de çalışırken mesai saatleri 9-5'ti ve orada bile 10'a kadar gerçekten iş yapmaya başlamıyor, saat 4'ten sonra da salmaya başlıyorduk işleri. Ama yok yani, sorun edeceğim en son şey şu noktada mesai saatleri; para ve vize versinler de...

Neyse, sonuç olarak 2-3 saat öncesinde hala en diplerdeyken böyle bir anda iş sahibi bir insan haline geldim. Haliyle inanılır gibi gelmiyordu. Ofisten çıktım, asansörü çağırma tuşuna bastım falan ben hala olayın farkında değilim. Camdan dışarı bakıyorum, bütün Manhattan ayaklarımın altında, mükemmel, 2 hafta önce görmek için 20 küsür dolar verdiğim manzaralı bir ofiste çalışacak ve para kazanacak olmak... Gerçekten hala inanır halde değildim. Daha doğrusu sevinme izni vermiyordum kendime, elimde sonradan patlayan bir sürü şey olunca son zamanlarda... Gerçi binadan çıktım, Starbucks'ta Emre'yi bıraktığım yere gittim ve Emre'nin de yanına gidince birden dank etti bütün sorunlarımın çözüldüğü, aniden zıp zıp zıplamaya başladım yerimde. Emre'ye de bir takım fiziksel zararlar vermiş olabilirim bu süreç içinde, pek hatırlamıyorum, sarhoş gibiydim zira :P Maça geç kalmayalım diye apar topar metroya gittik ama benim maç umurumda değil, sırıtışımı durduramıyorum resmen.

this is where i fucking work!
Haliyle maçtan inanılmaz keyif aldım - baseball maçı olmasına rağmen. Zaten izlerken Emre'yle çözdük de oyunu, yarısından sonra 'niye şimdi sevindiler ki, ne oldu' demek yerine 'vaay iyiydi' falan demeye başladık.

Veee geldik ertesi gününe. Hayatımın ilk iş günü. Geç kalmayayım diye zaten 6'da kalkmışım büyük bir heyecanla, duşa girdim, giyindim saat hala 7. En sonunda çıkayım, Starbucks'ta kahvaltı mahvaltı bişey yaparım dedim. Gittim bir gün önce iş buldum diye zıp zıp zıpladığım starbucks'tan lattemi ve muffin'imi aldım, oturdum. Bişey yiyemedim, o ayrı. En sonunda baktm gerginliğim zaptedilebilirlikten çıkıyor, girdim New York'un en yüksek binasına.

Hemen beni yerini alacağım kızın yanına gönderdiler. İşim kısaca şu: çalıştığım şirket çoğunlukla üçüncü dünya ülkelerinden iplik ve kumaş ithal edip üzerine kar koyarak domestik firmalara satıyor. Benim işin gelen siparişleri process etmek, depolarla koordine edip teslimatlarını yapmak, fabrika ve firmalara fatura kesmek falan filan. Paperwork yani, alabildiğine sıkıcı ve yaratıcılıktan uzak ama aşırı yoğun ve stresli de bir iş. Çünkü en ufak bir harf, sayı ya da e-mail adresi hatasında şirkete bin dolarlar kaybettirme riskim var. Ve bütün operasyonun sorumluluğu benim üzerimde, şirketin işleyebilmesi için benim işimi zamanında, doğru ve hızlı bir şekilde yapmam gerekiyor. Ve o kadar kolay da değil yani, her boku double check etmek, her şeyin peşinden koşmak, daima her şeyi akşımda tutmak gerekiyor ve bekleniyor. Off kabus yani... Ve bütün bunlar Navision diye bir program var, onda yapılıyor. Onu daha kullanmayı bilmiyorum, her şey çok hızlı ilerliyor, sürekli bir sorun çıkıyor falan derken ilk gün ağzıma sıçıldı. Sürekli panik halindeyim, ne yapacağımı bilmiyorum, anlatılanlardan bir bok anlamıyorum, her şeyi bırak daha hala ne iş yaptığımın ayırdında değilim. Supervisor'ım sağolsun bayağı sabırlı ve iyi bir öğretmendi ama o da master'a başlayacaktı pazartesiden itibaren, yani iki gün sonra yalnız kalıcaktım. Haliyle her şeyi iki günde öğrendim, öğrendim. Yoksa sıçtım.

Derken ne olduğunu anlayamadan, sürekli bir dehşet halindeyken gün bitiverdi. Gerçi o da 7.30'tan erken olmadı ya, neyse... Eve gidiyorum, yoldayım, ama hem yorgunluktan ölmüş haldeyim hem de psikolojim çökmüş, okul hayatımın hiçbir evresinde böyle bir stres yaşamamışım yani, o derece.

Eve vardım, ben işteyken çıkıp gezeceğini iddia eden ama bunun için fazla tembel olan Emre'yi ve Kristin'i evde buldum. Ertesi gün de Emre döneceği için, hem de güzel bir içkiye ihtiyacım olduğu için dedim hadi kalkın çıkıyoruz.

Çıktık, biraların 3 dolar, shotların 2 dolar olduğu o cennet mekana, Continental'a gittik. Bira içip geyik yapmak, güzel müzikler dinlemek iyi geldi kesinlikle. Jukebox'tan da Emre bir ara Don't Stop Believing'i seçti (evde Emre sayesinde bir bundan bir de 'don't keep me hanging on' şarkısından overdose olmuştum, hey gidi hey...), ortalık coştu, millet o anı beklemiş resmen :P Güzeldi yani. Ama işte tam olarak çalışma hayatının bedelinin ne olduğunu o an keşfettim. 11 oldu, benim gözler gidiyor... Onu bırak, vicdan azabı var tabii 'ertesi gün iş var, hadi kalkın' demeye başlayan ben oldum. Büyümüşüm resmen, o an fark ettim.

Ertesi gün biraz daha rahat geçti ilk güne nazaran, ama işin stresi azalmayı geç, arttı. Çünkü pazartesi günü yalnız kalacağımı bilerek geçti hep gün, her şeyi bir anda öğrenmeye çalışmak bayağı yorucu... Bir de öğle arasında Emre sağolsun daha da stres yaşadım, ama kendisinin isteği üzerine anlatmıyorum. :P Kendisini öldürebilirdim ama, o derece. O akşam ülkeyi terk ediyor ve benimse onu bir daha ne zaman göreceğim belli olmasa... Neyse, öyle olunca kıyamadım tabii :P

İş çıkışı koşa koşa gittim JFK'e. Tabii duygu seli :P Sadece Emre'den ayrılıyor olmak değildi üzen - o da zor geldi, tamam, çünkü çok alıştım 1 ayda, napim - sanki Emre'yi yolcu ederken İstanbul'a, Türkiye'ye de veda ediyormuşum gibi hissettim tam olarak. Çünkü birincisi, Emre benim kafamda İstanbul'la özdeşleşmiş birisi, o benim İstanbul arkadaşım, ona New York'u göstermek, sevdiğim sokakları ona göstermek, hatta yanında ingilizce konuşmak bile tuhaf geliyordu. Onu yanımda taşıyınca haliyle henüz dank etmemişti Türkiye'den ve İstanbul'daki arkadaşlarımdan ayrıldığım, sanki tatile gitmişim sadece, sanki hala istesem Dilda'yla, Eren'le, Nur'la görüşebilirmişim gibi geliyormuş tuhaf bir şekilde, o an fark ettim. O gidince Türkiye'ye dair son şeyi de arkamda bırakmış olacaktım.

İkincisiyse iş bulmuş olmam tabii ki. İş bulamayacağıma neredeyse inanmışım, 1 seneden fazla kalamayacağımı düşünüyordum, biraz New York'un keyfini çıkarır, dönerim herhalde diyordum. Derken çat diye bu iş çıktı karşıma ve bana muhtemelen bir seneye kadar izin vermezler. İzin verdiklerinde de 1 hafta, hadi maksimum 2 hafta - bayramla falan birleştirebilirsem falan. Yani 'tamam, artık dönüyorum' diyene kadar temelli buradayım. Bu işi aniden buluşum, ve koşuşturmalar, ne olduğunu anlamayışım falan sebebiyle henüz düşmemişti bana. Ve hiçbir şeyin belli olmamasıyla Türkiyeye uzun bir süre dönmeyeceğim gerçeğinin kesin olması arasında gerçekten fark var. Hiçbir şey belli değilken özlemiyorsun çünkü, özleme gereği duymuyorsun, çünkü her an dönebilirsin, belli değil. Hala da istesem dönerim ama aynı şey değil kesinlikle. Havaalanında tam olarak farkına vardığım şey buydu. Emre'yle bir alakası yoktu tabii ama kötü zamanlama belki sadece. Tabii şey de var, Emre'nin olduğu dönem tamamen turist hayatı yaşadım, dert yok tasa yok (bir derece :P), tek endişem bu gün nereye gitsek... Ve turist modundan çat diye çıkıverdim. O an, havaalanında artık resmi olarak turistlikten çıktım, çalışan kadın oldum. Hüzünlü bir andı ve ilerde hayatım filme çekildiğinde filmin açılış sahnesi havaalanında olacak kesinlikle. Buradaki hayatımın başlangıcı sanırım kesin olarak o güne dayanıyor.

İşin çılgın ve daha da stres dolu kısmı, yani ev bulma maceralarımsa daha yeni başlıyor. Onu yeni bir posta saklıyorum, bunu uzattıkça uzattım...

Sunday, September 11, 2011

Long Way From Home (Part I)

Bir aydır New York'tayım. Türkiye tatilimden (ve muhtemelen emekli olana ya da eeeeh yeter be diyip köyüme dönmeden önceki hayatımın son uzun tatilinden) döneli yaklaşık 1 ay oldu. Ama ne 1 ay... Ne ev ne de iş durumum belli olmadığı için böyle saldım çayıra mevlam kayıra mode on tadında geldim New York'lara. Yüzde 75'i halloldu gibi şimdi ama hala belli değil ve üstelik gerçekten tuhaf bir durumdayım. Neyse baştan anlatayım, çünkü seneye güzel bir evim falan olduğunda bu çektiklerimi gerçekten hatırlamak istiyorum.

Ağustos 3: Where It All Begins

New York'a dönüş tarihim. Bu sefer hiçbir şey belli olmadığı, ne zaman döneceğim kesin olmadığı için aileyle ve arkadaşlarla ayrılması daha buruk oldu. Tek tesellim yanımda Emre'nin oluşuydu ve herhalde benim depresyona girmemi engelleyen de tek şey bu gerçekti. Emre, yeni mezun ve paralı bir arkadaşımız olduğundan dolayı son bir senesini maksimum ülke görmeye adadığı için, Avrupa interrail'inden sonra - benim de aylarca geeel geeeel diye kafasını sikmemin de etkisi var elbette - New York'a da gelmeye karar verdi. Ben 'yo dostum yo, New York'a geleceksen öyle 1 aydan aşağısı kurtarmaz' diye ikna ettim ve kendime bir aylık (23 gün, kesin olmak gerekirse) arkadaş edindim. Hem arkadaş hem de roommate. 

Ağustos 4-20: Ah, Those Were the Days

İlk iki hafta rüya gibi geçti. Hakkaten rüya gibi, çünkü hem jet lag'in hem de turist ve uçak biletine hayvan gibi para vermiş olmanın getirdiği 'boş oturmamalıyız, bir yer görmeliyiz' düşüncesinin etkisiyle sabah akşam bilimum turistik aktivitelerde bulunduk, öyle olunca da nasıl geçti anlamadım tabii. 

Ama zaten günlerden önce işin daha bomba kısmından, yani roommate'imiz Kristin'den bahsetmeliyim sanırım. 

Bir önceki yazıda yazmış olduğum gibi, Kristin'i Craigslist'ten bulmuştum. Ev işinin olmayacağını anlayınca bir taraflarım tutuşmuş, alelacele Craigslist'te gördüğüm her sublet ilanına (bu da şey demek işte, evinin bir odasını kiraya veriyorsun) mail atmaya başlamıştım. Kristin'e attığım mail ilk maildi. Ertesi gün de hemen tatile gittik. Otelde wi-fi olmadığından benim iphone da türkiye'de çalışmadığından internetsizdim ve noldu, mail geldi mi, ne bitti diye kuduruyordum. Allahtan annemin dandik HTC telefonunun interneti varmış da 15 dakika süren uğraşlar sonunda da olsa Gmail'e girebiliyordum. 2 gün geçti yok, 3 gün geçti yok. Hiçbir ilandan ses yok hem de. Ben otelde wi-fi soruşturmaya başladım, daha fazla ilana başvurayım diye. Neyse, bir kafede varmış, her gece oraya yollanmaya başladım elimde mac'imle, nasılsa Amerika'da daha gündüz diye. Derken bir gece gmail'i açtım ve Kristin Young'dan mail gördüm. Ama önizlemesinde 'Merhaba Ece' yazıyor görünüyordu. Noluyor lan, Türklere de mi attım ben mail derken merakla açtım mail'i. Devamı gayet de ingilizceydi. Rahat bir nefes aldıktan sonra - Türkler Amerika'da ya en büyük dostun ya da en büyük düşmanın oluyor, ortası yok, o yüzden temkinliyim - maili okudum. Meğer kızın erkek arkadaşı Türk'müş, iki ay önce İstanbul'daymış, Türkleri çok seviyormuş falan da filan. Bana odayı kiralamak çok istermiş ama tek sorunu çift kişi olmamızmış. Ben ilanlara iki kişi olacağımızdan bahsetmiştim, öyle olunca bir hayli sayıda ilan eleniyordu. Ama yine de düşüneceğini söylemiş. Ben de alabildiğine şirin, alabildiğine pohpohlayıcı bir mail attım cevaben. Ve gene uzun bekleyiş. Bu arada hala başka ilanlara da mail atıyorum ama tek bir cevap yok. Daha doğrusu iki cevap gelmişti; biri no couples diyerek çat diye reddetmiş, öteki de eve çıkmadan önce interview yapamayacak oluşuna takılmış (Türkiye'den direkt eve gidecektim çünkü). 

Tatilden eve döndük Kristin'den hala cevap yok. En sonunda dayanamadım, ben yazdım mail. Hemen geldi bu sefer cevap, meğer çok meşgulmuş falan da filan da. Ama 'The room is yours!' demiş, o yüzden affettim hemen. Öte yandan hala içim de tuhaf bir his var, çünkü başvurduğum çoğu ilan ya çok pahalı ya da yeri bir tuhaf. Ama bu ev, hem depozito istemiyor, hem Sunnyside'da metroya bir blok ötede, hem de sadece $760! Şu anda yayınımıza Türkiye'den katılan gençlerimiz için bu fiyat fazla görünebilir ama inanın bana, NYC standartlarına göre çok ucuz. Üstelik eski evimizden çok daha büyük, çok daha lüks ve metroya çok daha yakın. Ve yine de eski evin kirasından ucuz. O yüzden gerçekliğine inanamadım bir süre. Kafamda sürekli dolandırıcılık şüphesi - Craigslist'te çok olan bir şey çünkü. Facebook'ta kızı buldum, ekledim, öyle bir insan varmış yani gerçekten, buna inandım. Ama kız var da apartman var mı acaba? O yüzden hemen kontrat istedim. Onun imzalanma falan süreci 1-2 haftayı buldu, o zamana kadar ben bir türlü rahat bir nefes alamadım. Gerçi aldıktan sonra bile gergindim, New York'ta adresin kapısına gidip de öyle bir daire bulamamak da var. Bir yandan da tabii etrafa rahatmışım, ne yaptığımı biliyorum imajı vermeye çalışıyorum ki zaten sublet olayına temkinli yaklaşan anne babam iyice panik olmasın. Arkadaşlar da keza. Ve tabii ev işi konusunda bana güvenerek atlayıp New York'a gelecek olan Emre de var. Öyle ya da böyle endişelerimi arka plana atıp iki haftayı zor ettim ve New York'a geldik. Uçak gece 10 falan gibi indi New York'a. Ve nasıl yağmur yağıyor! Benim hayvan gibi bavullar falan derken baktık taksisiz olacak iş değil. JFK'de kapıdan çıkar çıkmaz zaten taksiciler karşılar seni. En son bıraktığımda flat rateleri $45'ti. Gene öyle olacak diye hazırlamıştım kendimi ve cüzdanımı ama meğersem zam gelmiş. 60 olmuş. Oha ya ödemem derken, başka bir adam geldi, you need taxi? diye sordu. Yes, to sunnyside dedim. 45 dollars dedi. OK dedim. Follow me dedi ama baktım yoldaki taksilere gitmiyor, bambaşka bir taraflara gidiyor. Otoparkı falan geçtik neredeyse havaalanından çıkıcaz. Hasiktir, elin hintlisi köşede bizi öldürüp bütük malvarlığımızı alıp kaçmasın? Irkçılıkta son nokta diyebilirsiniz ama gece olmuş 11, hava yağmurlu, jet lag'liyim, panik olmam gayet normal. :P Tabii korsan taksi meğer Queens ve Brooklyn'de yaygınmış, sonrada öğrendim bunu, Manhattan'da hiç yoktur çünkü. 

Sonunda tecavüze uğramadan, öldürülmeden, hırsızlığa uğramadan eve vardık. Bavulları binaya taşıyana kadar zaten sırılsıklam olduk. Ben içimden dua ediyorum tabii 'nolur kristin diye biri olsun, nolur dolandırıcılık çıkmasın' falan diye. Daire 3AW'nin önüne geldik ve biz daha kapıyı çalmadan açıldı kapı. Hakkaten de varmış öyle biri, Hi'laştık, isimlerimiz 3-5 kere tekrar edildi ve söylenmeye çalışıldı falan ve içeri girdik. Odaya bir girdik, kız temiz nevresim takımı, yastıklar, temiz havlu falan bile bırakmış. İnanılır gibi değil. Hala inanamıyorum, hala kızın gelip 'yeah, 760 demiştim ama, aslında o 1760'tı' falan demesini bekliyorum. Ama gayet kirayı verdim, ses etmedi falan. 

Neticede çok iyi çıktı kız. Hatta fazla iyi. Kristin'i bulmamdaki şansıma hala inanamıyorum. Daha da bitmedi zaten, durun. Kızla muhabbet ederken FIT'den mezun olduğumu, yana yakıla iş aradığımdan bahsettim. Şöyle bir durdu, şaşırdı, 'benim ablam moda sektöründe!' dedi. Hemen tanıştırayım sizi, belki bir şey çıkar, dedi. Sözünü de tuttu, bir gün Emre'le turistçilik oynarken Kristin'den mesaj geldi, akşam bir partiye gidiyormuş, ablası da orada olacakmış, siz de gelin diye. Atladık tabii. Parti daha acayipti, America's Next Top Model birincisi falan vardı ortalıkta. Ablası falan da iyi çıktı, ama kafası iyiydi biraz, neden bahsettiğimizin o sırada farkında olduğunu sanmıyorum. Partide de Kristin'le muhabbet etme fırsatımız oldu. Mailime yanıt vermesinin gecikmesinin sebebi yüzlerce mail almış olmasıymış. Onları eleme süreci uzun ve zorlu olmuş. Tam olarak beni seçmeye ikna eden şey de benim 8tracks listemmiş. Yüzyüze görüşemiycez diye flavors.me sayfamı yollamıştım da ilk mailimde her haltımın olduğu. İş yerindeymiş, 8tracks listemi dinlemeye başlamış. 1-2 şarkıdan sonra 'wow, this person is cool' demiş. Sağdan soldan da 'güzelmiş lan' tepkileri gelince, iyidir iyi demiş ve bana mail atmış. Sonunda müzik zevkim bir boka yaradı yani. Onun dışında kızın da bir Harry Potter hayranı olduğunu, kitap manyağı olduğunu öğrenince tadından yenmez hale geldi. 

Oradan çıkıp eve giderken gülmekten darmadağın olduk çünkü kız bir ara 'hayaaat beni niden yoruyosuuun' diye şarkı söylemeye başladı. Erkek arkadaşı sağolsun öğrenmiş, bir de bütün sözlerini ezberlemiş, o kadarını ben bile bilmiyordum! :D Onun dışında böyle ufak tefek Türkçe bilgisini sergiledi, sevgilisinin ailesiyle olan maceralarını anlattı ki onlara da yarıldık. 

O gün de Kristin'e ev mevzusunu açtım. Kendisi de ay sonunda Fransa'ya öğretmenlik yapmaya gidecekmiş, o yüzden ev sahibiyle konuşmuş kontratı Ağustos'tan sonra devam ettirmek istemediğini söylemiş. Ben de dedim, e o zaman evi üzerime yapayım. Çünkü ev kocaman, çok güzel ve sadece 1500 dolarmış - 2 oda. O da tamam, ev sahibiyle konuşur, hallederiz dedi. Ama işte sorun olan bir şey vardı ki ev sahipleri sağlam kredi geçmişi istiyor. İlla garantör lazım. E benim de yok. Rabia'ya sorarım dedim. Onunla da Ağustos sonrası için eve çıkma planlarımız vardı ama kesin değildi hiçbir şey. Onun da henüz bir işi yoktu çünkü ve üstelik o New York'ta kalmak istediğinden bile emin değildi. Haliyle benim işim de kesin olmuyordu. Ama bunu da kafamdaki 'sonra düşünülecekler' çekmecesine attım. En azından Kristin'den haber gelene kadar.

Her neyse, Kristin'i geride bırakırsak benim sorunlarım - ev yok iş yok - aklımın bir köşesinden çirkin başını çıkarıp arada sinirlerimi bozuyordu ama henüz panik seviyesinde değildim. Sabahları her zaman Emre'den önce uyandığım için oturup gördüğüm iş başvurularına başvuru yapıyordum, arada da Rabia ortada bırakırsa ya da Kristin'den kötü haber gelirse diye Craigslist'e bakıyordum ama ciddi değildim, alternatif var mı diye bakıyorıdum. O sırada da maşallah ilan üstüne ilan... Bileydim... Neyse. İşte hepsini kenara bırakırsak bu iki hafta gerçekten çok güzeldi. Zira Emre'ye yer göstercem diye ben de hayatımda gitmediğim bir sürü yer keşfettim. Uğramadık mahalle bırakmadık denebilir. En azından önemli olanlarından. Hatta genelde rutinimiz belliydi, öğlen yeni yer gör, turistik aktivite yap, akşam da yelp'ten çevredeki ucuz ve güzel bar seçip gidip değişik biralar denemek. Ah, those were the days.

Ağustos 19-24: Panic Starts to Show Its Ugly Head


Artık yavaştan panik olmaya başladım. Zira çünkü daha ne iş cephesinde herhangi bir gelişme var ne de ev mevzusu kesinleşmiş değil. Babam da paso arayıp bir ay daha iş bulamazsam masraflarımı karşılayamayacağını söyleyip duruyor, stresime stres katıyor... Bir yandan da Emre'ye belli etmemeye çalışıyorum, çocuğun tatiline sıçılmasın diye ama sonuçta yakın da arkadaşım, hem o farkında hem de ben de dayanamıyorum haliyle. Gerçekten o olmasa ben bütün gün yatağımda cenin pozisyonunda yatar, depresyona girerdim itinayla. Ya da 'olmayacak ya, ne kasıyorum' der, pılımı pırtımı toplar, dönerdim. Sağolsun çok destek oldu bana, her umutsuzluğa düştüğümde titreyip kendime getirdi, kendisine buradan sevgilerimi ve teşekkürlerimi iletiyorum eğer bir gün olur da okursa buraları.

O ara iki yere daha gittim iş için; biri babamın tanıdığı, adam bana iş verir diye gittim meğer sadece 'yaa demek iş arıyorsun.. zor valla' falan gibi şeyler söyledi. Ötekiyse bütün ümitlerimi söndürüp ('Bu piyasada iş bulmak çok zor. Üstelik senin gibi deneyimsiz biri... Bulamazsın paralı iş, söyleyeyim. Kan ağlıyor piyasa') parasız staj önerdi. Hiçbir şey bulamazsam oraya giderim diyordum, en azından deneyim olur...

En sonunda bir sabah gene babamla depresif bir telefon konuşmasından sonra dedim 'Ece, artık gururunu bir kenara bırakmanın vakti geldi, ofis işi bulamıyorsun işte, git bari para kazan'. Bunun üzerine aklıma ilk Amy geldi, bu arkadaş yazları hep bir mağazada satış elemanı olarak çalışıyormuş, o yüzden patronla kanka modundalarmış. İş bulamazsan bana gel, ayarlarız orada bişeyler demişti. Hemen onu aradım. Dedim durum vahim. O da ertesi gün boşmuş, buluşalım, gidelim, tanıştırayım patronla seni.

Ertesi gün Emre'yi otobüse bindirip New Jersey'deki devasa outlet mall'una gönderdim alışverişini yapsın diye, ben de gittim Amy'yle buluştum. Gittik mağazaya, M&J Trimmings diye bir incik boncuk mağazasıymış. Patron'u görmeye gittik, hakkaten canayakın bir adam, Amy de beni göklere çıkardı anlatırken. Hemen application doldurdum, adam da üzerine işaret koydu. Biraz daha umut geldi bana ama hala dertliyim, okulda birinci olmuşuz, New York'ta kalacam diye köle gibi çalıştırılmaya göz yumucam diye... Ama yapacak bir şey yok tabii, bazı şeyler için bir takım şeylere katlacaktım elbette.

Ev konusunda da Rabia garantör bulduğunu söyleyince içim biraz daha rahatladı. Böylece Emre'nin kalan günlerinde içim biraz daha rahat gezdim...

Tabii ibretlik hikaye henüz burada değil. Part II çok yakında.




I Happen To Like New York

'New York'u neden seviyorum' konu başlıklı yazıma hoş geldiniz. Yaklaşık 2 haftadır 'niye kasıyorum ki burada kalmaya bu kadar' diyip duruyordum. Bugün hatırladım neden olduğunu. 

Çünkü gerçekten sürprizlerle dolu şu salak şehir. Öyle büyük sürprizlerden bahsetmiyorum tabii, ama durup dururken mutlu eden ufak şeyler.

Sabah uyandım, baktım hava çok güzeldi. Hafta içi bayağı kötüydü çünkü, bir de hava durumunda yağmurlu olcak gibi gözüküyordu hafta sonu, o yüzden sabah güneşi görünce 'dışarı çıkayım lan' dedim. Kafamda hiçbir plan yoktu, Nook'umu çantama attım, keyfime göre bir parkta kitap okur, azıcık dolanır eve dönerim diyordum.  

Dışarı çıktım, sokaktan çıkıp caddeye çıkınca bir baktım, koskoca cadde kapanmış, kermes kurulmuş! Böyle değişik ülke mutfaklarından yemekler, değişik değişik takılar, eğlenceli ıvır zıvırlar falan. Bir de trafiğe kapanmış haldeki koskoca caddede arabalar olmadan, rahat rahat dolanmak bayağı güzel oldu. Taze taze, hemen tezgahta siparişe göre limon sıkarak limonata yapan biri vardı, hemen aldım, dolandım öyle.

Sonra orayı bırakıp Madison Square Park'a yürüyeyim dedim. Parka bir geldim, çimenlerde bir kalabalık... Meğersem US Open'a özel, açık havada tenis gösterimleri yapılıyormuş canlı canlı. Hem de Federer'le Djokovic'in maçı varmış bugün. Hemen kuruldum çimenliklere tabii. 

Sol: Ekran ve izleyenler. Böyle boş olduğuna bakmayın, bu resmin çekilmesinden yarım saat sonra oturacak alan kalmadı. Sağ: Aynı park, farklı açıyla. Hatta ilerde ekran görünebilir. Ama parkın ortasında böyle bir kafa var. Zen olmasını sağlıyormuş parkın. Neden diye sormayın...

Bu arada 5 dakika sonra falan gökyüzü karardı birden. Oha yağmur mu yağcak derken bir baktım dumanlar. İlerideki binalardan birinde yangın çıkmış. Tabii bu güzel bir şey değil belki ama şehrin asla boş durmadığını kanıtlamak açısından güzel bir örnek. :P

Maç da bayağı güzel bir maçtı zaten, doğru bir karar vermişim oturmakla. Sonra bir ara sevgili ZSA mesaj attı, Lincoln Center'da bedava filarmoni orkestrası konseri mi ne varmış, onun bilet kuyruğundalarmış. Ama inanılmaz sıra varmış, alamayabilirlermiş. Ne olur ne olmaz dedim, ben gideyim karnımı doyurayım, zaten maç da bittiydi. 

Union Square Park'a gideyim dedim bu sefer, yoldan yemek alır, orada otururum dedim. Yürürken bir çin lokantası gördüm, en sevdiğim lo mein noodle'dan paket yaptırdım, gittim parka. Bu parkta hem masalar oluyor, hem banklar hem de çimenler. Masalar doluysa banklarda, banklar doluysa da çimenlerde otururum dediydim. Baktım masalar tıklım tıkış. Tam banklara yönelcekken teyzenin biri, 'ben kalkıyorum sweetie, gel otur, gitme' dedi. Ver o mübarek elini öpeyim teyzem diyecektim ki kendimi tuttum kibar kibar teşekkür ettim. Oturdum, yemeğimi yemeye başladım, kulağımda da kulaklık var, müzik dinliyorum. Şarkı arasındaki sessizlikte baktım başka güzel müzik sesleri geliyor. Kulaklıklarımı çıkarıp sağıma soluma bir baktım, yan tarafımda 4 adet kırklarında amca enstrümanlarını kapmış şarkı çalıyorlar. Bu gayet sıradan bir olay tabii New York parklarında, ama bu amcaların farkı, istek parça kabul etmeleriydi. 2 gitar, çello ve davulları ile kulaklarımızı şenlendirdiler. The Beatles'tan, The Kinks'ten, Rolling Stones'dan, Turtles'dan falan bir sürü şarkılar çaldılar. Ama beni asıl etkileyen başka bir şey oldu... Meğersem bu amcalar gençken grup kurmuşlar, ama hayat gailesiydi şuydu buydu derken dağılmışlar. Bugün yıllardan sonra ilk defa bir araya gelmişler ve enstrümanlarını kapıp parkta yeniden müzik yapmaya karar vermişler. Bir tanesi makinasını çıkarıp izleyicilerden birine verdi, resmimizi çeker misiniz diye. Mutlulukları neredeyse yüzlerinden okunuyordu, o derece samimiydiler, yoksa 'ay para koparmak için uydurdukları hikayedir' derdim. Onun yerine 'ay kıyamam' dedim, gittim para verdim ben de, ki genelde cimriyim bu konuda. Sunny Afternoon istemiştim ben de Kinks'ten, kırmadılar sağolsunlar. :P Bir de şarkıları öyle güzel, öyle neşeli çalıyorlar ki izleyicilerin bir kısmı dayanamadı, çıktılar dans etmeye falan başladılar.

Amcalar gittikten sonra, artık nihayet öncelikli planımı yerine getireyim dedim, nook'umu çıkarıp kitabıma devam ettim. Yarım saat-kırk beş dakika falan okuduktan sonra birden önümde iki kız belirdi. 'Pardon, bir şey sorabilir miyim' dedi biri. Sure dedim. 'New Yorker mısınız?' dedi. 'Bir senede olunabiliyorsa neden olmasın' dedim. 'Aa nerelisiniz' dedi öteki. Türk olduğumu söyleyince önce bunlar omaygad omaygad diye delirdiler, noluyor lan derken biri 'mirheba nasilsiniz' dedi. 'ha?' dedim sadece. 'biz gittik türkiye, çok siviyor biz' dedi öteki. 'oha! really?' dedim. 'girçekten' dediler ve sandalye çekip oturdular. 'eeeööö noluyoruz' falan demeye kalmadan soru yağmuruna tuttular, üstelik bozuk bir türkçeyle. İngilizce cevap verdim ilkinde refleks olarak, sonra sorularına türkçe devam edince ben de türkçe konuşmaya başladım. iki cümlemin arasında da 'this is so weird' diyerek. :P Meğer geçen sene dil ve kültür öğrenmek için Türkiyeye gitmişler bir seneliğine. 'Neden ki?' dedim. 'Türkiye'yi çok seviyor çünkü biz!' dediler. 'Neden ki?' dedim yine. Suratıma baktılar tabii anlamadılar. Sonra Türkçe'lerinin sınırlarına geldiklerinde, alright, dedi, eminim yanına niye böyle geldiğimizi merak ediyorsundur, dedi. Meğersem bu iki kızcağız, misyonermiş, insanlara Jesus Christ aşkı aşılamak en büyük amaçlarıymış. 'you're... kidding, right?' diye sordum. Malesef gayet ciddilerdi. Sonra yarım saat boyunca onlar Hristiyanlığın neden en iyi din olduğunu, ben de onlara neden öyle bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Kızlardan bir tanesi de meğersem hayatı boyunca Ateist yetişmiş, üniversitedeyken İsa'yı bulmuş, daha doğrusu en zor anında İsa  onu bulmuş. Ciddi ciddi İsa'yla kişisel olarak konuşabildiklerini falan iddia etmeye başladılar. 'There is a famous quote... 'If you talk to God, you are praying; If God talks to you, you have schizophrenia,"I believe that's true' dedim, güldüler 'hmmm entellektüel birisin demek ki, o zaman entellektüelitene hitap edecek argümanlarda bulunmamız lazım' dediler. Sonrası eğlenceliydi, onlar bir şeyler anlatıyor, ben onları çürütecek karşı argümanlarda bulunuyorum falan. Yani insanların inandıkları şeylerle dalga geçmeyi sevmem ama bunlar o kadar körcesine, o kadar aptalca inanıyorlar ki sorgulamadan, elimde değildi, ben napayım. Sonunda benden bir şey çıkmayacağına karar verince gittiler, ama kesinlikle çok ilginç bir deneyimdi. 

Hava kararır gibi olunca kalktım, DSW'ya gittim. Ayakkabılarımın hepsini tüketmiştim, ciddi ciddi, zaten indirim falan da vardı, ayakkabı aldım, keyfim daha da yerine geldi. Oradan kalktım Wholefoods'tan meyve tabağı aldım. Parkta banklara oturdum bu defa, çünkü meydanda dans gösterileri vardı bu sefer. Hava iyice geç olunca kalktım eve yürüdüm. Eve gelince de bu günü kaydetmeye karar verdim. Uzun süredir ilk defa hayatımdan inanılmaz memnunum çünkü. 2 haftadır bayağı bir çile çektim zira. Onları öteki yazımda anlatıcam. Aslında ona daha önce başladım yazmaya, ama o çok uzun sürecek, hatta sanırım chapter chapter yayınlıycam. İlerde gerçekten hatırlamak istiyorum, ibretlik bir hikaye. :P O zamana dek, hoşçakalın sevgili takipçilerim!

Sunday, July 17, 2011

Hey Ho

I'm a student no more, bitches! 

Aslında bayağı önce bitti de nedense blog yazma hevesim de öğrencilikle gitti gibi oldu bir ara. Hala bazen çok yazasım geliyor de ne yazacağımı bilemiyordum. Hala da bilmiyorum ya, açtım, belki ilham gelir diye. 

Yazacak da çok şey var aslında. Mesela eski evimden çıktım. Asla yaşamayacağımı düşündüğüm olaylar yaşayarak üstelik. Detay vermeyeceğim ama tatsız olduklarını söyleyebilirim. Hayatımın o bölümünün kapanması acı oldu ama kapandıktan sonra da rahatladığımı fark ettim. Zaten daha iyi oldu gibi. 

O zaman... Previously on Persephone's Life, Universe and Everything.

En son Nisan'da bırakmışım. Nisan'dan itibaren sevgili ZSA ile New York'ta ne kadar beleş etkinlik varsa hepsinin tadını çıkarmaya baktık. Quentin vs Coens sergisi ve Tribeca Film Festivali açılışı özellikle yakaladığımıza pek sevindiğim etkinlikler. Tribeca Film Festivali açılışı ücretsizdi, tabii first come first serve şeklinde olduğundan aslında girmesi de o kadar kolay değildi, ama ilk defa çılgın amerika'lıları ezip geçmiştik onda. Akşam 7'deki etkinlik için sabahın 10'unda gittik sıraya girdik ve en önden biletimizi kaptık (bilet dağıtılan yerden elimizde bilekliklerimizle çıktığımızda dışardaki sıra bir block ve bir avenue uzunluğundaydı. biz de bileklikleri sallaya sallaya yanlarından geçtik, pek tatmin ediciydi). Üstelik sadece film de değildi. Zaten film dediğim şey de Cameron Crowe'un çektiği Elton John belgeseliydi The Union isimli zaten. O yüzden filmin ardından Elton John konser verdi, ortalığı da yaktı yıktı hatta. Ben ki hiçbir zaman Elton John ile ilgilenmemiş bir insanım yani. Film ve konser öncesinde de The Bangles bir iki şarkı söyledi ve Martin Scorsese konuşma yaptı! Düşünün, ben canlı canlı Martin Scorsese görmüş bir insanım artık. 

Onun dışında iki yazar söyleşisine katıldık. Biri Tina Fey'di! Ha ha, evet, yeni kitabı Bossypants'in tanıtımı amaçlı bir söyleşiydi. Hayyyvan gibi kalabalıktı, Tina Fey'yi yakından görmek ve kitap imzalamak dışında pek de bir olayı yoktu, ne yalan söyleyeyim. Onun dışında bir de Nicole Krauss söyleşisi vardı. Bu tam yazar söyleşisiydi ama, zaten Hunter College'daydı, çok çok daha az insanla, 'biz bize' denebilecek bir şeydi. Great House kitabından bir pasaj okudu ve daha çok soru-cevap şeklinde ilerledi. En önde de oturduk, kadını da pek sevdik. 

Sonra, projeyi bitirdik hayırlısıyla. Cinco de Mayo'da (5 mayıs :P) sunduk, tahmin ettiğimden iyi geçti. Introduction bana aitti, esprili bir dille başlayayım dedim, salonun güldüğünü duymak da ayrı cesaret verdi. Keşke bana iş verseler gidince :( Neyse, proje boyunca peşimizde dolanan yönetmen teyzenin hazırladığı video. Bizimkisi RUDE. 



Ve sonra da mezun oldum işte! Adımı 'eys örmın' diye okudular, delirdim. Ama neticede artık bir Fashion Institute of Technology mezunuyum.

ta-daaaa!
Sonra da evimi boşaltıp İstanbul'a geldim işte 2 aylığına. Aslında oralar da maceralı bayağı, eşyaları storage'a taşımalar, her şeyin son dakikaya kalması sonucu yaşanan bir dolu saçmalık, havaalanındaki olaylar falan... Sonra Baseball maçına falan gittim Amerikan arkadaşlarla, Bronx Zoo'ya falan gittim ki onlar da başlı başına birer post. Onları başka bir ara anlatırım. 

İstanbul'a geldiğimden bu yana da deli tepmiş gibi gezdim. Ve içtim. Ve gezdim. Ve içtim. Tatile gittim. Yüzdüm. Arada One Love'a gittim. İTÜ mezuniyetime katıldım (bölüm birincisiymişim bu arada, deli gibi hediyeler, paralar, şan, şöhret, göt kalkması). Cuma Patrick Wolf konserine gittim. Ve içtim. Ne iş aramak, ne okula gitmek, ne de başka bir stres sebebi bişeyim olmadan, sadece ve sadece tatil yapmak için İstanbul'a gelince ne kadar eğlenceli olabildiğini de anlıyormuş insan bu şehrin. Tabii güzel bir takım arkadaşlarla. 

Şimdi yaklaşık 20 günüm falan kaldı, sonrası ne olacağı belli değil. İş bulur muyum, bulamaz mıyım, bulursam nasıl bir iş bulucam, para nerden bulucam vs vs. Aklıma geldikçe geriliyorum. Sonra birlikte eve çıkacağım kişi de ortada bırakınca beni Türk ev arkadaşı arayışlarıma bir son verdim ve Craigslist'e daldım. Şimdilik bir aylık bir sublet buldum, uygun fiyatlı, güzel bir oda. İşin bombası, bu yenisinin eski evimin yanındaki daha lüks olan binada olması tabii. Binada laundry olduğunu da belirtmek isterim! Ama tabii sonrası nolacak o da belli değil. Bir gideyim de. Offf gene çok gerildim çok!  

Tuesday, April 05, 2011

Relax (Take It Easy)

Kafayı yiycem şu sınavlardan ve ödevlerden.  Bir şey yapmasam da, procrastination'ın allahını yapsam da orada olmaları sürekli gergin dolaştırıyor. Bütün hocalar kendi derslerinden başka ders almadığımızı zannediyorlar ve birlikte ders aldığım amerikanlar da çıldırmışçasına organize insanlar, sınavlara bir hafta öncesinden falan çalışıyorlar, inanılır gibi değil. Gerçekten günü gününe ders çalışan, eve gider gitmez o gün verilen ödevleri bitiren insanların varlığına inanmazdım, ütopik gelirdi bana bu. Ama varmış. Ve hepsi bizim bölümde. Hele bir de grup ödevi yapıyorsak aman yarabii... Saat başı text, dakika başı e-mail. Ya bebeğim, relax, haftaya pazartesiye kadar üç yüz kere bitiririm ödevi diyorum, yok, illa bugün yapıp bitiricez dün verilen ödevi. Güzel bir şey de azıcık sakin olun lan. Azıcık erteleyin. Psikolojimi bozuyorsunuz. 


Hele bir de Amanda diye bir hatun var bizim bölümde. Ben böyle bişey görmedim, robot mübarek. Sürekli ajandası elinde, deadline manyağı bişey. Ha, grup projesi yapılıyorsa kesinlikle grubunda olmasını istediğin kişi, çünkü her şeyi eline alıyor, inanılmaz proaktif, her şeyi yapıp bitiriyor ama bütün diğer gruplar sakinken en stres içinde yaşayan bizleriz resmen. Sayesinde bayağı bir öndeyiz herkesten ama cidden, daha öğrenciyiz lan. Bu kadar stres iyi değil. 

Bitirme projesi gerçi bu bahsettiğim, önemli böyle önde olmamız, özellikle de projemizi Bloomingdale's'e sunacağımızı öğrendiğimizden beri iyice dikkate almaya başladım Amanda'nın e-maillerini ve textlerini. Alışkın değilim ama ya. Zor geliyor valla. Sosyal hayat kalmadı. 

Kurdeleli olanlar arkalı önlü, Las Vegas'lı olan RUDE'un arkası.

Neyse, proje bayağı iyi gidiyor ama. Heyecanlanmaya başladım. Elceğizlerimle ve kıt illustrator bilgimle tasarladığım etiketler geldi (yukarda), bilgisayarda tasarlamak neyse ama böyle kanlı canlı görünce bir gaza geldim anlatamam. Postayla benim evime geldi bir de, zarfın üzerinde benim adımın hemen üzerinde de R.U.D.E. Jeans yazıyor, sanki gerçekten bir firmaymışız gibi. Gerçek artık, bir fikir değil. Tasarladığımız kotların da prototipleri gelmiş, perşembe photo shoot yapıcaz. 

Yeni gerginlik sebebi de şu 5 Mayıs'taki Alumni Dinner. Yüzlerce insanın arasında Bloomingdale's de olacakmış, business planmişçesine sunucaz, satın alıp gerçekten üretime sokma ihtimalleri varmış. Veee 8 kişilik grubumuzda 3 kişi konuşma yapıcakmış sadece, introduction da kime gitti dersiniz? Yours truly. Geril geril geril geril... Closing de benim, 1.30 dakikalık bir açılış ve kapanış konuşması hazırlamam lazım. Daha da fenası gidip bir ara elbise almam lazım en formal'ından. 

İyi oldu ama bu Bloomingdale's'in gelmesi. Gerçekten de fikrimizi satın alacaklarını sanmıyorum ama şahane bir deneyim olacak gelecek için. Neticede 4-5 ay sonra potansiyel işverenim olabilir o insanlar. Tabii bir de projenin başındaki hoca da bölümün dekanı. Bölümdeki herkes nerdeyse şimdiden iş buldu - Ralph Lauren, Tommy Hilfiger gibi yerlerden bahsediyorum - ve çoğuna iş bulan da Jeffrey'miş. Arayı iyi tutmak, kendimi göstermem lazım. Çünkü bu arkadaşları bu hoca 4 senedir, beniyse 4 aydır tanıyor. 

Ay neyse, yarınki vizeye çalışmam lazım benim, esen kalın sevgili takipçiler. 


Friday, March 11, 2011

Somewhere Between Waking and Sleeping

Gün itibariyle uyku düzenimi yoluna koydum, yurdun çeşitli yerlerindeki şenlikler artık başlayabilir. O kadar bok gibi yaşıyordum ki anlatamam. Sabaha kadar otur, 8 gibi sız, sabahki dersi kaçır, akşamki derse git, sabaha kadar otur. Ya da Sabaha kadar otur, giyinip derse git, dersin son 1 saati öleceğini san, o derece uykun gelsin, koşa koşa 'dur 3-4 saat uyuyayım, dinç bir şekilde akşamki derse gelirim' yalanıyla eve git, tabii ki 8-9'a kadar uyu, uyanıp 'eh, kimi kandırıyordun bebeyim' diye kendi kendine kız ve gene sabahla. Böyle saçma sapan bir rutindeydim. Ta ki çarşamba günü sabahki dersime bir daha gitmezsem kalacağımı, öğlenki dersimin mid-term'ü olduğunu ve akşamki derste term projectin anlatılacağını öğrenene kadar. Sanırım hayatımın en zorlu sınavını verdim o gün. Mid-term değil ayol, o bayağı kekti, 10 short answer, 50 de true-false, bala göte geçicem o dersi gibi duruyor. Ama bu şartlar altında uyanık kalmak... İşte asıl imtihan. Üstelik sabahtan akşama kadar olan dersler şu şekil: Renk Psikolojisi -- Tekstil Pazarlama -- Uluslararası Ekonomi. Sleep Fest resmen. 

Renk psikolojisi eğlenceliydi gene. Ders konuları gerçekten de marketing, ekonomi, global sourcing gibi dersler almasaydım dünyanın en sıkıcı ders konuları olmaya aday olabilirdi ama daha kötüsünü de gördüğüm için ve profesörü çok komik bir adam olduğu için gözlerimi açık tutabiliyorum. Tek kötü yanı sabahın 8'inde olması.  Öyle olduğu için de 7 kişi falan alıyoruz dersi, ilk gün 12 kişiydik ama acı bir şekilde her hafta doğal seleksiyonla gittikçe azaldık. Ama hoca çok komik, zaten italyan asıllı, Dominic Carbone diye bir herif (bunların hepsi aynı konuşuyor ama, o kadar çok hareketinde ve konuşmasında Tony Soprano'yu gördüm ki anlatamam. Onun biraz ibnemsi olanı. Ama değilmiş, karısının resmini gösterdi bir kere. Bir kere de köpeğinin resmini gösterdi. Adam sürekli bize fotoğraf gösteriyor. neyse), bazen böyle derste alabildiğine sıkıcı bir konuyu anlatırken ve hepimiz uyurken, anlattığı şeyin sonunu öyle bir şeye bağlıyor, öyle bir şey söylüyor ki önce jeton düşmüyor bizde 'did he just say that?' oluyoruz, sonra da sınıfça dağılıyoruz. Çok ciddi bir şekilde söylüyor çünkü, şaka yapar gibi değil, adam gerçekten komik. Mesela en son akromatik renk körlüğünü anlatıyordu, ben gene kopmuşum dersten, bambaşka diyarlardayım, konuya nerden geldi bilmiyorum ama anlattığı hikayeyi olağanca ciddiyetle 'so naturally I was convinced they were vampires' diyerek bitirdi. Bazen de uyumayalım diye slide'ları bize okutuyor, kendi yazmamış çoğunu, başka yerden almış, arada okurken 'fuck it, sweetheart, that's bullshit,  let's drop this subject' diyip kapatıveriyor konuyu. Dönem projesi olarak da renk paleti oluşturmamız ve o renk paletiyle bir ürün, olay, mekan yaratmamız gerekiyor. Renk paleti ismini bize kendi verdi (O.P.I. ojelerinin isimlerinden çalmış), geçen dersi de o isminin bizde yarattığı çağrışımları tartışarak geçirdik. Benimki kolaydı, Barefoot in Barcelona idi (hayatımdan bir türlü çıkamıyor şu şehir, eninde sonunda yaşayacağım şehir mi olacak ne) ama bir arkadaşın renginin ismi 'you don't know Jacques'tı. Oradan konu 'frere jacques' isimli çocuk şarkısına ve nasıl her kültürde o şarkının oluşuna geldi. Sonra nasıl olduğunu anlamadan kendimi sınıfa 'başparmağım, başparmağım, nerdesin?' isimli parçayı seslendirirken buldum. Hoca istedi, bakmayın öyle :P Yaşadığım en ilginç deneyimdi ama akademik hayatımdaki sanırım.  Geçen derste de kırmızıyı işliyorduk, hintlilerde kınayla ilgili bir sürü gelenek varmış, dedim hoca orada dur. Başladım kına gecelerii anlatmaya. :P 

Neyse bu ders bir şekilde geçiyor da o Textile Marketing dersi ölüyü bile bir kez daha öldürür, o derece. Yazmıştım buraya daha önce nasıl bir hocası olduğunu, bugün de sınavı var diye seviniyordum ders yapmaz diye. Ama herif sınavı son bir saat yaptı. İlk iki saat boyunca hayatımız boyunca asla ilgimizi çekmeyecek olan bir takım gazete küpürlerini okudu. 

Ekonomide artık o kadar ölmüş bir vaziyetteydim ki cidden acı çektim göz kapaklarımı açık tutcam diye. 3 kere uyuyakaldım, ilk ikisinde usulca zıplayarak uyandım. Ama sonuncusu bayağı rezildi. Dirseğimi o sandalyelerin defter konan masamsı aparatlarına koyup başımı dayamak suretiyle uyuyakalmışım. Dirseğim de dosyamın üzerindeymiş, herhalde ondan kaymış, dirseğimin o masamsı aparattan düşmesiyle kafam da düştü, ardından dosyalar, kalemler, kağıtlar, telefonum hepsi yerde buldu kendilerini. O şaşkınlıkla etrafıma bakarken sınıfın tamamının bana baktığını ve hocanın da bana bakıp sırıtarak 'good morning, sorry to wake you up, I'll try to keep it down' dediğini fark ettim. i'm sorry, maym sorry diye mırıldanırken 'go wash your face, have a cup of coffee' falan dedi ama kızmadı pek. Delikanlı kadınmışsın hoca dedim, no i'm ok diyip oturmaya devam ettim. 5 dakika sonra gene uyumuşum ama bu sefer bir elimi alnıma koyup öbür elimle de kalem tutarak yazı yazmaya odaklanıyormuş gibi gözükmeye çalıştım. Başka vukuat olmadı allahtan, işe yaramasa bile ders sağ salim bitti. 

Eve giderken de - allahın emri o artık - metroda tabii ki de uyumuşum. Tren son durağa gitmiş, ters istikamette yeniden yola çıkmış, ben bizim eve 1-2 durak kala uyandım. 'allah, durağı kaçırmışım!' diye ilk durakta indim ters istikametteki trene binip eve gidicem diye. Doğru istikamette olduğumu tren gidip istasyonda yalnız kalınca fark ettim. Böyle komedi filmlerindeki gibi bir sahne oldu, ortam sessiz kaldı, önümden yapraklar uçuştu falan. İşin komiği, 7 treninin son durağı olan Flushing'e hep gitmek istiyordum, bir türlü fırsat olmamıştı. Gitmişim ama haberim yok, şaka gibi.

Her neyse, eve gittiğimde saat 10 olduğu için, biraz daha oturdum ve medeni bir saatte uyudum. Ertesi sabah yine erken kalktım, okula gittim, akşama kadar dersim vardı, eve gelince 11 gibi uyudum ve bu sabah dersim olmamasına rağmen 9 gibi uyandım! O kadar mutluyum ki! Sabahtan beri o kadar iş yaptım, saat daha 2! İnanılmaz bişey! Odamı bok götürüyordu, çamaşırlar o kadar birikti ki giyecek pantolon kalmadığından okula etek giyip duruyordum bu soğukta. Sabah güzel bir kahvaltı yaptım, odamı toparlayıp süpürdüm, şimdi de çamaşır yıkıycam. Dünyanın en işkence işi burada çamaşır. 3 blok ötede olması laundrymat'in en büyük etken bu procrastinationımda tabii. Git, çamaşırları at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, kurutucuya at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, çamaşırları al, eve gel. 3 blok elde kirli çamaşır dolu bir çuvalla yürümek de güzel bir katkı değil duruma. 

Sonra da yemek yapmam lazım. Gerçek yemek. Ağzıma sebze grubundan herhangi bir besin maddesi en son ne zaman girdi, gerçekten hatırlamıyorum. Kabak mı yapsam yoksa karnıbahar mı yapsam bilemedim. Kabak yapayım lan, cidden en son anamın evinde yediydim. Ah anam, kadın anam. Bilemedim yemeklerinin değerini. Evde çamaşır makinası oluşunun değerini bilemedim. Ne güzel kirlenince bir şey atardım sepete, sonra o sihirli bir şekilde temiz ve ütülenmiş olarak dolabımda olurdu. Ah, the price we pay to be alone....

Saturday, February 26, 2011

You Have Wasted You Life, Now Please Stop Wasting Your Money

Oscar'lardan bir gün önce belki bir tahminler listesi yapmam gerekirdi bu post yerine, ama canım istemiyor. (Öte yandan oyuncu ödülleri Natalie Portman ve Colin Firth'e gidecek, o kesin. Film de The King's Speech'e gitsin Social Network yerine, lütfen!)

Neyse. Bu posta ilham kaynağı olan şey başlıkta yazmış olduğum şarkı ve parasızlığım. Hayatımın en parasız dönemindeyim sanırım. Babam okul parası ve ev kiram gibi giderlerle yeterince boğuştuğu için fazla para istemeye açıkçası utanıyorum. Babamın da New York'ta hiç sosyal hayatın olmasa, hiçbir şey yapmasan bile ne kadar paranın gidebileceği konusunda bir fikri yok. Nerden bilsin. Ama bir metroya binme ücretinin $2.25 olduğu bir yer neticede. Tamam, metro sistemi mükemmel, yüzbinlerce kez aktarma yapmıyorsun en azından İstanbul'da olduğu gibi falan ama bazen yakın yerlere giderken metrocardı geçirirken içim acımıyor değil. Keza karın doyurmak da öyle. Zaten evde yapıyorum yemek ama yemeklik almak bile pahalı ki. Bir de tek başımayım, bazı şeylere tek başına para vermek koyuyor resmen. Haliyle bok gibi besleniyorum. Sosyal hayat da okuldakiler ve arada sırada sevgili ZSA'yı saymazsak kalmadı denecek kadar az. Barlarda bir biraya 10 dolar verecek lüksüm yok çünkü. Ama evet, New York'tayım. :P Aman çok da ağladığımdan değil, bakmayın, zaten hiçbir zaman o bar senin bu bar benim insanı olmadım. Okul yeterince meşgul ediyor zaten. Evde oturup dizi/film izlemek, kitap okumak da yeterince tatmin edici. Ama ne yalan söyleyeyim, bazen arkadaşlar arayıp da hadi bu gece çıkalım dediklerinde artık bahane bulmak yoruyor. Yakın arkadaşlarım olsalar çulsuzum derim, arada çekerler beni de falan ama this is New York, baby. Ay başına kadar cebimde 3 dolarım var, o yeaah. :P Allahtan Metrocard'ım dolu.

Çalışmak istiyorum para kazanmak için de napıcam bilmiyorum. Nakit para kazanabilmenin tek yolu garsonluk, ama bu işi yapan iki arkadaşım da çok gözümü korkuttular. Normal iş yapamıyorum F1 vizesi sınırlamaları gereğince. Umabileceğim tek şey bu dönemi bir şekilde atlatıp, önümüzdeki sene şöyle iyi bir iş bulmak. Zaten 3 ayım kaldı, aybaşında da biraz para gelicek elime (Epsilon sonunda ödeme yapmış nihayet). Ama gene böyle sefalet hayatı sürüp Spring Break'e biriktirmek istiyorum para. Spring Break'te olmasa bile mezun olduktan sonra falan bir şeyler yapmak için. Belki Dilda'nın yanına giderim Avrupa'ya. Ah, dreams. :P Neyse, şarkıyı da koyalım.


Monday, February 14, 2011

For What It's Worth

Artık bu gidişe bir dur diyip bir blog yazısı patlatmamın zamanı gelmişti bence. İkinci dönem başladı, mezuniyet yaklaştı, ben de paniklerden paniklere koşuyorum. İş aramaya mı odaklansam, yüksek lisansa mı, iş aramaya odaklansam nerden başlicam, yüksek lisansa odaklansam elimdeki alternatifler ne olabilir, bunları düşünmekten delireceğim. Alternatif bulmak kolay diyorsunuzdur, internete ve google'a bakar iş diyeceksiniz, ama öyle değil gerçekten. Okulların sitelerinin içinden çıkılmıyor, adeta bir kara delik, bir websitesinde de açık açık yazsa valla yarın application'ımı teslim edicem. Ama burs lazım, öyle keyfe keder başvuramam. Öte yandan bölümümle alakalı olmalı ki bana burs verebilecekleri kadar iyi bir statement of purpose'ım olsun. Ve bunca alternatif, düşünecek, karar verilecek bunca şeyin olduğu her zaman yaptığım gibi şimdilik günlerimi hiçbir şey yapmayarak değerlendiriyorum. Neyse, buraya depresyona girmeye gelmedim, kapatıyorum konuyu derhal. Verdiğim arada neler izledim/okudum/dinledim temalı bir yazı da yazıcam bundan sonra. Neden bundan sonra, çünkü buna başlarsam çok uzayacak, sonra sıkılıp bırakıcam. En iyisi o amaçla başına oturmak.

Ama neler yaptığımı anlatabilirim. Aman tanrım, çok önemli şeyler yapıyorum, paylaşmalıyım bunu biricik okurlarımla manasında değil tabii de... Of aman, size ne, şu zamana kadar niye yazdıysam ondan yazıyorum işte :P

Bahar döneminin üçüncü haftası başladı bugün. Çok iğrenç ama bir o kadar da güzel bir ders programım var. Şöyle ki her gün okula gitmek hem yorucu hem de zaman kaybı oluyor diye canla başla günlerimi boş bırakmaya çalıştım bu dönem. Başardım da, Salı ve Cuma günlerim boş neyse ki. Ancak o dolu olan günlerde ders saatlerim o kadar saçma ki... Hem sabahçı hem de ikinci öğretim gibiyim. 3 gün hem sabah 9-12 dersim var, hem de akşam 6.30-9 dersim var. Hele Çarşamba günleri sabah 8'de başlıyor, öğlen de dersim var, akşam 9'a kadar. Hem de yalan dersler de değil; sabah renk psikolojisi (hadi onu salla diyelim), öğlen Tekstil Pazarlama, akşam da Uluslararası Ekonomi. Hele Marketing dersi dünyanın en sıkıcı dersi sanırım. Cidden ömrümden ömür aldı sadece 2 derste. Yaşladım. Yaşama sevincimi yitirdim. Zaten adam öldü ölecek, dünyanın en yaşlı adamı falan. bir de ciddi ciddi aynı buldoga benziyor, hele bir de konuşurken sürekli kafası sallanıyor, hani var ya arabalara konan kafası oynayan buldog bubble head'ler... adam onun dile gelmiş, büyük versiyonu resmen. Hiçbir şekilde odaklanamıyorum, her an havlayacakmış gibi hissediyorum. Kabaca biraz bu tanım da, emekli ol be adam, artık öğretmenlik yapma lütfen, bir ayağın çukurda. Fabrikadaki işinden emekli olunca başlamış zaten profesörlüğe, bence bu bir işaret. Neyse...

Çarşamba günlerini bir kenara bırakırsak, ne yapacağımı bilemediğim Pazartesi'leri ve Perşembe'leri var. 11 gibi sabah dersim bitiyor, diğer derslerim 6.30'a kadar başlamıyor. Hava soğuk olmasa, ya da unlimited metrocard'lara zam gelmemiş ve ben almış olsam eve giderim de şimdi hem üşeniyorum hem de gidiş-dönüş 4.50 dolar vermeyi yemiyor bir tarafım. Yaza doğru havalar ısınınca gezmek için bahane olacak bu aralar da şöyle de bir şey var, yaza doğru ödevler artacak. Hele bir de mezuniyet projemiz var, şimdiden başladık deli gibi. Neyse işte, ben de bu boş vakitlerimi okulde geçiriyorum. Kantinde takılmıyorum artık çok, çünkü anlamsız bir şekilde bu buz gibi havalarda klima açıyorlar. Cidden anlamadım mantığını okulun, sınıflarda olsun, başka yerlerde olsun basıyorlar sıcağı, kantinde donuyoruz. Ki zaten bu dönem hem maddi açıdan hem de sağlıklı beslenmek açısından (kantinde salatalar da var tabii de aç aç girince her ne kadar 'ben salata yiycem' diye şartlasam da kendimi, ne olduğunu anlamadan kendimi kızartmalar kuyruğunda buluyorum. Çok güzel Philly Cheesesteak yapıyorlar allahsızlar. Hele bir de waffle fries diye bir şey var ki hayatımda yediğim en güzel patates kızartması sanırım. canım çekti gene öf!) girmiyorum bile kafeteryaya artık. Okulu keşfetmeye başladım, kütüphane olsun, binaları birbirine bağlayan hallwayler olsun, millet hep oralarda. Favori yerim ise 7. kattaki koridor. Kat zaten Student Life'a ait, bilardo odaları, xbox odaları, televizyon odaları falan da var. Benim mekanım ise Hall of Art isimli koridor. Bir sürü rahat koltuklar ve masalar atılmış, duvarlar öğrencilerin yaptığı eserlerle dolu, bir de televizyon var kocaman. Millet geliyor, yayılıyor, uyuyor, kitap okuyor. Ben de bilgisayarımı getiriyorum, ödev varsa onu yapıyorum, yoksa uzanıp Netflix'in bana sunduğu güzelliklerden faydalanıyorum. Ya da televizyonda kaçırdıysam haftalık dizilerimi izliyorum kanalların sitelerinden. Şu anda da oradayım zaten.

Hatta demin geçen dönemki Public Speaking hocam geçti, selam verdim, muhabbet ettik de ben film izlerken gene daha önce, hi demiş, ama duymamışım bile. Hakikaten, farkında bile değildim. Çok iyi adammış lan, dönem bitince son derste 'bir şeye ihtiyacınız olursa, çekinmeyin gelin' demişti de tınlamamıştım 'hep öyle derler beyim' diye. 500 kere sordu, var mı yardıma ihtiyacın, yapman gereken sunum varsa gel, resume ya da cover letter konusunda zorluk çekersen mail at falan diye. Tam da zamanını bulmuş, daha dün resume yazmakla cebelleşiyordum, hemen atladım, appointment verdi, yazıcaz beraber. Tey tey, İTÜ hocaları da ne zaman gitsek 'meşgulum' desin daha... Koskoca department headimiz Ingrid Johnson bile zamanını ayırmıştı, olası kariyerim hakkında konuşmuştuk, referans mektubu verecekti. Bense kıçıkırık bir İTÜ hocasından zamanında istemiş, 'normal mektup yazmaya zamanım yok, şablon varsa getir imzalayayım' cevabını almıştım. Neyse...

Mezuniyet projemiz dedik, ondan da bahsedeyim. Gruplara bölündük, her grup bir kot markası yaratıyor. O kadar da kalmıyoruz, ciddi ciddi tasarımını yapıyoruz, üretiyoruz, etiketini, fiyatını hepsini yapıp reklamını bile biz çekiyoruz. Kadın ve erkek kotu markaları grupları var, ben kadın kısmındanım. Ev arkadaşım zamanında 'görev dağılımında etiket tasarımını seç, işin erkenden biter kurtulursun' demişti. Ama bizim grup pek bir 'takım' ruhuna sahip, görev dağılımı falan yapmadık, her şeyi birlikte yapıcaz anlaşılan. İşin trajikomik tarafıysa etiketler ajandamızda yapılacak ilk şey olduğu için, ilk onun mevzusu geçti ve ben hemen atladım 'biraz illustrator bilgim var, label'ları hallederim' diye. Sonrasıysa kan revan..

- tasarımların flat template'lerinin çıkarılması gerekiyor
-AJ, illustrator biliyormuş, halleder.

- desenlerin kumaşa apply edilmesi gerekiyor.
-AJ photoshop biliyordu sanırım, ona forward edin.

vs vs vs... Bunları da tabii discussion board'da okuyorum. Bizim okulun ANGEL diye bir sistemi var, hocalar ders notlarını oraya koyuyor, biz ödev yapınca oraya koyuyoruz, her dersin discussion board'u falan var. Hoca her hafta 1 post 2 de reply'ı şart koştu, 20% etkiliyormuş notu. Sırf o 20% için saçma sapan şeyler yazıyorum 'i agree with Jade.' 'i LOVE that idea, Amanda!' 'a yes from me, as well, Abby' gibi. Neyse, bana paslanan görevlere şimdilik bişey demiyorum, çünkü için development kısmına elimi sürmedim resmen, millet gidip iplik seçmiş, elyaf seçmiş, kumaş seçmiş, hiçbiriyle alakam yok. Ama bunları gerçekten yapmam gereken zaman geldiğinde ne bok yiycem bilmiyorum. Etiket yapacak kadar illustrator bilgim var, tamam ama flat nasıl yapılır ne bileyim ben. Tutorial'lar indirdim, onları izliycem bakalım.

Biraz da salak grup üyelerim.. salak değil de kafaları karışık. Temamız 50'ler, inspiration'ımız James Dean falan. Müşteri profili çıkartıyoruz, rebel with an attitude dedik, ona da tamam. Ama birden dantelli kot giyinen, süper zengin, Las Vegas'ta bir condo'da oturan bir executive oldu çıktı. Neren rebel bacım?! Sonrasında da kotları 60-70 dolar yapmaya karar verdiler. Orada dedim durun. Aklınız başında mı bacılarım? Öncelikle executive fikrini unutun, rebel yapacaksak isyan edecek bir sebep verin Tess kardeşimize (adını Tess koyduk :P), kaldı ki süper zengin bir yönetici niye yeni çıkmı 60-70 dolara satılan kıçı kırık bir kot giyinsin. Ayrıca dantel ne ola? Tabii zamanla onlarındaki 'rebel' figürünün 'artiz seksi hatun' olduğunu fark ettim, çok şey yapmadım, ama yine de bir orta yol bulduk. Bunlar işin eğlenceli kısımları tabii de Mayıs'a kadar kotu üretmiş, reklamımızı çekmiş olmamız gerekiyor. Zira Alumni Dinner'da bilmemkaç yüz kişiye sunacakmışız kotumuzu.

Neyse, yeter bu kadar. Bugün de sevgililer günüymüş, cidden benim kadar alakasız biri olamaz sanırım. Sabahki derste en azından bir kaç defa 'bugün ayın kaçı' diye sordum, okulda duvarlara yapıştırılmış kalplere falan bir süre anlam veremedim falan. Kandilmiş de bugün, Türkiye bugün ekstra mübarek anladığım kadarıyla. Neyse, kutlayanlar için hepi velıntayns dey diyip, kutlamayanların sırtını sıvazlayarak çekiliyorum ortamlardan.

P.S. dün var ya, bir poğaça yapmışım... Bir leziz oldu, bir kabardı ki aklınız durur. Ama tarifi annemden almıştım, ölçüleri ikiye, dörde hatta altıya bölmek aklıma gelmedi ve sonuç: evde orduyu doyuracak kadar poğaça var. Okula beslenme çantası olarak taşıyorum ben de. Ama şahane oldu valla.

P.P.S. (Mary and Max'e saygı duruşu yaptım arada :P) Bu böbürlenişimin sebebi ilk defa ölçüyü tutturmam oldu. Suç tamamen Amerikan mallarındaymış meğersem, gittim bütün malzemeleri Türkiyem Market'ten temin ettim ve aynı kadın anamın poğaçasından oldu.

Tuesday, December 21, 2010

That's Not My Name

Anne-baba olacaklara bir takım tavsiyelerden oluşacak bu yazım. Bugün doğacak çocuklarınıza isim verirken dikkat etmeniz gerekenlerden bahsedeceğim. 

Sevgili anne babalar;
O doğurduğunuz, aşkınızın meyvesi, o masum yavru büyüyecek. Büyüyünce üniversiteye girecek. Belki üniversitenin tamamını yurtdışında okumak isteyecek. Hadi beceremedi diyelim, Erasmus diye tutturacak. Mezun oldu, yurt dışında master da master diyecek. Onu da beceremedi. Türkiye'de ünlü bir profesör, yazar, sanatçı, megastar falan olacak belki. Haydi hepsini geçtim, Türkiye'de tanıyacağı yabancılar olacak. Velhasıl kelam, o çocuk bir şekilde dışarıyı görecek. Yabancılarla haşır neşir olacak. Siz bu çocuğa size o an hoş gelen bir isim verdiniz, tamam, güzel, ama o günler geldiğinde acı çekecek bu çocuk. Hiç düşündünüz mü? 

Evet, bu girizgahtan anlamışsınızdır, 5 ayda az çile çekmedim ismim yüzünden. İsmim Ece. Ne kadar güzel değil mi? 3 harfli, sade, tersi düzü bir, anlamı güzel, hoş bir isim. 22 senedir hiç şikayetim olmadığı gibi, hep sevmişimdir de ismimi. Ama gavur ne bilcek Ece'yi? Gerizekalı Amerika'lılar, dünya üzerindeki hiçbir dili telafuz edebilme kapasitesine sahip değilken, Fransızcayı bile Amerikanlaştırırken, Ece'yi okumayı nasıl bilsinler? Nitekim bilmiyorlar da. Çektiğim iki çeşit çile var: Biri yazılı haldeki Ece'yi okuyanlardan çektiğim, öteki de kendimi Ece diye tanıttığım insanlarların bana çok sonra çektirdiği çile. 

1. Yazılı haldeki Ece'yi okuyanlardan çektiğim çile: Ece'yi, ana dili ingilizce olan biri nasıl okur? Cevabı tek bir okunuşla sınırlı değilmiş, sevgili takipçilerim. Şuraya geldiğimden beri her gün yeni sesleniş biçimleri duyuyorum. En alıştığım versiyonu 'isii'. Genelde öyle duyuyorum yoklamada, başka bir yerde sıra beklerken falan. 'İsii Örmın? İsii? Ms Örmın?' şeklinde bir gidişhatı oluyor. Başka neler mi duydum? İsii hadi biraz isme benziyor, direkt İiiis diye bağıranlar mı istersiniz, 'ii... eee... esiii?' diye işkence çekenler mi istersiniz, İtalyanca'dan falan c'nin ç diye okunduğunu düşünüp 'eççeee' diyenler mi istersiniz, 'iççeee' mi, 'iseee' mi... En iğrendiğim versiyon da 'ekki' oldu. O ne lan? Ekki ne?? 'yeah, it's pronounced ece' diye düzelte düzelte bir hal oldum. Zaten şu aşağıdaki diyaloğu en azından bir milyon kere yaşamışımdır herhalde.

Gerizekalı Amerikalı: Um... İiisi? İiis? Ms Örmın?
Ben: E-C-E, right? Yeah, That's me. 
Gerizekalı Amerikalı: How do you say it?
Ben: Ece.
Gerizekalı Amerikalı: OK... Where are you from?
Ben: Turkey.
Gerizekalı Amerikalı: Wow, that's nice. 
Ben: I know. 

Derslerde yoklama alınırken az yok yazılmadım. Fark etmiyorum, hoca Essi? diyor, Ece olabileceğine ihtimal vermiyorum, Essie diye oje markası var, belki isim de vardır yani diye düşünüyor beynim herhalde, sonra yoklama sona eriyor, bende jeton düşüyor, 'ii sii ii isimli birine seslendiniz mi?' diyorum, 'are you essie?' diyor, 'no, that's pronouced Ece' diyorum, hoca özür diliyor, sözümona not alıyor, ama haftaya tekrarlanıyor. Gerçi allah için çoğu hoca 2-3 hafta sonra ezberledi adımı da, genel tablo bu yani. Sınıf arkadaşlarım da dalga geçer oldu, adımın eycey (gelcez oraya da) olduğunu bilmelerine rağmen gülerek isii demeler, ekki demeler falan. 

2. Kendimi Ece diye tanıttığım insanlarların bana çok sonra çektirdiği çile: Bir de bu versiyon var tabii. İsim alışverişi yapıyoruz, I'm Ece diyorum, E-what? diye tepki veriyorlar, ben de 'just call me eycey' diyorum, konu kapanıyor. Anca dilleri eycey'e dönüyor bu gerizekalıların. O yüzden ben de artık uğraşmıyorum, AJ diye tanıtıyorum kendimi. Açılımını soruyorlar, açıklıyorum derdimi, 'ben sana eycey demeye devam edicem ama' diyorlar, 'i don't care' diyorum, mutlu son. Bazen de uğraşmıyorum Angelina Jolie diyorum, gülüyorlar, 'no, seriously?' diyorlar, bazen uyduruyorum, bazen açılımı yok, o kadar ismim diyorum. Tamam, buraya kadar da çok sorun yok. Adımın Ece olduğunu unutabilirim bile, o derece alıştım. Ama sonra bu ismin yazılıya geçmesi gerekiyor bir şekilde. Facebook'ta arkadaş requesti gönderirken 'AJ' diye not düşmezsem tanımıyorlar, ya da telefon numarası alışverişi sırasında ismimi spell ederken inanmıyorlar 'i, si, i? that's not AJ? what's your real name?' diyorlar, bir 5 dakika inandırmakla geçiyor falan. Bir kere de tenis dersinde, turnuva yapıyoruz. Tenis hocası da ismimi ilk haftalardan ezberleyen, yoklama kağıdında Ece kısmını karalayıp fonetik bir şekilde ismimi yazan bir hoca. Beyaz tahta getirdi sahaya, tek tek isimlerimizi yazıyor. Herkesin ismini yazdı, baktım ismim yok. Hocam beni niye yazmadınız, beni sevmiyor musunuz falan derken yoo yazdım dedi. İyice inceledim, baktım AJAH diye bir isim var. İçimden, are you kidding me diye geçirip, hoca hoca, that's not my name, dedim. Ah pardon, spell et dedi. Ben ii-sii-sii dedikçe inanmıyor hatun. E'yi yazıyor, C'yi yazarken duraklıyor. Ama C'den o ses çıkmaz ki diyor. Kalakaldı elinde kalemle. Arkadaşlar da gülmeye başladı, 'professor, i think she knows how to spell her own name correctly' diye yan çıkanlar oldu falan. Sonra hoca yazdıklarını sildi, tekrar AJAH yazdı, 'well, this is your new name, now' dedi. Benim gözlerimden bir damla yaş düştü. 

İşte öyle sevgili yeni anne-babalar. Bunları düşünmüş müydünüz? 

We Rule the School

Aylar sonra günlük yazısı yazıcam, çok heyecanlıyım. :P Çok sevgili okulum Broadway biletleri gibi şahane faydalar sağlıyor olsa da anamı ağlattı şu 5 ay boyunca. Haliyle ne blog kaldı ne de adam gibi bir sosyal hayat. Ama güz dönemini hayırlısıyla nihayete erdirdik, ben de ilk iş koşa koşa buraya geliyorum. Tabii o da yalan, ilk olarak koca bir haftasonunu uyuyarak geçirdim, pişman da değilim. Her neyse, sadede gelip kısa bir Previously on Life, Universe and Everything yapıyoruz derhal.

Okuldan başlayalım bu postta. Sağsalim atlattım gibi, notlar daha açıklanmadı ama kalmam hiçbirinden. Devamsızlığım başa bela sadece. Son derste gene geç kaldım (hayatımın en dehşet dolu dakikalarını yaşadım ama sanırım. Portfolio'nun yazılı kısımlarını evde print edemedim, printerın kartuşu bitmiş, ben de sabaha bıraktım. Sabah flash diske atıp dosyaları bilgisayar labının yolunu tuttum. Erken de gittim, son derse bari erken gireyim diye, aheste aheste takılıyorum falan. Flash diski bilgisayarlardan birine bir taktım, belge hiç kaydedilmemiş haliyle bütün haşmetiyle karşımda. Bir kaç gün önce yapmaya başlamıştım, üçte birini falan tamamlamıştım. Geri kalanını bir gece önce yapmıştım. O yaptıklarımın hiçbiri yok! 15 dakika bilgisayar ekranına dehşet içinde bakakaldıktan sonra kendimi toparladım, oturdum baştan yapmaya başladım. Ezberlemiştim zaten yaptığım her şeyi, ama örme dersi bu, ördüğüm kumaşların knitting sequence'larını tek tek yapmak o kadar illet ve el oyalayan bir şey ki... Ders 10'da başlıyordu, ben işimi 12de bitirdim. Üstelik portfolio'ya yapıştırırken, kullandığım çift taraflı bantın işin ortasında biteceği tuttu. Yanımda oturan kızda uhu vardı, onu kullandım, ama öyle bir görüntü oldu ki sanki tükürükle yapıştırmışım, o derece iğrenç. Neyse, sonunda derse çıkınca hoca kenara çekti beni, azarladı bir güzel 'you're always late' diye. Seneler sonra ilk defa da böyle azar işitiyorum, o ayrı. Ayrıca not always yani, erken geldiğim dersler de oldu, uydurmasın şimdi. neyse.), ayrıca psikolojinin de devamsızlığı allaha emanet, umarım not kırmaz. Public Speaking'de de tek dayanağım sağımda solumda oturan kızların hocanın attendance'ı umursamadığını iddia etmesi, umarım sallamıyorlardır. Tenis'te de hepi topu 3 devamsızlığım vardı, benim için bir rekor sayılır yani, yine de hoca kenara çekti beni napıcaz senle diye. Ama seviyor beni, ben 'yeeaa turkish religious holiday'di, şöyleydi böyleydi' diye ıkınırken koca bir A (absence yani :P) yazan haftalardan birini karaladı, kimseye söyleme, senin iyi bir öğrenci olduğunu biliyorum dedi. Ver o mübarek ellerini öpeyim hoca dedim. :P Demedim tabii ama gözlerim konuştu. :P

Örme Lab'ımız. Benim emektar örme makinamın resmini çekmeyi unutmuşum, üzüldüm.

Tenis dışında kurtulduğum için göbecikler atma hisleriyle içimi doldurmayan ders yok zaten. Finishing'in hocası tamam, iyi adam (biz türkler aramızda çok konuşursak dersi yunanca anlatmaya başlayan, yanımıza gelip gelip 'çeşme negzel di mi' diye türkiyeden bahsetmeye başlayan, küfürünü neyini sakınmayan eğlenceli bir amcamız) gel gör ki herif ödeve doymuyordu yarabbim. Her hafta 2şer 3er assignmentlar, bırak anamı, bütün sülalem ağladı be. Onun dışında Public Speaking de mesela herif süper (mail atarken smiley koyan, derste bir konu anlatırken aklına bir video gelip yutubu açan, bize izleten, sonra konudan tamamen uzaklaşıp yarım saat 45 dakika 'bakın bu video süper' diye video izleten, credibility konusunu anlatırken hotornot.com sitesini açıp bir 15 dakika sınıfça çıkan resimleri oylatan bir adam yani) ama o public speech hazırlama zorunluluğu resmen omuzlarımda bir yüktü. Bir de aklıma geldi, inanılmaz derecede kullandığı bir terim vardı, 'like nobody's business' terimi, hep gülerim duyduğumda, çok komik geliyor nedense. Sınavda kedilerle ilgili introduction yazmamızı istemiş 'you can make stuff up like nobody's business' yazmış sınav kağıdına, aldı mı beni bir gülme. Knitting de eğlenceliydi aslında, ama çok uğraştırdı, gerek yok o kadar uğraşmaya. Aha buldum internetten bizim labın resmini, biri çekip koymuş, işte bir dönem boyuncaki en yakın dostlarımdan. Duvarın oradaki makina benimki, 6 cut Dubied Hand Flat Rib Knitting Machine. :P  

Norbert pamuk ipliğini merserize ederken.
Knitting'den bahsetmişken Norbert'dan bahsetmezsem olmaz. Adamım ya, gerçekten de şu okulda en sevdiğim insan sanırım. Kendisi örme labında Dumbledore tipindeki bir teknisyenimiz. Tipi Dumbledore ama onunla uzaktan yakından bir alakası yok, zira kendisi küfür eden sosyalist bir Vietnam gazisi. Zaten birisine Norbert (Hagrid'in ejderhasıydı lan!) diye seslenmek tuhaf geliyor hala, bir de bu Norbert böyle biri olunca daha da komik oluyor. :P Bir gece o vardı nöbette labda, örme teknisyeni amca 10'da kapatıp gidicekmiş, benim de daha işim bitmemişti, Norbert'ı da kilitlediydim bir güzel 'nasıl olcak göstersene yeeaaaa' diyerek. 10'a çeyrek mi ne var, teknisyen amca geldi, saatini gösterip 'çoluğum çocuğum var benim, eve gidicem artık, hadi bitir, kapatıyoruz' falan dedi sinirle. Norbert'a bir telaşla ben de 'ya çok az kaldı, bir 15-20 dakika lazım, bir daha gelmek istemiyorum' falan dedim (çünkü gerçekten o makinaları kurmak, 100'e yakın iğneyi dizayn repeat'e göre yerleştirmek, iplikleri 500 delikten geçirmek, offf işkence!) sonra Norbert da 'tamam, sen çabuk bitir, ben oyalarım' dedi ve adamın yanına gidip vietnam'dan bahsetmeye başladı. Çok komikti ama ya, 'gözlerimin önünde öldü' 'neler yaşandı neler' falan gibi ibret dolu bir sesle anılarını anlatmaya başladı. Hassas bir konu diye sesini çıkarmıyor tabii amca da. Ben yarıla yarıla kumaşı bitirdim, çantamı topladım 'Thanks Norbert, I'm done' der demez, hikayesini yarıda kesti, bana 'Alright, see you later' dedi, sanki hiçbir şey olmamış gibi arkasını döndü, gitti, amca da kaldı orada öyle.  Çok güldüm ya. Daha önce de benim kumaşı yaparken ipliğim kopup duruyordu, onu çağırdım 'ne iş, kopup duruyor' diye de, o da örmeye başladı makinada ipliklerle, gerçekten saçma iplik seçmişim, o da yaptıkça kopuyor, koptukça sinirlenip 'shitty fucking yarn' diyor, 5 saniye sonra 'pardon my french' diyor, gene 5 saniye sonra 'well, you're foreign, i can swear' diyor, 1-2 dakika sonra gene iplik kopuyor ve aynı döngü devam ediyor falan. Bir ara alakasız, kimliğini çıkardı, resmini gösterdi 'bak sakallarım daha da uzundu eskiden' falan dedi anlamsız yere.  Ahahha bir kere de hoca bize sinirlenmişti gösterdiklerini not almak yerine fotoğrafını çekiyoruz diye, bağıra çağıra ortamı terk etmişti, arkasında 'she needs a man' dedi de dağıldık. Çok alem adam kesinlikle.

Valla okul hayatımla ilgili yazacağım başka bişey yok, okul işte. Seviyorum ama okulu ya, İTÜ'deyken kantinde asla vakit geçirmezdim, eve gitmeyi iple çekerdim. Burada işim gücüm yokken bile takılmayı seviyorum. Arkadaş da edindim, FIT'den de kafa dengi insanlar bulunabiliyormuş. Dizi zevklerimizin çok benzediği birini bile buldum hatta. O da şoka girmişti hatta, 'bu saydığım dizileri bırak izlemek duyanını bile ilk defa görüyorum, seni allah göndermiş' diyip durmuştu. Ben de mutlu oldum, çünkü Amerika'ya gelirken, 'allaaaah, izlediğim dizilerin anavatanına gidiyorum, bir diziden bahsederken suratıma eblek eblek bakmayacaklar' diye düşünürken hayal kırıklığına uğradım gelince. Gerçi okuğum okulla da alakalı da, okulda popüler diziler dışında öyle çok dizi izleyen yok. Hatta kantinde bazen laptoplarında The Office, How I Met Your Mother izleyenler falan görüyorum da, yanlarına gidip sarılarak 'arkadaş olalım mı' diyesim geliyor. Amy o yüzden mutlu etmişti bayağı. İlk fırsatta ikimizin de izlemediği bir şeyin maratonunu yapalım dedik, The Walking Dead günü düzenledik bir kaç arkadaşını da katarak. Benim için de ilginç bir deneyimdi, zira ilk defa yabancılarla oturup bir şey izlediğimden dolayı arada bulunduğum ortamı unutum 'öldü mü laan!' diye bağırdığım anlar oldu. :P Daha da güzeli, benim Türkçe tepki verdiğimi, ortamdaki herhangi birinin 5-10 saniye sonra 'Did you just speak Turkish?' diye soruncaya kadar fark etmeyişim oldu. Ya da Türkçe'yle İngilizce tepkileri birbirine karıştırdığım anlar da var ki onlar daha feci. 'oha what the fuck?!' ya da 'ay gerizekalı, die already!' gibi. Dizi de güzeldi bu arada, öyle aman aman bayılmasam da beğendim, dip notunu düşeyim.

Neyse, bu böyle bir başına okul post'u olsun, geri kalanlar için ayrı bişey ayarlarım. :P


Monday, December 20, 2010

The Phantom of the Opera

Andrew Lloyd Webber'ın ölümsüz eserini (evet, kanald'ye gönderme was here) bilmeyen yoktur, gerek filmiyle, gerek kitabıyla, gerek şarkılarıyla, gerekse sadece ismiyle. Sevgili okulum sağolsun Broadway müzikalina gittim ben de. Eheh evet, beleşe. :P Yaklaşık 1 ay önce falan tenisten bir arkadaş, derse gelince 1 saat önce Student Service'in 50 tane Wicked bileti dağıttığını, kendisinin de iyi bir yerden bilet kaptığı için ne kadar sevindirik olduğunu anlatmıştı da kahrolmuştum. Zira Wicked şuraya geldiğimden beri en çok gitmek istediğim müzikallerden biriydi. Idina Menzel'i görüp, Defying Gravity ve Dancing Through Life'ı da canlı dinlemek cabası. Ben de bir daha dağıtılırsa derhal bana haber versin diye telefonumu falan verdim. O da sağolsun verdi.  Üstelik the Phantom of the Opera'ya. Çünkü bir sürü müzikal var Broadway'de, hani hangisi olsa mutlu olurdum ama, kesin dandik bişey çıkar şansıma diyordum. Ama Phantom of the Opera'ya hep bayılmışımdır; lisedeyken şarkısını az dinlememiştim. Neyse, 3-4 saat öncesinden sıraya girerek en önden ikinci sırada bilet kaptım (az önce kontrol ettim, benim gittiğim gün ve saatte, o koltuk 161 dolar imiş. okuluma sevgiler ve saygılar). 


Gittim, dehşete düştüm, geldim. Bu kadar iyi olmasını beklemiyordum. Belki oturduğum yerin sahneye bu kadar yakın olması da bu kadar etkilemiş olabilir, bilemiyorum, ama tüylerim diken diken izledim tamamını. Broadway boşuna Broadway değil gerçekten. İnanılmaz iyi bir prodüksiyon, inanılmaz güzel bir dekor, inanılmaz şarkılar... Ama özellikle dekor ya. 3D film izlemiş gibiyim, nasıl güzel yapmışlar. Bir sahnede (hatta 'the Phantom of the Opera' performansında) Phantom ve Christine nehirde kayıkla ilerliyorlar ve öyle yapmışlar ki gerçekten baktım su mu var diye, o derece inandırıcıydı. Sonra mezarlık sahnesinde gece gökyüzü efekti vermişler, sanki sahnenin arkasını açıp gerçekten yıldızları gösteriyorlar gibiydi. Ve dev avizenin tavandan seyircilerin üzerineden sahneye doğru meşhur düşme sahnesi vardı ki tam tepeme düştüğünden yüreğim ağzıma geldi resmen. Yanımdakilerden çığlık atanlar oldu hatta. 

Her neyse, konusunu falan anlatmayacağım, söyleyecek başka bir şeyim de kalmadı. Ben lisede Nightwish'den çok dinlerdim şarkısını, hatta ilk öyle keşfetmiştim sanırım, ama Sarah Brightman ve Antonio Banderas'ın versiyonu inanılmaz. Onu koyuyorum derhal.

 

Tuesday, November 02, 2010

The Only Living Girl in New York

Çok ödevim var. Ama hiçbirini yapmak istemiyorum. Yani öyle 'yaa ödev yapmak istemiyorum' şımarıklığı değil, yapamıyorum. O kadar sıkıldım ki, yapmayı, bitirmeyi istediğim halde word sayfasını ve ödev materyallerini açıp saatlerce bakışıyoruz, algılayamıyorum okuduğumu falan. En kıytırık ödevleri, GPA ve recommendation letter uğruna canhıraş yapan ben, bu en baba ödevler geldiğinde bir tarafımdan aşağı kasımpaşa tutumunu nereden edindim bilmiyorum. Bilgisayarı okula ondan getirdim, yapmam da lazım, yapmama gibi bir lüksüm yok artık yeterince erteledim. Bakalım, kendimle anlaşma yaptım, bir blog yazısı yazıp içimden atarsam kendimi ödeve vericem. Güvenmiyorum gerçi hiç o hatuna, kaç kere aldattı beni, ödev yapıcam dedi, uyuyakaldı, başka şeyler yaptı falan. Aman. 

Gene bir amacı yok bu blog yazısının da. Geldiğimden beri bir sürü kitap okudum, bir sürü film izledim, onların kritiğini yapmak anlamsız geliyor. Ya da yeni kayıt sayfasıyla bakışıyoruz ne yazsam diye. 

Aklıma geldi, madde madde geldiğimden beri yapmayı sevdiğim şeyleri yazayım.


  • Şimdi yaptığım şey mesela. Kocaman kantinimizin cam kenarında bilgisayarımla oturup saatlerimi geçirmeyi seviyorum. Kah gelen geçeni seyrediyorum (ki inanın bana, FIT kantinindeyseniz insanları seyretmek oldukça ilginç bir aktivite. dur onu başka maddede inceleyeyim), kah müzik dinliyorum, kah kaçırdığım dizileri izliyorum. Odamda oturup geçirdiğim zamanlardan daha çok kafa dinliyorum nedense. Derslerde en iple çektiğim zamanlar olduğunu söylersem muhtemelen ucube gözüyle bakarsınız bana. 'Kızım gidip arkadaş edinsene boş oturcağına' diyebilirsiniz, haklı da olabilirsiniz, ama ne yapayım yani, gidip insanlara kendimi yamamaya çalışmak zor geliyor. Hani birlikte bir şey yapmak isteyen insanları reddedecek halim yok, her zaman tek başıma olduğumu iddia etmiyorum zaten. Ama yani 'aman doğru şeyler söyleyeyim' 'yanlış anlar mı acaba böyle bişey desem' 'bu söylediğim şey ırkçı değildi umarım' diye gerilmektense kafa dinlemeyi yeğlerim. 
  • Şu FIT insanlarından bahsetmezsem olmaz. Şimdi burası 'moda' okulu ya. O yüzden 'erkek'lerimiz pek bir şenlikli. Biri topuklu ayakkabı biri de etek giyen ama ikisi de kırmızı ojeli zenci çiftimiz var mesela. Sonra her gün muhakkak bir kere gördüğüm, görmeyince 'noldu acaba' diye merak ettiğim uzun balyajlı saçlı, vücudu bir hatun kadar kıvrımlı, tek eksiği göğüs olan bir çekik arkadaşımız var. Sonra bir tane daha var. Aman allahım... Bir keresinde oturuyordum gene kantinde, gözüm arkası dönük oturan, kıllı bir bacağa çarptı. 'ıyh, insan bacaklarını alır mini etek giyeceksen, iğrenç amerikan' diye tiksindim. Sonra bunun ayağa kalktığını gördüm 'oha boya bak, ne kadar uzun' diye düşündüm sonra. Derken yüzünü döndü. Ve sakalları gördüm. Kıllar konusunda hiçbir şekilde ödün vermeyen, mini etekli arkadaşımızı (bazen mini şort da giyiyor allah için) yağmur demeden kar soğuğu demeden çıplak bacaklarıyla görüyoruz. Azmine hayranım. Bir de Drakulamız var. Bu da sıcak soğuk demeden okulda pelerinle, simsiyah giysi ve çizmelerle, kafasında da fötr şapkayla dolaşan bir beyimiz. Aklımı alıyor sağdan soldan karşıma çıkıverince. Parmaklarımla artı oluşturup 'beri git iblis!!' diye bağırasım geliyor. Bunlar düzenli olarak gördüğüm, kendimce isimlendirdiğim, artık tanıdık simalar haline geldikleri için evimde hissettiren tipler. Onun dışında çünkü gökkuşağının her renginde saçları olan, çantaları kıskanacağınız kadar güzel ve moda olan, konuşmalarıyla ayrı bir evlere şenlik olan (oh my gosh, way to go, girl, that's fabolous! bunları uzatarak söyleyin ama) çeşit çeşit tipler. Hatunlarımızdan da bu çeşitli erkeklere taş çıkaracak kadar ilginç olanlar olsa da genel olarak 'moda okulunda okuyorum, giyim konusunda çıldırmalıyım' azmine sahip tipler. Öyle ki sıradan gelmeye başladı artık tuhaf topuklu ayakkabıları, pançoları, dantelli elbiseleri, ne idüğü belirsiz aksesuarları. Ha, normaller yok değil, neticede business bölümlerimiz de var. Ama kantin işte, pek bir şenlikli. 
  • Kimsenin senin ana dilini bilmediği, hatta uydurmasyon kelimeler olarak algıladıkları bir yerde o dili konuşabilen tek insan olmak güzel bir şey. Özellikle sınıfta bir iki türk arkadaş varken, sınavlarda kopya çekmenin ne kadar kolay olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ya da hocanın yüzüne bakarak, yüksek sesle hocanın ne kadar baydığından bahsedip, kimin hocadan ara vermemizi isteyeceğini tartışmak çok kolay oluyor. Diğer Amerika'lılarla da çok güzel eğleniliyor. Şoförlerden TEM'den gitmeyi mi talep etmediğim kaldı, metroda ya da yolda nigga'lara 'hey dostum, o kara kıçını tekmelemeden yoldan çekilsen, ha adamım?' ya da 'senin sorunun ne dostum!' diye bağırmadığım mı kaldı, gittiğimiz yemekte arkadaşlarla 'allah bereketini artırsın, sofrayı kuran kaldırsın' kalıbını amerikalılara kazandırmaya çalıştığım mı kaldı.. :P Ondan sonra ne bileyim, birine sinirlenince bağıra bağıra Türkçe olarak küfrediyorsun, sinirini atıyorsun, sonra ingilizce olarak güzel güzel konuşup, derdini anlatıyorsun. Herkes memnun.  
  • Caddelerde arabanın altında kalma korkusu olmadan yürüme, ışıklarda son anda kırmızı yansa bile, koşmaya başlamadan aheste aheste karşıya geçme ve küfür yememe rahatlığına değinmiyorum bile. Bir de tabii mahkemelik oluruz korkusuyla tüketici haklarına sonuna kadar saygılı olmak zorunda kalan bir ülkede olmak da güzel bişey. Ha, fırsat buldukça initiation fee, tax gibi isimler altında dolarları geçirdikleri yalan değil, ama yapıcak bişey yok. 
  • Nasıl göründüğünün kimsenin umurunda olmamasına daha önce de değinmiştim, gene değinmek istiyorum. Yaşasın saçma pijamalarla, akmış makyajla ve onların altına sırf kapının önünde ve giymesi kolay diye giyilmiş süslü babetlerle markete gitmek suretiyle sokaklarda dolaşabilme özgürlüğü! Yani bunu Türkiye'de de yapabilmek lazım aslında, yaparsın da, ama oradaki bakışları üzerinde hissediyorsun resmen. Burada bakmadıkları gibi, sen ne kadar saçma olursan ol, senden saçmasını çok rahat bulabildiğin için için rahat. 
  • Derste sıkılınca 'oooh, get me away from here, i'm dying' diye şarkı söylemeye başlayınca sana eşlik edebilen insanların varlığı da güzel bişey bence. 
  • Şu şehirde (yağmurun yağmaması ve çok soğuk olmaması ön koşul) ayağımda rahat ayakkabı ve kulağımda müzik olduğu sürece sokaklarca yürüyebilirim sanırım. Neredeyse hiç yokuş olmadığı için Manhattan'da, yormuyor insanı fazla. Yazın en çok o aktivitesini özliycem sanırım. İki hafta önce hava çok güzeldi mesela, The Girl From Ipanema'yı repeat'e alarak 59'un (Central Park) doğu yakasından aşağı 14'lere (Union Square) kadar inip batı yakasından (Chelsea) yukarı Times'a çıkmıştım yürüyerek ve fotoğraflar çekerek. Parklarda oturup arada kitap okumuş, insanları seyretmiş, kahve içmiş, bişeyler atıştırmıştım. O gün ne mutlu hissetmiştim yarappim. 
  • Asılanları bile komik yahu, geçen gün ayakkabım ayağımdan çıkıp duruyordu, Duane Reade'den silikon zımbırtılarından aldım, ayakkabımı çıkarıp içine yapıştırırken herifin teki geldi diz çöküp 'yoksa siz sindirella mısınız, ayakkabınızı mı kaybettiniz, bulsam benim olur musunuz' dedi. babam yaşında bir öküzün tekiydi (bana asılanlar niye hep aynı profile ait olmak zorunda? yakışıklı bir delikanlı olaydın ya :P), 'yeah right, i'm ok' diye başımdan savdım ama çok güldüm yani :P 

Daha yazacak çok şey var aslında, sevdiğim şeyler bu kadarla sınırlı değil, o kadar da değil. :P Not almalıyım aklıma geldikçe bu tip şeyler. Ama artık ödeve de başlamalıyım. 40 dakika olmuş. Off biter umarım. 

PS: Başlık'ı Simon and Garfunkel'ın The Only Living Boy in New York'undan uyarladım. Hala şarkı isimlerinden gidiyoruz yani, seviyorum bu konsepti.