Sunday, September 11, 2011

Long Way From Home (Part I)

Bir aydır New York'tayım. Türkiye tatilimden (ve muhtemelen emekli olana ya da eeeeh yeter be diyip köyüme dönmeden önceki hayatımın son uzun tatilinden) döneli yaklaşık 1 ay oldu. Ama ne 1 ay... Ne ev ne de iş durumum belli olmadığı için böyle saldım çayıra mevlam kayıra mode on tadında geldim New York'lara. Yüzde 75'i halloldu gibi şimdi ama hala belli değil ve üstelik gerçekten tuhaf bir durumdayım. Neyse baştan anlatayım, çünkü seneye güzel bir evim falan olduğunda bu çektiklerimi gerçekten hatırlamak istiyorum.

Ağustos 3: Where It All Begins

New York'a dönüş tarihim. Bu sefer hiçbir şey belli olmadığı, ne zaman döneceğim kesin olmadığı için aileyle ve arkadaşlarla ayrılması daha buruk oldu. Tek tesellim yanımda Emre'nin oluşuydu ve herhalde benim depresyona girmemi engelleyen de tek şey bu gerçekti. Emre, yeni mezun ve paralı bir arkadaşımız olduğundan dolayı son bir senesini maksimum ülke görmeye adadığı için, Avrupa interrail'inden sonra - benim de aylarca geeel geeeel diye kafasını sikmemin de etkisi var elbette - New York'a da gelmeye karar verdi. Ben 'yo dostum yo, New York'a geleceksen öyle 1 aydan aşağısı kurtarmaz' diye ikna ettim ve kendime bir aylık (23 gün, kesin olmak gerekirse) arkadaş edindim. Hem arkadaş hem de roommate. 

Ağustos 4-20: Ah, Those Were the Days

İlk iki hafta rüya gibi geçti. Hakkaten rüya gibi, çünkü hem jet lag'in hem de turist ve uçak biletine hayvan gibi para vermiş olmanın getirdiği 'boş oturmamalıyız, bir yer görmeliyiz' düşüncesinin etkisiyle sabah akşam bilimum turistik aktivitelerde bulunduk, öyle olunca da nasıl geçti anlamadım tabii. 

Ama zaten günlerden önce işin daha bomba kısmından, yani roommate'imiz Kristin'den bahsetmeliyim sanırım. 

Bir önceki yazıda yazmış olduğum gibi, Kristin'i Craigslist'ten bulmuştum. Ev işinin olmayacağını anlayınca bir taraflarım tutuşmuş, alelacele Craigslist'te gördüğüm her sublet ilanına (bu da şey demek işte, evinin bir odasını kiraya veriyorsun) mail atmaya başlamıştım. Kristin'e attığım mail ilk maildi. Ertesi gün de hemen tatile gittik. Otelde wi-fi olmadığından benim iphone da türkiye'de çalışmadığından internetsizdim ve noldu, mail geldi mi, ne bitti diye kuduruyordum. Allahtan annemin dandik HTC telefonunun interneti varmış da 15 dakika süren uğraşlar sonunda da olsa Gmail'e girebiliyordum. 2 gün geçti yok, 3 gün geçti yok. Hiçbir ilandan ses yok hem de. Ben otelde wi-fi soruşturmaya başladım, daha fazla ilana başvurayım diye. Neyse, bir kafede varmış, her gece oraya yollanmaya başladım elimde mac'imle, nasılsa Amerika'da daha gündüz diye. Derken bir gece gmail'i açtım ve Kristin Young'dan mail gördüm. Ama önizlemesinde 'Merhaba Ece' yazıyor görünüyordu. Noluyor lan, Türklere de mi attım ben mail derken merakla açtım mail'i. Devamı gayet de ingilizceydi. Rahat bir nefes aldıktan sonra - Türkler Amerika'da ya en büyük dostun ya da en büyük düşmanın oluyor, ortası yok, o yüzden temkinliyim - maili okudum. Meğer kızın erkek arkadaşı Türk'müş, iki ay önce İstanbul'daymış, Türkleri çok seviyormuş falan da filan. Bana odayı kiralamak çok istermiş ama tek sorunu çift kişi olmamızmış. Ben ilanlara iki kişi olacağımızdan bahsetmiştim, öyle olunca bir hayli sayıda ilan eleniyordu. Ama yine de düşüneceğini söylemiş. Ben de alabildiğine şirin, alabildiğine pohpohlayıcı bir mail attım cevaben. Ve gene uzun bekleyiş. Bu arada hala başka ilanlara da mail atıyorum ama tek bir cevap yok. Daha doğrusu iki cevap gelmişti; biri no couples diyerek çat diye reddetmiş, öteki de eve çıkmadan önce interview yapamayacak oluşuna takılmış (Türkiye'den direkt eve gidecektim çünkü). 

Tatilden eve döndük Kristin'den hala cevap yok. En sonunda dayanamadım, ben yazdım mail. Hemen geldi bu sefer cevap, meğer çok meşgulmuş falan da filan da. Ama 'The room is yours!' demiş, o yüzden affettim hemen. Öte yandan hala içim de tuhaf bir his var, çünkü başvurduğum çoğu ilan ya çok pahalı ya da yeri bir tuhaf. Ama bu ev, hem depozito istemiyor, hem Sunnyside'da metroya bir blok ötede, hem de sadece $760! Şu anda yayınımıza Türkiye'den katılan gençlerimiz için bu fiyat fazla görünebilir ama inanın bana, NYC standartlarına göre çok ucuz. Üstelik eski evimizden çok daha büyük, çok daha lüks ve metroya çok daha yakın. Ve yine de eski evin kirasından ucuz. O yüzden gerçekliğine inanamadım bir süre. Kafamda sürekli dolandırıcılık şüphesi - Craigslist'te çok olan bir şey çünkü. Facebook'ta kızı buldum, ekledim, öyle bir insan varmış yani gerçekten, buna inandım. Ama kız var da apartman var mı acaba? O yüzden hemen kontrat istedim. Onun imzalanma falan süreci 1-2 haftayı buldu, o zamana kadar ben bir türlü rahat bir nefes alamadım. Gerçi aldıktan sonra bile gergindim, New York'ta adresin kapısına gidip de öyle bir daire bulamamak da var. Bir yandan da tabii etrafa rahatmışım, ne yaptığımı biliyorum imajı vermeye çalışıyorum ki zaten sublet olayına temkinli yaklaşan anne babam iyice panik olmasın. Arkadaşlar da keza. Ve tabii ev işi konusunda bana güvenerek atlayıp New York'a gelecek olan Emre de var. Öyle ya da böyle endişelerimi arka plana atıp iki haftayı zor ettim ve New York'a geldik. Uçak gece 10 falan gibi indi New York'a. Ve nasıl yağmur yağıyor! Benim hayvan gibi bavullar falan derken baktık taksisiz olacak iş değil. JFK'de kapıdan çıkar çıkmaz zaten taksiciler karşılar seni. En son bıraktığımda flat rateleri $45'ti. Gene öyle olacak diye hazırlamıştım kendimi ve cüzdanımı ama meğersem zam gelmiş. 60 olmuş. Oha ya ödemem derken, başka bir adam geldi, you need taxi? diye sordu. Yes, to sunnyside dedim. 45 dollars dedi. OK dedim. Follow me dedi ama baktım yoldaki taksilere gitmiyor, bambaşka bir taraflara gidiyor. Otoparkı falan geçtik neredeyse havaalanından çıkıcaz. Hasiktir, elin hintlisi köşede bizi öldürüp bütük malvarlığımızı alıp kaçmasın? Irkçılıkta son nokta diyebilirsiniz ama gece olmuş 11, hava yağmurlu, jet lag'liyim, panik olmam gayet normal. :P Tabii korsan taksi meğer Queens ve Brooklyn'de yaygınmış, sonrada öğrendim bunu, Manhattan'da hiç yoktur çünkü. 

Sonunda tecavüze uğramadan, öldürülmeden, hırsızlığa uğramadan eve vardık. Bavulları binaya taşıyana kadar zaten sırılsıklam olduk. Ben içimden dua ediyorum tabii 'nolur kristin diye biri olsun, nolur dolandırıcılık çıkmasın' falan diye. Daire 3AW'nin önüne geldik ve biz daha kapıyı çalmadan açıldı kapı. Hakkaten de varmış öyle biri, Hi'laştık, isimlerimiz 3-5 kere tekrar edildi ve söylenmeye çalışıldı falan ve içeri girdik. Odaya bir girdik, kız temiz nevresim takımı, yastıklar, temiz havlu falan bile bırakmış. İnanılır gibi değil. Hala inanamıyorum, hala kızın gelip 'yeah, 760 demiştim ama, aslında o 1760'tı' falan demesini bekliyorum. Ama gayet kirayı verdim, ses etmedi falan. 

Neticede çok iyi çıktı kız. Hatta fazla iyi. Kristin'i bulmamdaki şansıma hala inanamıyorum. Daha da bitmedi zaten, durun. Kızla muhabbet ederken FIT'den mezun olduğumu, yana yakıla iş aradığımdan bahsettim. Şöyle bir durdu, şaşırdı, 'benim ablam moda sektöründe!' dedi. Hemen tanıştırayım sizi, belki bir şey çıkar, dedi. Sözünü de tuttu, bir gün Emre'le turistçilik oynarken Kristin'den mesaj geldi, akşam bir partiye gidiyormuş, ablası da orada olacakmış, siz de gelin diye. Atladık tabii. Parti daha acayipti, America's Next Top Model birincisi falan vardı ortalıkta. Ablası falan da iyi çıktı, ama kafası iyiydi biraz, neden bahsettiğimizin o sırada farkında olduğunu sanmıyorum. Partide de Kristin'le muhabbet etme fırsatımız oldu. Mailime yanıt vermesinin gecikmesinin sebebi yüzlerce mail almış olmasıymış. Onları eleme süreci uzun ve zorlu olmuş. Tam olarak beni seçmeye ikna eden şey de benim 8tracks listemmiş. Yüzyüze görüşemiycez diye flavors.me sayfamı yollamıştım da ilk mailimde her haltımın olduğu. İş yerindeymiş, 8tracks listemi dinlemeye başlamış. 1-2 şarkıdan sonra 'wow, this person is cool' demiş. Sağdan soldan da 'güzelmiş lan' tepkileri gelince, iyidir iyi demiş ve bana mail atmış. Sonunda müzik zevkim bir boka yaradı yani. Onun dışında kızın da bir Harry Potter hayranı olduğunu, kitap manyağı olduğunu öğrenince tadından yenmez hale geldi. 

Oradan çıkıp eve giderken gülmekten darmadağın olduk çünkü kız bir ara 'hayaaat beni niden yoruyosuuun' diye şarkı söylemeye başladı. Erkek arkadaşı sağolsun öğrenmiş, bir de bütün sözlerini ezberlemiş, o kadarını ben bile bilmiyordum! :D Onun dışında böyle ufak tefek Türkçe bilgisini sergiledi, sevgilisinin ailesiyle olan maceralarını anlattı ki onlara da yarıldık. 

O gün de Kristin'e ev mevzusunu açtım. Kendisi de ay sonunda Fransa'ya öğretmenlik yapmaya gidecekmiş, o yüzden ev sahibiyle konuşmuş kontratı Ağustos'tan sonra devam ettirmek istemediğini söylemiş. Ben de dedim, e o zaman evi üzerime yapayım. Çünkü ev kocaman, çok güzel ve sadece 1500 dolarmış - 2 oda. O da tamam, ev sahibiyle konuşur, hallederiz dedi. Ama işte sorun olan bir şey vardı ki ev sahipleri sağlam kredi geçmişi istiyor. İlla garantör lazım. E benim de yok. Rabia'ya sorarım dedim. Onunla da Ağustos sonrası için eve çıkma planlarımız vardı ama kesin değildi hiçbir şey. Onun da henüz bir işi yoktu çünkü ve üstelik o New York'ta kalmak istediğinden bile emin değildi. Haliyle benim işim de kesin olmuyordu. Ama bunu da kafamdaki 'sonra düşünülecekler' çekmecesine attım. En azından Kristin'den haber gelene kadar.

Her neyse, Kristin'i geride bırakırsak benim sorunlarım - ev yok iş yok - aklımın bir köşesinden çirkin başını çıkarıp arada sinirlerimi bozuyordu ama henüz panik seviyesinde değildim. Sabahları her zaman Emre'den önce uyandığım için oturup gördüğüm iş başvurularına başvuru yapıyordum, arada da Rabia ortada bırakırsa ya da Kristin'den kötü haber gelirse diye Craigslist'e bakıyordum ama ciddi değildim, alternatif var mı diye bakıyorıdum. O sırada da maşallah ilan üstüne ilan... Bileydim... Neyse. İşte hepsini kenara bırakırsak bu iki hafta gerçekten çok güzeldi. Zira Emre'ye yer göstercem diye ben de hayatımda gitmediğim bir sürü yer keşfettim. Uğramadık mahalle bırakmadık denebilir. En azından önemli olanlarından. Hatta genelde rutinimiz belliydi, öğlen yeni yer gör, turistik aktivite yap, akşam da yelp'ten çevredeki ucuz ve güzel bar seçip gidip değişik biralar denemek. Ah, those were the days.

Ağustos 19-24: Panic Starts to Show Its Ugly Head


Artık yavaştan panik olmaya başladım. Zira çünkü daha ne iş cephesinde herhangi bir gelişme var ne de ev mevzusu kesinleşmiş değil. Babam da paso arayıp bir ay daha iş bulamazsam masraflarımı karşılayamayacağını söyleyip duruyor, stresime stres katıyor... Bir yandan da Emre'ye belli etmemeye çalışıyorum, çocuğun tatiline sıçılmasın diye ama sonuçta yakın da arkadaşım, hem o farkında hem de ben de dayanamıyorum haliyle. Gerçekten o olmasa ben bütün gün yatağımda cenin pozisyonunda yatar, depresyona girerdim itinayla. Ya da 'olmayacak ya, ne kasıyorum' der, pılımı pırtımı toplar, dönerdim. Sağolsun çok destek oldu bana, her umutsuzluğa düştüğümde titreyip kendime getirdi, kendisine buradan sevgilerimi ve teşekkürlerimi iletiyorum eğer bir gün olur da okursa buraları.

O ara iki yere daha gittim iş için; biri babamın tanıdığı, adam bana iş verir diye gittim meğer sadece 'yaa demek iş arıyorsun.. zor valla' falan gibi şeyler söyledi. Ötekiyse bütün ümitlerimi söndürüp ('Bu piyasada iş bulmak çok zor. Üstelik senin gibi deneyimsiz biri... Bulamazsın paralı iş, söyleyeyim. Kan ağlıyor piyasa') parasız staj önerdi. Hiçbir şey bulamazsam oraya giderim diyordum, en azından deneyim olur...

En sonunda bir sabah gene babamla depresif bir telefon konuşmasından sonra dedim 'Ece, artık gururunu bir kenara bırakmanın vakti geldi, ofis işi bulamıyorsun işte, git bari para kazan'. Bunun üzerine aklıma ilk Amy geldi, bu arkadaş yazları hep bir mağazada satış elemanı olarak çalışıyormuş, o yüzden patronla kanka modundalarmış. İş bulamazsan bana gel, ayarlarız orada bişeyler demişti. Hemen onu aradım. Dedim durum vahim. O da ertesi gün boşmuş, buluşalım, gidelim, tanıştırayım patronla seni.

Ertesi gün Emre'yi otobüse bindirip New Jersey'deki devasa outlet mall'una gönderdim alışverişini yapsın diye, ben de gittim Amy'yle buluştum. Gittik mağazaya, M&J Trimmings diye bir incik boncuk mağazasıymış. Patron'u görmeye gittik, hakkaten canayakın bir adam, Amy de beni göklere çıkardı anlatırken. Hemen application doldurdum, adam da üzerine işaret koydu. Biraz daha umut geldi bana ama hala dertliyim, okulda birinci olmuşuz, New York'ta kalacam diye köle gibi çalıştırılmaya göz yumucam diye... Ama yapacak bir şey yok tabii, bazı şeyler için bir takım şeylere katlacaktım elbette.

Ev konusunda da Rabia garantör bulduğunu söyleyince içim biraz daha rahatladı. Böylece Emre'nin kalan günlerinde içim biraz daha rahat gezdim...

Tabii ibretlik hikaye henüz burada değil. Part II çok yakında.




I Happen To Like New York

'New York'u neden seviyorum' konu başlıklı yazıma hoş geldiniz. Yaklaşık 2 haftadır 'niye kasıyorum ki burada kalmaya bu kadar' diyip duruyordum. Bugün hatırladım neden olduğunu. 

Çünkü gerçekten sürprizlerle dolu şu salak şehir. Öyle büyük sürprizlerden bahsetmiyorum tabii, ama durup dururken mutlu eden ufak şeyler.

Sabah uyandım, baktım hava çok güzeldi. Hafta içi bayağı kötüydü çünkü, bir de hava durumunda yağmurlu olcak gibi gözüküyordu hafta sonu, o yüzden sabah güneşi görünce 'dışarı çıkayım lan' dedim. Kafamda hiçbir plan yoktu, Nook'umu çantama attım, keyfime göre bir parkta kitap okur, azıcık dolanır eve dönerim diyordum.  

Dışarı çıktım, sokaktan çıkıp caddeye çıkınca bir baktım, koskoca cadde kapanmış, kermes kurulmuş! Böyle değişik ülke mutfaklarından yemekler, değişik değişik takılar, eğlenceli ıvır zıvırlar falan. Bir de trafiğe kapanmış haldeki koskoca caddede arabalar olmadan, rahat rahat dolanmak bayağı güzel oldu. Taze taze, hemen tezgahta siparişe göre limon sıkarak limonata yapan biri vardı, hemen aldım, dolandım öyle.

Sonra orayı bırakıp Madison Square Park'a yürüyeyim dedim. Parka bir geldim, çimenlerde bir kalabalık... Meğersem US Open'a özel, açık havada tenis gösterimleri yapılıyormuş canlı canlı. Hem de Federer'le Djokovic'in maçı varmış bugün. Hemen kuruldum çimenliklere tabii. 

Sol: Ekran ve izleyenler. Böyle boş olduğuna bakmayın, bu resmin çekilmesinden yarım saat sonra oturacak alan kalmadı. Sağ: Aynı park, farklı açıyla. Hatta ilerde ekran görünebilir. Ama parkın ortasında böyle bir kafa var. Zen olmasını sağlıyormuş parkın. Neden diye sormayın...

Bu arada 5 dakika sonra falan gökyüzü karardı birden. Oha yağmur mu yağcak derken bir baktım dumanlar. İlerideki binalardan birinde yangın çıkmış. Tabii bu güzel bir şey değil belki ama şehrin asla boş durmadığını kanıtlamak açısından güzel bir örnek. :P

Maç da bayağı güzel bir maçtı zaten, doğru bir karar vermişim oturmakla. Sonra bir ara sevgili ZSA mesaj attı, Lincoln Center'da bedava filarmoni orkestrası konseri mi ne varmış, onun bilet kuyruğundalarmış. Ama inanılmaz sıra varmış, alamayabilirlermiş. Ne olur ne olmaz dedim, ben gideyim karnımı doyurayım, zaten maç da bittiydi. 

Union Square Park'a gideyim dedim bu sefer, yoldan yemek alır, orada otururum dedim. Yürürken bir çin lokantası gördüm, en sevdiğim lo mein noodle'dan paket yaptırdım, gittim parka. Bu parkta hem masalar oluyor, hem banklar hem de çimenler. Masalar doluysa banklarda, banklar doluysa da çimenlerde otururum dediydim. Baktım masalar tıklım tıkış. Tam banklara yönelcekken teyzenin biri, 'ben kalkıyorum sweetie, gel otur, gitme' dedi. Ver o mübarek elini öpeyim teyzem diyecektim ki kendimi tuttum kibar kibar teşekkür ettim. Oturdum, yemeğimi yemeye başladım, kulağımda da kulaklık var, müzik dinliyorum. Şarkı arasındaki sessizlikte baktım başka güzel müzik sesleri geliyor. Kulaklıklarımı çıkarıp sağıma soluma bir baktım, yan tarafımda 4 adet kırklarında amca enstrümanlarını kapmış şarkı çalıyorlar. Bu gayet sıradan bir olay tabii New York parklarında, ama bu amcaların farkı, istek parça kabul etmeleriydi. 2 gitar, çello ve davulları ile kulaklarımızı şenlendirdiler. The Beatles'tan, The Kinks'ten, Rolling Stones'dan, Turtles'dan falan bir sürü şarkılar çaldılar. Ama beni asıl etkileyen başka bir şey oldu... Meğersem bu amcalar gençken grup kurmuşlar, ama hayat gailesiydi şuydu buydu derken dağılmışlar. Bugün yıllardan sonra ilk defa bir araya gelmişler ve enstrümanlarını kapıp parkta yeniden müzik yapmaya karar vermişler. Bir tanesi makinasını çıkarıp izleyicilerden birine verdi, resmimizi çeker misiniz diye. Mutlulukları neredeyse yüzlerinden okunuyordu, o derece samimiydiler, yoksa 'ay para koparmak için uydurdukları hikayedir' derdim. Onun yerine 'ay kıyamam' dedim, gittim para verdim ben de, ki genelde cimriyim bu konuda. Sunny Afternoon istemiştim ben de Kinks'ten, kırmadılar sağolsunlar. :P Bir de şarkıları öyle güzel, öyle neşeli çalıyorlar ki izleyicilerin bir kısmı dayanamadı, çıktılar dans etmeye falan başladılar.

Amcalar gittikten sonra, artık nihayet öncelikli planımı yerine getireyim dedim, nook'umu çıkarıp kitabıma devam ettim. Yarım saat-kırk beş dakika falan okuduktan sonra birden önümde iki kız belirdi. 'Pardon, bir şey sorabilir miyim' dedi biri. Sure dedim. 'New Yorker mısınız?' dedi. 'Bir senede olunabiliyorsa neden olmasın' dedim. 'Aa nerelisiniz' dedi öteki. Türk olduğumu söyleyince önce bunlar omaygad omaygad diye delirdiler, noluyor lan derken biri 'mirheba nasilsiniz' dedi. 'ha?' dedim sadece. 'biz gittik türkiye, çok siviyor biz' dedi öteki. 'oha! really?' dedim. 'girçekten' dediler ve sandalye çekip oturdular. 'eeeööö noluyoruz' falan demeye kalmadan soru yağmuruna tuttular, üstelik bozuk bir türkçeyle. İngilizce cevap verdim ilkinde refleks olarak, sonra sorularına türkçe devam edince ben de türkçe konuşmaya başladım. iki cümlemin arasında da 'this is so weird' diyerek. :P Meğer geçen sene dil ve kültür öğrenmek için Türkiyeye gitmişler bir seneliğine. 'Neden ki?' dedim. 'Türkiye'yi çok seviyor çünkü biz!' dediler. 'Neden ki?' dedim yine. Suratıma baktılar tabii anlamadılar. Sonra Türkçe'lerinin sınırlarına geldiklerinde, alright, dedi, eminim yanına niye böyle geldiğimizi merak ediyorsundur, dedi. Meğersem bu iki kızcağız, misyonermiş, insanlara Jesus Christ aşkı aşılamak en büyük amaçlarıymış. 'you're... kidding, right?' diye sordum. Malesef gayet ciddilerdi. Sonra yarım saat boyunca onlar Hristiyanlığın neden en iyi din olduğunu, ben de onlara neden öyle bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Kızlardan bir tanesi de meğersem hayatı boyunca Ateist yetişmiş, üniversitedeyken İsa'yı bulmuş, daha doğrusu en zor anında İsa  onu bulmuş. Ciddi ciddi İsa'yla kişisel olarak konuşabildiklerini falan iddia etmeye başladılar. 'There is a famous quote... 'If you talk to God, you are praying; If God talks to you, you have schizophrenia,"I believe that's true' dedim, güldüler 'hmmm entellektüel birisin demek ki, o zaman entellektüelitene hitap edecek argümanlarda bulunmamız lazım' dediler. Sonrası eğlenceliydi, onlar bir şeyler anlatıyor, ben onları çürütecek karşı argümanlarda bulunuyorum falan. Yani insanların inandıkları şeylerle dalga geçmeyi sevmem ama bunlar o kadar körcesine, o kadar aptalca inanıyorlar ki sorgulamadan, elimde değildi, ben napayım. Sonunda benden bir şey çıkmayacağına karar verince gittiler, ama kesinlikle çok ilginç bir deneyimdi. 

Hava kararır gibi olunca kalktım, DSW'ya gittim. Ayakkabılarımın hepsini tüketmiştim, ciddi ciddi, zaten indirim falan da vardı, ayakkabı aldım, keyfim daha da yerine geldi. Oradan kalktım Wholefoods'tan meyve tabağı aldım. Parkta banklara oturdum bu defa, çünkü meydanda dans gösterileri vardı bu sefer. Hava iyice geç olunca kalktım eve yürüdüm. Eve gelince de bu günü kaydetmeye karar verdim. Uzun süredir ilk defa hayatımdan inanılmaz memnunum çünkü. 2 haftadır bayağı bir çile çektim zira. Onları öteki yazımda anlatıcam. Aslında ona daha önce başladım yazmaya, ama o çok uzun sürecek, hatta sanırım chapter chapter yayınlıycam. İlerde gerçekten hatırlamak istiyorum, ibretlik bir hikaye. :P O zamana dek, hoşçakalın sevgili takipçilerim!