Friday, April 30, 2010

The Age of the Understatement

Ayın Albümü

Eğer şu albümün tanıtımını yapmazsam burada, ayıp bana. Çünkü bu kadar uzun süre bıkmadan tekrar tekrar dinlediğim, hemen her şarkısına bayıldığım çok az albüm var arşivimde. Bu da onlardan biri.

Grubumuz the Last Shadow Puppets; Arctic Monkeys'den sevdiğimiz Alex Turner'la (aksanını yerim!), The Rascals'dan pek tanımadığımız Miles Kane'in bir yan projesi. İkisi de 86'lı (oha!) ve birbirlerinin ses ikizi olan bu iki şahıs, bir konserde tanışmışlar ve müzik zevklerinin benzeştiğini görmüşler. Haydi gel, kendi gruplarımızla yapamayacağımız bir albüm yapalım demişler. İyi ki de demişler, evet.
solda: Miles Kane, sağda: Alex'im Turner'ım

Tür olarak allmusic ve last.fm indie rock olduğunu söylüyor, doğrudur. Ama bildiğimiz indie rock değil bu, valla. Böyle sanki 60'lı yıllarda çıkmışlar sanırsınız bu 80'li yılların sonlarında doğmuş iki veledi.  

Şimdi öyle kallavi müzik eleştirmeniymiş taklidi yaparak tek tek grubun ve albümün soundu konusunda çok biliyormuş gibi yorumlar yapamayacağım, açıp dinleyin işte, nasıl bir şey kendiniz karar verin. Ama şarkılar konusunda tek tek yorum yapıcam, öyle istiyorum.

The Fall

Film miydi bu izlediğim? Öyleyse neden her karesinin screenshotını alıp odama tablo niyetine asmak istiyorum? Film bitince başından "şu zamana kadar nasıl olur da izlememişim? Hangi büyük aptallıkla festivallerde, sinema salonunda izleme fırsatını kaçırmışım?!" şeklinde kalktığım ender filmlerden sanırım. El Labirento del Fauno vardı bir de benzer duygular uyandıran. Ama bu daha mutlu.

Konusu kısaca şöyle; 1920'nin Los Angeles'ında bir hastanede, Meksika'lı mülteci bir ailenin portakal toplarken düşüp kolunu kırmış 5 yaşındaki kızı ile yine düşüp hastanelik olmuş intihara meyilli dublör Roy'un karşılaşışı ve masalları.  Çok twistli, merak ettirici, ilginç bir hikayesi yok; ama görsellik, oyunculuk, atmosfer, harcanan emek o kadar muhteşem ki hissetmiyorsunuz onu. 

Görsellik... Tarsem Singh amcamızın emek harcadığı, görselliğe önem verdiği sadece sahnelerin güzelliğinden değil, çekimlerin en az 30 ayrı ülkede yapılmasınndan da anlaşılabilir. Aralarında Aya Sofya'mız da bulunuyor hatta. Life, Universe and Everything sizin için araştırdı: Burada gidilen ülkeleri ve sahnelerini bulabilirsiniz. 

Ayrıca Alexandria'yı oynayan Catinca Untaru'ya iki çift lafım var. İnsan mısın sen? Bir yerde satılıyor mu bunlardan, kendime istiyorum! Bu nasıl doğallık, nasıl şirinlik, nasıl gerçekçiliktir! Senaryo vermemişler eline sanki, olay örgüsünü yaratmışlar ve kenarlara gizli kamera koyup kızın yaşadıklarını çekmişler. Diyalogları, anlamayıp 'what' diye sorması, Roy'un söylemeye çalıştığı şeyi bazen dinlemeyip kendi istediği konuya geçmesi, mimikleri, ifadeleri, kurduğu cümleler o kadar gerçek ki! Zaten sonradan öğrendiğime göre, Roy'u canlandıran Lee Pace'in gerçek hayatta da kötürüm olduğunu sanıyormuş, yönetmen de bırakın öyle sansın demiş, Lee Pace de gerçekten bir süre yürümemiş hiç. Çekim aralarında bu kızımız adama üzülüp yemek falan götürüyormuş, öyle bağlanmış.

Pushing Daisies'den tanıdığımız Lee Pace'i de tanımadım bir türlü, film boyunca çıldırdım kimdi bu diye. Artık benim için Pushing Daisies'deki Ned değil de The Fall'daki Roy olarak tanınıcak, o derece başarılı ve etkiliydi. Ben dizi karakterlerinin kafamdaki imajını kolay kolay silip atmam. John Krasinski Jim'dir, adını hatırlayamadığım Izzie Izzie'dir, Steve Carell Micheal Scott'tır benim için. Neyse.

Aralarındaki kimya diyorum, ne güzeldi... Hayret ettim Lee Pace'e; ben olsam çekimler bittikten sonra dayanamaz kızı nüfusuma geçirmeye falan çalışırdım. Kaçırırdım en olmadı. Roy'un uykuya daldığı, kızın onu uyandırmaya çalıştığı ve zırt pırt öpücükler kondurup orasını burasını çekiştirdiği sahne ne sevimliydi yarabbim! Onların karşılıklı ağlaştıkları, kızın "don't kill him", "let him live", "I don't want you to die" diye yalvardığı sahnede onlarla birlikte ben de hüngür hüngür, salya sümük ağladım "allah belanı versin, Roy, dediğini yapsana kızın" diye.

Bir de tabii soundrack'inin Beethoven'ın  7. senfonisi olması da filmin güzelliğini tepelere çıkarıyor.

Eğer hala derhal download ortamlarına koşmaya (ya da dvd'cilere diyerek korsanın tü kaka olduğunu iddia edeyim hadi) ikna olmadıysanız, filmin David Fincher ve Spike Jonze tarafından present edildiğini (nedir ki bu, sunulmak?) bildirmeyi borç bilirim. Bana inanmıyorsanız onlara inanın. Onlara da inanmıyosanız zaten çok afedersiniz gidin bir çay koyun.

Son olarak: Googly googly googly, go away!

Tuesday, April 27, 2010

Sweet Dream

Persephone'nin Fantastik Rüyaları: Take Two. İlki için: nah burası :P

Başka bir evren ya da başka bir zamandayız. Neresi ya da ne zaman bilmiyorum, sadece bildiğimiz dünya değil. Bu dünyada kötü, şeytani bir organizasyon var bir de bu organizasyonun bir yeri. Bunlar arada sırada insanların arasına karışıp, insanları kaçırıp götürüyorlar bu yerlerine. Ne yaptıkları, yaptırdıkları, neresi olduğu bilinmiyor; zaten halk arasında da efsane haline gelmiş durumda. Anneler çocuklarını falan buraya göndermekle korkutuyor falan. Biz bir gün Can ve Dilda'nın suretinde ama Dilda olmayan (yok, mümkün değil, dilda olamaz o kişi ) bir kişiyle dağda, bayırda, çimenlikte bir yerde oturuyoruz. Deniz kenarı burası aynı zamanda işte, deniz tarafından gürültüler duyuyoruz bir ara. Nedir, noluyor falan derken birden etrafımız sarılıyor. Tuhaf giysili, yüzleri kafalı adamlar tutuyor bizi götürüyorlar bir gemiye. Gemide ellerimizi, kollarımızı, gözlerimizi bağlıyorlar. Bir yandan da kırbaçlıyorlar sürekli. Sonra bir adaya varıyoruz, gemiden indiriliyoruz, tek sıra halinde yürütülürken birden başka bir gürültü kopuyor ve birden çekip alınıyorum. 'Dur, arkadaşlarım kaldı, onları kurtarmam lazım!' diye geri dönmeye çalışıyorum ama gizemli kurtarıcım izin vermiyor, 'geri dönersen, ne onları kurtarabilirsin ne kendini,' diyor. 

Sonra gel zaman git zaman ben bu gizemli kurtarıcımla sevgili oluyorum, nişanlanıyoruz, dağda bir eve taşınıyoruz. Benim sürekli aklımda Can ve Dilda, içim içimi yiyor, mutlu olamıyorum, onları kurtarmam gerek! Ama nişanlım onların çoktan ölmüş oldukları konusunda beni ikna ediyor, zaten gitmenin ve onları kurtarmanın mümkün olmadığını söylüyor. Artık içeri girdikten sonra çıkış yoktur çünkü. 

Sonra bir gün ben çamaşır asarken bir kadın geliyor. Kucağında da bir bebek. Bir bakıyorum Can'ın karısı bu! Biz pikniğe gittiğimizde doktora gitmesi gerekiyormuş da gelememiş, Can'ın bu evil organizasyon tarafından kaçırıldığını duyunca Kanada'ya gitmişti. Kucağında bebekle görünce önce içimden sövdüm, 'daha koca kaçırılalı ne kadar oldu, gitmiş başka birini bulup çocuk yapmış, vay orospu' diyorum. Sonra geliyor anlatmaya başlıyor. Meğer çocuk Can'danmış, o gün doktora gidince öğrenmiş, eve gidip kocasına bu mutlu haberi vermek için beklerken Can'ın evil ada'ya götürüldüğü haberini alınca yıkılmış ve Kanada'ya ailesinin yanına gitmiş. Benim kurtarıldığımı öğrenince de demek umut var, adadan geri dönülebiliyor, diye düşünüp benim izimi bulmuş. Ağladı saatlerce, o adadan sağ dönen senden başka tanıdığım yok, kurtarmak zorundasın, arkadaşlarını düşünmüyorsan kucağımdaki şu fakiri düşün, babasız mı büyüsün! 

Zaten ben de pılımı pırtımı toplayıp gitmeye yer arıyorum, bunun üzerine nişanlımı organize edip bir kurtarma planı düzenliyoruz. İşte başka kişiler katılıyor plana, adanın içindeki kalemsi yere girmek imkansız ve daha önce yapılmamış bir şey olduğu için, ne olacağını da bilmiyoruz.

Sonunda adaya gidiyoruz, kaleye de altındaki kapalı otoparkından (ohahaha) giriyoruz. Elimizde de tüfekler, önümüze geleni öldürüp onların üzerindekileri giyiniyoruz ve kimliklerini çalıyoruz. Nasıl olduğunu hatırlayamadığım bir şekilde (uyanınca uzun süre düşündüm ama yok, hatırlamıyorum) bir şekilde buluyoruz Can ve Dilda'yı. Can gene normal halde ama Dilda tekerlekli sandalyede. İkisi de tabii yara bere içinde, perişanlar. Ama onları kurtarınca kale alarma geçiyor, peşimize düşüyorlar. Tam direk dış dünyaya açılan asansörün (narnia mübarek) oraya gelince dört bir yanımız sarılıyor. Asansöre atıyoruz kendimizi ama asansör çalışmıyor! Nişanlım ve Can tamir ederken biz de çevredekileri tarıyoruz tüfekle. Tam asansör düzelince dilda nişanlımın bombalarla dolu çantasını alıp kendisini asansörden dışarı atıyor. Ben peşinden gidiyorum, manyak mısın, sonuna geldik işte, niye geri dönüyorsun!? Dilda da diyor ki 'peşimizde 100lercesi var, asansör yeterince hızlı değil, bizim peşimizden dünyaya gelirler, hiçbir anlamı yok'. ben de diyorum ki, olacaksa olsun, arkada bırakmam kimseyi! Sonra diyor ki 'Anlamıyor musun, gelmek istemiyorum işte! Artık dünyaya dönemem, orada insan olamam, burada öyle şeyler gördüm, öyle şeyler yaptım, öyle şeyler yaşadım ki! En azından bu dünyada ölümüm bir anlam ifade eder! Senin nişanlın, Can'ın karısı ve çocuğu var; benim hiçbir sebebim yok' diyor ve beni içeri itip kapıyı kapatıyor. Asansör çalıştıktan kısa süre sonra büyük bir patlama duyuyoruz. Dünya'ya varınca Can'a kızıyorum, niye yardım etmedin, niye orada kalmasına izin verdin diye bağırıyorum ama hiçbir şey demiyor, o da aynı şeyleri görmüş, yaşamış, Dilda'ya hak veriyor. Ben ağlıyorum falan. Can'ın yavuklusu bizi bekliyormuş, en son işte onların sarıldıklarını gördüm. 

Ha, soundtrack'i de var, rüya süresince Greg Laswell'in Your Ghost'u çaldı. Hatta verelim linkini de :P



Bu bir rüya evet! :P

Monday, April 26, 2010

Put the Book Back on the Shelf

Son zamanlarda okuduğum ve bayıldığım iki kitabın sevgili Eren'in açtığı kitap blogumuza yazdığım yorumları buraya da kopyalacağım, ayrı bir yorum yazacak zamanım ve hali hazırlda eve bağlatılmış bir internetim olmadığından dolayı.

Extremely Loud and Incredibly Close - Jonathan Safran Foer

11 Eylül'de babasını kaybeden Oskar, birkaç sene sonra mavi bir vazonun içinde bir anahtar bulur... Anahtar babasına aittir ait olmasına da, New York şehrindeki 162 milyon kilitten hangisini açmaktadır?



Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, kayıplara, arayışlara, insan ilişkilerine, yalnızlığa, kalabalıklara, acıya ve coşkuya, içinde yaşadığımız şehirlerin labirentlerine, asla adresine ulaşamayan mektuplara, gece yarısı anlatılan masallara, rüyalara ve gerçeklere, söylenen ve asla söylenememiş sözlere dair çarpıcı, eğlenceli, sürprizli ve birazcık da sihirli bir roman.

(arka kapaktan alıntı)


Sanırım hayatımda okuduğum en içten, en hüzün dolu, en buruk kitap. Bu hüngür hüngür ağlattığı, her sayfasında ayrı bir trajedinin yaşandığı, acıların kitabı olduğu anlamına gelmiyor elbette, yalnızca yazar öyle bir dil kullanmış ki, hissediyorsunuz karakterlerin hüznünü, ne yaşadıklarını. Dokuz yaşındaki Oskar'ın o sevimli masumiyeti, icatları ve bilmişliği arkasındaki acı ve babasına duyduğu özlem, yaşadıkları dolayısıyla konuşmayı kesmiş dedesinin doğmamış çocuğuna asla göndermediği mektuplardaki sessiz çığlıklar ve babaannesinin sevgiye olan açlığı, kitapta karışık bir sırayla, muhteşem bir kurguyla anlatılmış. 11 Eylül, Dresden Bombardımanı ve Hiroşima'nın, farklı kişileri farklı zamanlarda ama aynı şekilde etkilemiş etkileri. Hüngür hüngür ağlatmadığını iddia etmiş olabilirim gerçi ama Hiroşima'da kızıyla ilgili hikayeyi anlatan kadının bölümünde hıçkıra hıçkıra bir hal oldum, yalan söylemeyeceğim. Kitaptaki resimler, ve sonundaki animasyonumsu kısım da görsellik katarak daha da güzelleştiriyor. Ayrıca Oskar gibi çocuğum olsun, başka hiçbir şey istemem. Bir kaç alıntı vermezsem de gözüm açık gider. 
"Sometimes I can hear my bones straining under the weight of all the lives I'm not living" 
"I regret that it takes a life to learn how to live." 
"I felt, that night, on that stage, under that skull, incredibly close to everything in the universe, but also extremely alone. I wondered, for the first time in my life, if life was worth all the work it took to live. What exactly made it worth it? What's so horrible about being dead forever, and not feeling anything, and not even dreaming? What's so great about feeling and dreaming?" 
"I thought about all of the tings that everyone ever says to each other, and how everyone is going to die, whether it's in a millisecond, or days, or months, or 76.5 years, if you were just born. Everything that's born has to die, which means our lives are like skyscrapers. The smoke rises at different speeds, but they're all on fire, and we're all trapped." 

Har - Murat Uyurkulak



“Bu ülke, ki Netamiye derler adına, ulu bir ejderhanın mide fesadından doğdu. Biz oradaydık, gördük her şeyi. Kıyametin yarım boy küçüğü bir alamet gündü. Yalan elbet, ulu falan değildi ejderha. Kanatlarından irin saçan, pespaye bir yaratıktı aslında. Hastaydı, uçarken kusuyordu sürekli. Şöyle son bir kez titredi, süzülürken ağzını açtı ve macunumsu fokurdak bir sıvıyı, uzun ince kilimler misali, kadim suyun ortasına seriverdi. Ejderha olgun bir armut gibi yere düşerken, macunkilim de hızla katılaştı, kabarcıklarından dağlar vadiler denizler hasıl oldu, bu ülke böyle vücut buldu.
Üzerinden her daim ekşi kokulu dumanlar tütmesi ondandır.”


Murat Uyurkulak’ın ilk romanı Tol çok sevilmişti. Har’ı da seveceğinizden eminiz. Dumanı tüten bir kıyametin romanı Har. Gökte melekler, cinler, “ben”ler, şeytanın ta kendisi, yerde Numune, Onüç, Otuzbeş ve bütün Yamuklar, tekmili birden aynı alametin üzerinde. Ne diyelim, Büyük A hepimizi korusun!

(arka kapaktan alıntı)


Arka kapak yazısına bayılıp bir solukta bitirdiğim bir kitap. Yaratıcılıkta sınır tanımayan, ironik, eğlenceli, öfkeli, inanılmaz doğal ve gerçekçi dili zaten elden düşürtmediği gibi, fantastik görünse de hakikatin (hatta neredeyse can acıtacak kadar) dibine vurmuş hikayesi de kitabı okuyup bitirene kadar rahat verdirtmiyor. Türkiye'nin (pardon, Netamiye'nin...) bugününü ve geçmişini kah gökteki ne idüğü belirsiz 'ben'likler kah da Numune isimli fazlasıyla tipik bir gencin gözünden anlatırken yaptığı göndermeleri takip etmek de fazlasıyla eğlenceli - yazar hiçbir gerçek isim kullanmamış çünkü. Xırbo'lar, bülbüller ve kaplanlar (iki çok güzide futbol takımımız), conlenın, Cana Cankatan, Amkıta, Askıta, Açkıta ve benzeri isim oyunları da Büyük A sizi inandırsın tadından yenilmiyor. Kısacası; okuyun, okutun. 

(bunda da alıntı verecektim de kitabı derhal elimden çalan Ennoia kişisi sağolsun, kopyalayacak kaynak bulamadım. Gerçi bir tane hatırlıyorum, tam olarak aynısı olmayabilir, aşağı yukarı şöyle bir şeydi)

"'Seni böyle seviyorum' diyenden kork. 'Öyle'nden tiksinmektedir zira."



Friday, April 16, 2010

My Little Corner of the World

Yazmak istediğim bir kaç dizi, film ve müzik eleştirisi var ama zamanım yok, deemit! Taşınıyoruz, nihayet. Odamı topluyorum işte; sabahtan beri kolilere, poşetlere dolduruyorum her bir şeyi. Nakliyeciler yapıyormuş artık o işi, ama olsun, onlar saçma sapan paketleyecekler, hiiiiç gelemem. 

Ama tabii, saklayacak çok yeri ve çok şeyi olan ve hiçbir şeyi atmaya kıyamama hastalığından muzdarip bir insan olduğumdan uzun sürüyor. Sinema, konser, otobüs biletleri falan bile duruyor lan. En bombası günlüklerimdi ama. Hep özenirdim günlük tutmaya, o yüzden böyle hayatıın belli dönemlerinde süslü püslü defterler almışım hep, ilk 20-30 sayfalarını düzenli tutmuşum, gerisi boş falan. Ama en azından bu nöbetlere sık girmişim, okuyacak bir sürü şey çıktı. Ortaokul güzelmiş, onlara bayağı güldüm de lise ne iğrençmiş onu hatırladım. Sadece kendi salaklığım ve ergenliklerim değil, öyle olsa gülüp geçicem ama bildiğin iğrençmiş lan. Sinirlendim gündüz gündüz... İsmi Cıngıllı olan bir okuldan ne bekliyorsam. Aman iyi ki atlatmışım o yılları, hayatımın hiçbir evresinde o günler için aaah ah diyeceğimi sanmıyorum. Diyeceğim tek zamanlar, lise sondaki okuldan kaçtığımız, genelde Kadıköy'de yaşadığımız zamanlar. Neyse...

Ama artık madem taşındığımız yerde bunca şeyi saklayacak yerim olmayacak, e zaten 3 ay sonra da yolcuyum New York'a ve ne zaman döneceğim meçhul, haliyle iyi bir temizlik yaptım bugün hayatımda. Güzel ve önemli anılarım dışında ne varsa poşetledim ve kapının önüne koydum. Geri kalanlar da tek bir koli tuttu zaten. Bir rahatladım mı sana... İhtiyacı varmış resmen psikolojimin böyle bir temizliğe. Odam mobilyalar dışında bomboş şimdi. Kocaman da oda, tuhaf geliyor.

İnternetim de olmaz şimdi bağlatana kadar... Offf, kötü oldu bu. 

Bugünkü şarkımız 10cc'den. Kötü bir ruh haliyle dinlendiğinde sıçar adamın ağzına, benden söylemesi. 


Thursday, April 15, 2010

The Happiest Days of Our Lives

Yaklaşık bir haftadır, kültür-sanat namına tek yaptığım şey İTÜ'nün kültür-sanat binasındaki tuvaleti kullanmak olduğundan, yine bir günlük yazısı olacak bu. Ama güncellenmiş dünya görüşüme ve birdenbire gelişmiş ırkçılığıma dair önemli bilgiler edinebilirsiniz.

Açıklıyorum bu görüşü sevgili izleyenler:

Çekikten dost olmaz! 

Japon kızımız Emi, sağolsun, içimdeki Japon sevgisini 36 saat gibi bir sürede yok etti. Artık japon, japonya, japonca tabu kelimlelerimiz grubumuz içerisinde, mümkünse tanıdığım son Japon olsun Emi. Ya da tanımak da değil aslında, tadımlık alındığında çok sevimli geliyor (bkz; bir önceki yazım) ama ne zaman ki olay turist-yerli ilişkisinden çıkıp birlikte yaşamak evresine geliyor; o zaman işte overdose oluyorsun. Peki alt tarafı ikiyüzelli gram olan bu minicik Japon ne yaptı da nefretimizi kazandı? Bu sorunun cevabı, aşağıda anlatacağım olaylar dizisi içinde saklı. Neticede olayı sadece yeni kazandığım dünya görüşümle gölgelemek istemem, şu geçtiğimiz bir kaç gün aslında üniversite hayatımda en eğlendiğim bir kaç günden de biriydi. 

Her şey Pazar günü başladı. O gün hala sevdiğimiz Emi'yi Galata kulesine götürme planları içerisindeydik. Önce Taksim'de Emre ve Can'la buluştuk. Saat daha 12 olduğundan açtık ve fast-food yemek istemediğini ve adam gibi kahvaltı yapmak isteyen Emre ve çok uzağa gitmemek isteyen şahsım sayesinde Gloria Jeans'te oturduk. Neden bilmiyorum, unutmuşum o kadar pahalı olduğunu. Bir yandan yemek yerken, bir yandan henüz Japon kızımızı görmemiş ve genel olarak Japonları sevmeyen Emre'ye Emi'yi ve ne kadar sevimli olduğunu anlatıyoruz. Neyse, kazıklarımızla birlikte tostumuzu da yerken Emi ve Tansel'ler de geldiler. Tanıştılar, ettiler (Emre'yi telafuz edemeyen Emi'nin Emine diyebilmesi de bizlere eğlenceli dakikalar yaşattı). Sonra Taksim'de dolaşalım dedi işte, biz de çıktık. Sonra da aslen Taksim'i o kadar da çok görmek istemediğini, amacının sabah yedikleri simitleri eritmek için yürümek olduğunu öğrenince, dedik madem öyle, hemen geçelim Tophane'ye. Nargile içmediğini, denemek istediğini söylemişti de... Para vermek istemediğimiz için de, Kabataş'a yürüyelim dedim, hem sen egzersizine kavuşmuş olursun hem de biz Füniküler'e vereceğimiz parayı cebimizde tutmuş oluruz. Bu fikrimle de müstakbel İmparator Emre tarafından yeni ülkesinde Maliye Bakanı ilan edildim. Bundan önce Garsonları Masaya Çağırmadan Sorumlu Bakan'dım da. :P 

***
(amanın ikiye bölmeyi öğrendim, uzuuun uzun yazılar kötü görünmeyecek, oley! ama şarkıyı öne koyayım istedim, hikayenin devamıyla ilgileniyorsanız devamını okursunuz)

Bu seferki şarkımız son zamanlarda pek bir taktığım Kaiser Chiefs şarkısı Oh My God olsun. (oh my god i can't believe it i've never been this far away from home sözleriyle durumumla çok da alakasız değil aslında)





Saturday, April 10, 2010

Young Folks

Günlük yazmak istedim.

Ders çalıştığım için olsa gerek. Ders çalışmaya başladığımda sürekli yapacak başka şeyler bulabilme kapasitesine sahip biriyim ne de olsa.

Ama sevindirik oldum gece gece; tek dersim ispanyolcadan vize var pazartesi, hoca da yaklaşık on sayfalık Avusturya imparatoriçesi Sisi hakkında bir makale verdi, ondan olcaz vizeyi. Makale de bildiğimiz makale, öyle bizim için basitleştirilmiş değil. Sorular basit olacakmış, genel konuyu kavramanız yeter diyor hoca ama, sözlüğe baka baka okurken fark ettim, anlıyorum lan! Öğreniyorum ciddi ciddi İspanyolcayı.. Seviyorum dil öğrenmeyi ya..

Dil demişken... Yeni çeviri aldım sonunda, ama maaaaalesef Time Out yine. Ama en azından Barselona gibi bir yer, daha ilginç. Özellikle başlarında 30-40 sayfalık bir tarih kısmı var, oraları zevkle çevirdim. Epsilon temsilcim Eren'e saygılar, sevgiler, öpücükler buradan :P

Ha, taşınıyoruz sonunda. Kadıköy'ye, E5'e yakın, Koşuyolu'nda. Ama tadını çıkarmak için 3 ayım var, daha önce satılamazdı sanki ev!

Ha bir de Japon kız geldi, Emi adında, arkadaşın arkadaşının arkadaşı şeklinde. İstanbul'a geliyormuş, kalacak yeri, kimsesi yokmuş. Serdar'a pasladım hemen, hem ondan zarar gelmez, hem de müsait evi var diye. Şimdi biz de orayı burayı gösteriyoruz kendisine. Pek sevimli, çocuk gibi bişey. New York'ta da vardı japonlar, o zamanlar da çok gülerdik bu huylarına ama unutmuşum, Emi sayesinde yine hatırladım: çıkardıkları sesler çok komik ya! Sürekli ses efektleri yapıyorlar, Anime'dekiler abartı değilmiş ciddi ciddi! Her anlama efekti yaptığında yanaklarını sıkasım geldi hatunun. Ben de animelerden, ordan buradan bir kaç japonca kelime biliyorum ya, onları söyledim, kız bayıldı ses tonuma :D 'Senden süper seiyuu (anime seslendirenler) olur' dedi durdu, sürekli bana japonca kelimeler söyletti. Ben her söyleyişimdeki sevincini görmeniz lazımdı ama, inanılmaz coşkulu insanlar bu japonlar yahu! Zaten Can da japonca kursuna gittiği için artık japoncası aşmış, o da sürekli konuştu onla, kıskandırdı hepimizi. Fotoğraf koymak isterdim de bütün fotoğraflar Slovak arkadaşı Jana'nın makinasıyla çekildiği için bende yoklar. Serdar alcaktı ondan, ben de ondan alcam günün birinde umuyorum..

Bir de tramvayda Emi, Serdar ve ben hızlı hızlı ingilizce konuşuyorduk, önümüzdeki amcanın biri geldi bana 'are you iranian?' dedi.. anlamadım, iki saat zaten, sonra 'yok amca türküm ben' dedim, 'aksanınız çok benziyor' dedi. Ne alaka lan, gayet düzgün konuşuyorum ingilizceyi ben! Gerçi iranlı ingilizcesi nasıl oluyor onu da bilmem, en yakın örnek Lostiemiz Sayid, ama Sayid'in ingilizcesiyle benimkinin bir alakası olmadığı bir gerçek. Sayid'in ingilizcesine de girmeyelim zaten, yarılıyorum o adamın ingilizcesine, her zaman her yerde hep kibar, hep resmi. :P

Özlemişim ama aktif bir şekilde ingilizce konuşmayı, New York'u mu özledim ne... Yasemiiin seni de özledim!

Başlıktan da fırsat bu fırsat, şarkı önerimi.. Young Folks adlı muhterem şarkı bütün sevenler için geliyor...

Orjinali Peter Björn & John, ikincisi the Kooks da eğlenceli bir cover.




Neyse, makaledeki resminden Sisi yargılayıcı gözlerle bana bakıyor. Tamam lan, geliyoruz işte!

Sunday, April 04, 2010

And the Mercy Seat is Waiting

Uyuyamadığım için mi müzik dinliyorum yoksa müziği kapatmaya kıyamadığım için mi uyuyamıyorum? Senelerdir kafamı kurcalar durur bu... Genelde çözüm olarak macbooku uygun bir yere yerleştiririm, yarım saate kapancak şekilde ayarlarım, müzik loopta usul usul çalarken uyuyakalırım. Ama bu gece üç kere tekrar açtım bilgisayarı yahu!

Neyse, bu vesileyle bloga şu muhteşem şarkıyı koyayım dedim. Bir Nick Cave & the Bad Seeds şarkısı ama eline aldığı her şarkıyı orjinalinden daha mükemmel hale getirebilen bir adam olan Johnny Cash de söylemiş şarkıyı. Hangi mükemmel insan daha güzel söylemiş ben henüz karar veremedim, ikisini de koyacağım. -- Embed yasakmış, yıkıldım, link veriyorum...


Saturday, April 03, 2010

The King Stay the King

The Wire hakkında yazılacak çizilecek çok fazla şey var, ama bir yandan da yazamam gibime geliyor. Anlatamam çünkü basit kelimelerle, sayfalarca yazmam gerekir. Sadece şununla yetinebilirsiniz ama, televizyon tarihinde yapılmış açık ara farkla en iyi şey. Hatta genel olarak tarihte de ilk ona girebilir.

Dizide birbirinden güzel yüzlerce sahne var ama bir tanesi diziye dair spoiler vermeden ya da dizinin konusunu bilmeden de anlaşılabilecek bir şey olduğu ve benim favori sahnelerimin arasında olduğu için onu koymazsam bloga gözüm açık gider. En sevdiklerimden D'Angelo Barksdale karakterinin, diğer nigga'ların satranç masasında dama oynadıklarını görünce onlara satranç öğretmeye karar verir. İzlediğim en güzel satranç sahnelerinden biridir de aynı zamanda.




Zenci ingilizcesi anlaşılmayabilir, altyazısız izlemek gibi bir şey çok zor çünkü bu dizide. Diyaloğun tamamını bulamadım, bu kadarı da yeter ama.

D’Angelo Barksdale: Now look, check it, it’s simple, it’s simple. See this? This the kingpin, a’ight? And he the man. You get the other dude’s king, you got the game. But he trying to get your king too, so you gotta protect it. Now, the king, he move one space any direction he damn choose, ’cause he’s the king. Like this, this, this, a’ight? But he ain’t got no hustle. But the rest of these motherfuckers on the team, they got his back. And they run so deep, he really ain’t gotta do shit.

Preston ‘Bodie’ Broadus: Like your uncle.

D’Angelo Barksdale: Yeah, like my uncle. You see this? This the queen. She smart, she fast. She move any way she want, as far as she want. And she is the go-get-shit-done piece.

Wallace: Remind me of Stringer.

D’Angelo Barksdale: And this over here is the castle. Like the stash. It can move like this, and like this.

Wallace: Dog, stash don’t move, man.

D’Angelo Barksdale: C’mon, yo, think. How many time we move the stash house this week? Right? And every time we move the stash, we gotta move a little muscle with it, right? To protect it.

Preston ‘Bodie’ Broadus: True, true, you right. All right, what about them little baldheaded bitches right there?

D’Angelo Barksdale: These right here, these are the pawns. They like the soldiers. They move like this, one space forward only. Except when they fight, then it’s like this. And they like the front lines, they be out in the field.

Wallace: So how do you get to be the king?

D’Angelo Barksdale: It ain’t like that. See, the king stay the king, a’ight? Everything stay who he is. Except for the pawns. Now, if the pawn make it all the way down to the other dude’s side, he get to be queen. And like I said, the queen ain’t no bitch. She got all the moves.

Preston ‘Bodie’ Broadus: A’ight, so if I make it to the other end, I win.

D’Angelo Barksdale: If you catch the other dude’s king and trap it, then you win.

Preston ‘Bodie’ Broadus: A’ight, but if I make it to the end, I’m top dog.

D’Angelo Barksdale: Nah, yo, it ain’t like that. Look, the pawns, man, in the game, they get capped quick. They be out the game early.

Preston ‘Bodie’ Broadus: Unless they some smart-ass pawns.

Release the Kraken!

Bugün apar topar gittik buna. Öyle çok bir eleştiri yapılacak bir film değil, ama etmek istediğim bir kaç kelam var yine de tabii.

Böyle fantastik, mitolojili, yaratıklı maratıklı filmleri bayıla bayıla izlediğimi söylemekle başlayayım önce. Ha, izledikten beş dakika sonra unutur muyum? Hemen hemen her seferinde hem de. Ama popcorn'umu alıp başına kurulduğum o bir kaç saati de harcanmış zaman saymam.

Nitekim bu da öyle; bol bol aksiyon, çok diyalog yok, öyle çok düşünmüyorsun, kafa dağıtıyorsun, mitolojiye bayılan ve o konuda oldukça bilgisi olan biriysen (bkz: nickim olan Persephone) tanıdık simaları görüyorsun falan, bir de sinemada izleyince, gayet keyifliydi şahsen.

Ama, çok da bir olayı yoktu. Hatta, bayağı tırttı da diyebilirim. Liam Neeson'ın Zeus'unun hiçbir olayı yoktu, hatta arkadaşın değimiyle drag queenlere benziyordu yani, saçları olsun, ışıl ışıl kostümü olsun. :P Olimposlu tanrılar desen, figüran hepsi, bir Apollo'yla Poseidon'un one-liner'ları vardı, gerisi fıs. Ne bileyim, nerede Hera? :P Ben bekledim şahsen, Zeus'un piçine karşı Hades'le bir olmasını falan. Gerçi remake bir film, orjinalini falan izlemedim, konusunu neyim bilmiyorum ama, isterdim yani. Nerde titanlar bir de sorması ayıp? Neyse, oralara takılmayalım, dediğim gibi remake neticede.

Ayrıca her şey çok hızlı gelişti yahu, birden yeraltına geldiler, sonra bir baktık medusayla savaşıyorlar. Hele en büyük hayal kırıklığını fragman çıktığından beri büyük hevesle beklediğimiz Kraken yarattı valla. Hakkaten assolist çıktı şerefsiz, filmin sonunda geldi, 5 dakika bir terör saçtı, sonra Perseus iki medusa gözü ışını saldı, taşa dönüşüverdi. Gereksiz heyecan yapmayalım, nasılsa sonu belli, daha fazla CGI'a para vermeyelim demiş olabilirler, saygı duyarım. Ama Kraken'e olan saygımı yitirdim valla. Ama tabii gün içinde 1500 kere falan birbirimize 'Release the Kraken!' demiş olmamız gerçeğini değiştirmiyor. :P

Ha bir de, fanatik God of War'cu olarak, film boyunca joystick aradım. Her savaş sahnesinde kafamdan tuş kombinasyonları geçirdim, ekranda yuvarlak tuşu çıkmasını bekledim. Hikaye hemen hemen paralel zaten, orada da Kratos tanrılara karşı geliyor, onlara savaş açıyor, Titanlarla bir oluyor. Onda da medusa kafası koparıp, düşmanları kafayla taşa dönüştürmeye çalışmıştık falan. Tek farkı, Perseus'un Kratos'un karizmasına asla ve asla erişemeyecek olması. Zaten Perseus doğuştan demigod olsa da dandik bir karakter, ama Kratos kendi uğraşıp tanrı statüsüne erişmeye çalışıyor. I am the god of war ulan! (Gerçi, içim yanıyor, PS3'üm olmadığı için oynayamıyorum GoW 3'ü :( Olan arkadaşlara buradan selam ederim).

Son olarak, boş vaktiniz varsa, bu tür filmleri seviyorsanız, gidin izleyin, eğlenceli, popcorn filmi. Ama belki gittiğimiz sinemadan kaynaklanıyordur bilemiycem ama (Kadıköy Nautilus Cinebonus) 3D çok başarısızdı yahu! Verdiğim para içime oturdu resmen, üç boyutlu tek şey altyazılardı... Gerçi Avatar gibi 3D kamerasıyla çekilmiş bir film değil, sonradan 3D yapılmış ama yine de bu kadar dandik olmasını beklemiyordum. Yani 2D giderseniz bir şey kaybetmezsiniz.

Thursday, April 01, 2010

You Can't Take the Sky From Me

Firefly

Yaratıcı: Joss Whedon
Sezon Sayısı: 1
Bölüm Sayısı: 14 (+ Film - Serenity-)
Tür: Bilim Kurgu, Dram, Western

Yatacak yerin yok, Fox. Nedir Joss Whedon'la ve cillop gibi dizilerle alıp veremediğin, açıklamanı istiyorum. Angel, Dollhouse, Firefly üçü de şahane, üçü de Fox tarafından iptal edilmiş Whedon dizileri. Tabii, Whedon'ın tekrar tekrar neden Fox'a gittiğiyse asla anlayamayacağım bir şey.

Konusuna gelirsek... Dünya belli bir süre sonra artan insan nüfusunu barındıramaya başlıyor ve yeni güneş sistemleri aramaya koyuluyorlar. En sonunda bir sürü uyduları, ayları, gezegenleri olan bir sisteme yerleşiyorlar. Dizimiz de 2517 yılında, Firefly sınıfı kargo gemisi Serenity'nin mürettebatı ve yolcularının hikayesini anlatmakta. Dizinin ilk bölümü, bütün milletleri tek bir çatı altında birleştirmek (Unification) isteyenlerle (Alliance) ile bağımsız devletler arasındaki savaşı, bağımsızların (ya da 'Browncoats'ların) kaybetmesiyle başlıyor. Asıl hikayemiz de savaştan bir kaç yıl sonra, the Alliance'a karşı savaşmış eski bir asker olan kaptan Malcolm Reynolds ve mürettebatının, bazen yasal bazen de yasadışı kargo teslimatı olarak tanımlayabileceğimiz işler yaparak ve Alliance'tan uzak durarak hayatta kalma mücadelesi.

Tür olarak, western ve bilim-kurgu gibi ilk duyulduğunda 'ne alaka?' dedirten bu karışım, diziye çok farklı, tadına doyulmaz ve sadece Battlestar Galactica'da yakaladığım bir hava katmış. Bilim-kurgu'luk zaten sadece uzayda ve 500 yıl sonra geçmesinde var, toprağa ayak bastıklarında normal kurşunlu tabancalar, ulaşım aracı olarak -sık olmasa da- kullanılan atlar, kostümler ve tabii ki de bayıldığımız müzikler hep western. Zaten geri kalan hikaye de yine tipik bilimkurgusal hikayeden ziyade, dram-aksiyon çerçevesinde ilerliyor.

Dizinin güzel kısımlarından bir tanesi, Joss Whedon'ın vizyonu kesinlikle. Çünkü 'core planets' dediğimiz merkez gezegenler var, bunlardan biri batı kültürü ağırlıklı, ingilizce konuşuyor. Diğerineyse Çin kültürü hakim. Eh, bizde de şimdiki duruma bakıp gelecekte neler olabileceğine dair fikir yürütmek pek de zor olmasa gerek. Neyse, haliyle de iki dil konuşuluyor Firefly evreninde. Resmi dil İngilizce, gayriresmi dil de Çince gibi bir ayrım yapılabilir, çünkü normal konuşmalar İngilizce yapılırken; küfürler ve ünlem olarak kullanılan, anlamını bilmesek de çıkartabileceğimiz tepkiler hep Çince oluyor. Bu senaristlere de şu özgürlüğü tanıyor tabi; dizi Fox gibi ulusal bir kanalda yayınlandığı için küfür yasak ama başka bir dilde olunca istediği kadar ana avrat dümdüz gidebiliyorlar ve haliyle daha doğal oluyor diyaloglar. (Supernatural'ın, mesela, cable'da yayınlanmasını çok isterdim, 'Fuck'ın Dean'e çok yakışacağından eminim :P) Bunun benzeri Galactica'da da var gerçi, Fuck yerine Frak demeleri gibi...

Tabii dizi mükemmel mi? Değil. Bu dizinin suçu değil ama kesinlikle, tamamen 14 bölümde bitirilmiş olmasından kaynaklanıyor. İnanılmaz bir potansiyel var, ama konu 'günün canavarı'ndan öteye gidemiyor ki derinleşsin, alttan alta ortaya çıkmaya çalışan ana konuyla dizinin ne demeye çalıştığı belli olsun... Özellikle River ve Shephard karakterlerini görüyorsunuz, anlıyorsunuz mükemmel hikayeler gelcek, ama fırsat olmuyor işte. Hayranlardan gelen parayla çekilmiş Serenity'yse ancak tek bir konuyu işleyebiliyor zaman kısıtlaması nedeniyle. Ha, ama muhteşem de işlemeyi başarmışlar. Reavers'ın altından öyle bir şey çıkacağını tahmin etmezdim şahsen. Hatta Reavers'ın bu kadar üzerinde duracaklarını bile tahmin etmezdim.

Onun dışında dizideki savaşın Amerikan iç savaşını yansıttığını söyleyenler var. Yapısı ya da sonucu benziyor olabilir de, ne Alliance kuzeylileri ne Browncoats dediğimiz bağımsızlar güneylileri yansıtıyor. Ayrıca güneyliler ırkçıydı, köleliğin kaldırılmasına karşıydı, burada gene öyle bir şey yok. Esinlenilmiş denebilir en fazla da, direk o savaş bu savaş demek olmaz.

Ayrıca diziyi izleyenler bilirler, 12. bölümün sonunda figüran sayılabilecek kadar önemsiz bir karakter ölür. Ama bölümün sonunda oldukça dramatik bir müzik, özenle çekilmiş ağlamalık sahneler bulunuyor. Dizinin iptal edileceği 12. bölüm çekilirken kesinleşmiş, o sahne karakterin cenazesi olduğu kadar dizinin ekranlara, oyuncuların ve yönetmenlerin diziye olan vedasıdır o yüzden aynı zamanda da. Bunu bilerek izlemiştim ben o sahneyi, o yüzden daha da kötü oldum.