Showing posts with label Ruya. Show all posts
Showing posts with label Ruya. Show all posts

Saturday, June 05, 2010

Lilac Wine

Bir keresinde rüyamda öldüğümü görmüştüm. Ama kabus değildi, ciddi ciddi rüyaydı. Çünkü inanılmaz derecede huzurluydum rüyamda hayatım sona ererken. Detaylarını hiç hatırlamıyorum, nasıl ölüyordum, kaç yaşındayım, nerdeyim falan belli değil. Sabah uyanınca aklımda kalan tek şey inanılmaz derecede huzurlu hissettiğim ve arka planda sürekli Jeff Buckley'nin Lilac Wine şarkısının çalıyor olmasıydı. O yüzden ne zaman bu şarkıyı dinlesem içim bir tuhaf olur; inanılmaz mutlu olurum ama bir yandan da kalbim sıkışır çünkü sanki son saniyelerimi yaşıyormuşum gibi hissederim. Çok dinlemem o yüzden. Neredeyse 7-8 aydır da açmıyordum. iTunes'u daima shuffle'da tutmanın laneti midir lütfu mudur bilemedim. 

Konudan bağımsız: Ne zaman hangi şarkısını dinlesem aşık 
oluyorum adama istisnasız. Sesinde acayip bişey var.

Gerçekten öldüğüm zaman arkada bu şarkının çalmasını çok isterim. Yaşlanınca falan bloglar hala duruyor olursa ve bizimkiler her şeyi sansürlemek adına çıldırıp her şeyi falan sildirmezlerse, muhtemelen aşırı nostaljik bir insan olduğumdan buraları gene bir okurum. Okuyunca da aklıma gelir, hazırda bulundururum. Gelecekteki kendime not bir bakıma yani bu post.

Tuesday, April 27, 2010

Sweet Dream

Persephone'nin Fantastik Rüyaları: Take Two. İlki için: nah burası :P

Başka bir evren ya da başka bir zamandayız. Neresi ya da ne zaman bilmiyorum, sadece bildiğimiz dünya değil. Bu dünyada kötü, şeytani bir organizasyon var bir de bu organizasyonun bir yeri. Bunlar arada sırada insanların arasına karışıp, insanları kaçırıp götürüyorlar bu yerlerine. Ne yaptıkları, yaptırdıkları, neresi olduğu bilinmiyor; zaten halk arasında da efsane haline gelmiş durumda. Anneler çocuklarını falan buraya göndermekle korkutuyor falan. Biz bir gün Can ve Dilda'nın suretinde ama Dilda olmayan (yok, mümkün değil, dilda olamaz o kişi ) bir kişiyle dağda, bayırda, çimenlikte bir yerde oturuyoruz. Deniz kenarı burası aynı zamanda işte, deniz tarafından gürültüler duyuyoruz bir ara. Nedir, noluyor falan derken birden etrafımız sarılıyor. Tuhaf giysili, yüzleri kafalı adamlar tutuyor bizi götürüyorlar bir gemiye. Gemide ellerimizi, kollarımızı, gözlerimizi bağlıyorlar. Bir yandan da kırbaçlıyorlar sürekli. Sonra bir adaya varıyoruz, gemiden indiriliyoruz, tek sıra halinde yürütülürken birden başka bir gürültü kopuyor ve birden çekip alınıyorum. 'Dur, arkadaşlarım kaldı, onları kurtarmam lazım!' diye geri dönmeye çalışıyorum ama gizemli kurtarıcım izin vermiyor, 'geri dönersen, ne onları kurtarabilirsin ne kendini,' diyor. 

Sonra gel zaman git zaman ben bu gizemli kurtarıcımla sevgili oluyorum, nişanlanıyoruz, dağda bir eve taşınıyoruz. Benim sürekli aklımda Can ve Dilda, içim içimi yiyor, mutlu olamıyorum, onları kurtarmam gerek! Ama nişanlım onların çoktan ölmüş oldukları konusunda beni ikna ediyor, zaten gitmenin ve onları kurtarmanın mümkün olmadığını söylüyor. Artık içeri girdikten sonra çıkış yoktur çünkü. 

Sonra bir gün ben çamaşır asarken bir kadın geliyor. Kucağında da bir bebek. Bir bakıyorum Can'ın karısı bu! Biz pikniğe gittiğimizde doktora gitmesi gerekiyormuş da gelememiş, Can'ın bu evil organizasyon tarafından kaçırıldığını duyunca Kanada'ya gitmişti. Kucağında bebekle görünce önce içimden sövdüm, 'daha koca kaçırılalı ne kadar oldu, gitmiş başka birini bulup çocuk yapmış, vay orospu' diyorum. Sonra geliyor anlatmaya başlıyor. Meğer çocuk Can'danmış, o gün doktora gidince öğrenmiş, eve gidip kocasına bu mutlu haberi vermek için beklerken Can'ın evil ada'ya götürüldüğü haberini alınca yıkılmış ve Kanada'ya ailesinin yanına gitmiş. Benim kurtarıldığımı öğrenince de demek umut var, adadan geri dönülebiliyor, diye düşünüp benim izimi bulmuş. Ağladı saatlerce, o adadan sağ dönen senden başka tanıdığım yok, kurtarmak zorundasın, arkadaşlarını düşünmüyorsan kucağımdaki şu fakiri düşün, babasız mı büyüsün! 

Zaten ben de pılımı pırtımı toplayıp gitmeye yer arıyorum, bunun üzerine nişanlımı organize edip bir kurtarma planı düzenliyoruz. İşte başka kişiler katılıyor plana, adanın içindeki kalemsi yere girmek imkansız ve daha önce yapılmamış bir şey olduğu için, ne olacağını da bilmiyoruz.

Sonunda adaya gidiyoruz, kaleye de altındaki kapalı otoparkından (ohahaha) giriyoruz. Elimizde de tüfekler, önümüze geleni öldürüp onların üzerindekileri giyiniyoruz ve kimliklerini çalıyoruz. Nasıl olduğunu hatırlayamadığım bir şekilde (uyanınca uzun süre düşündüm ama yok, hatırlamıyorum) bir şekilde buluyoruz Can ve Dilda'yı. Can gene normal halde ama Dilda tekerlekli sandalyede. İkisi de tabii yara bere içinde, perişanlar. Ama onları kurtarınca kale alarma geçiyor, peşimize düşüyorlar. Tam direk dış dünyaya açılan asansörün (narnia mübarek) oraya gelince dört bir yanımız sarılıyor. Asansöre atıyoruz kendimizi ama asansör çalışmıyor! Nişanlım ve Can tamir ederken biz de çevredekileri tarıyoruz tüfekle. Tam asansör düzelince dilda nişanlımın bombalarla dolu çantasını alıp kendisini asansörden dışarı atıyor. Ben peşinden gidiyorum, manyak mısın, sonuna geldik işte, niye geri dönüyorsun!? Dilda da diyor ki 'peşimizde 100lercesi var, asansör yeterince hızlı değil, bizim peşimizden dünyaya gelirler, hiçbir anlamı yok'. ben de diyorum ki, olacaksa olsun, arkada bırakmam kimseyi! Sonra diyor ki 'Anlamıyor musun, gelmek istemiyorum işte! Artık dünyaya dönemem, orada insan olamam, burada öyle şeyler gördüm, öyle şeyler yaptım, öyle şeyler yaşadım ki! En azından bu dünyada ölümüm bir anlam ifade eder! Senin nişanlın, Can'ın karısı ve çocuğu var; benim hiçbir sebebim yok' diyor ve beni içeri itip kapıyı kapatıyor. Asansör çalıştıktan kısa süre sonra büyük bir patlama duyuyoruz. Dünya'ya varınca Can'a kızıyorum, niye yardım etmedin, niye orada kalmasına izin verdin diye bağırıyorum ama hiçbir şey demiyor, o da aynı şeyleri görmüş, yaşamış, Dilda'ya hak veriyor. Ben ağlıyorum falan. Can'ın yavuklusu bizi bekliyormuş, en son işte onların sarıldıklarını gördüm. 

Ha, soundtrack'i de var, rüya süresince Greg Laswell'in Your Ghost'u çaldı. Hatta verelim linkini de :P



Bu bir rüya evet! :P

Sunday, May 03, 2009

Dream a Little Dream of Me

Tuhaf rüyalar görmekteyim sevgili izleyenler. Güzel de rüyalar bunlar, uyanmak istemediğim. Orası daha güzel aslında buradan. Ama sanırım adları o yüzden 'rüya'. Rüyaların bir anlama geldiğine, herhangi bir şekilde geleceği yansıttığına falan da inanmıyorum. Belki Freud doğru şeyler söylüyordur bu konuda, bilemiyorum, okumadım. Freud'u sevmem pek. Ama okumak lazım. Rüyalar konusunda bildiğim tek bir şey var, bilinç altındaki pek dışarı vurmadığımız ya da vurduğumuz isteklerin, korkuların, hayallerin videosu işte.

Bana gelirsek... Pek kabus görmem ben aslında. Hatta öyle "off fena bir kabus gördüm de uykum kaçtı" durumu olmadı pek. Heyecanlı rüyalarım oldu, dünyanın sonunun geldiği rüyalar falan oldu ama bu rüyalar da da hep son anda kurtarıyordum ben dünyayı, o açıdan bakarsak aslında kabus olmazlar değil mi? Psikolojik açıklaması da çok açık sanırım bu kahraman olduğum rüyaların. Vazgeçtim yazmicam ama. Göremeyen, anlamayan insanlar vardır belki bu açıklamayı, bari onlara rezil olmayayım. :P



Dün geceki rüyamı anlatayım... Amerika'ya gitmiş gelmişim. Sırayla arkadaşlarımı ziyaret ediyormuşum işte. Bir de benim çok çok yakın olduğum çocukluk arkadaşım varmış işte. Ankara'daymış bu da. Hayır, A. değil. D. da değil. Erkekmiş zaten bu da. Hayatımda tanıdığım birisi de değil hani. Ünlü biri. Aşık olduğum bir artist de değil ki artık bu yaşta öyle "oyhşşş benim olmalı çok taşşş" modunda değilim kimseye karşı. (Aman be anlık ağız su akmalarından bahsetmiyorum tabii :P) Hatta oynadığı dizide bile ona değil öteki karaktere aşıktım veletken. Kim mi? Angel. :P David Boresdjhjkfz. Soyadının nasıl yazıldığını hiçbir zaman ezberleyemedim. Ama anladınız siz ben biliyorum. O benim en yakın dostummuş falan. Ankara'da da evi varmış. Ha ama işte bu ev A.'nun evi bak. Gitmişim ziyarete. İşte muhabbet falan. Dışarı çıkmışız. Gezmişiz öyle bütün gün. Bu arada dizide Spike'ı seviyor olsam da Angel'ın da taşlığını inkar edemem. O yüzden böyle kızlar falan ayılıp bayılıyormış yolda yürürken. Bir de bana bakıyorlarmış falan böyle. Sonra otobüse binmemiz icap ediyor. O büfeye gidip bilet almaya kalkışıyor. Ben diyorum ki David'e gel gel, benim geçen Ankara'ya gelişimden Ego kalmıştı 2 tane, onu şey ederiz. Hakikaten de var bu arada hala cüzdanımda duruyor. :D Bu önce geçiyor işte Ego'yu geçiriyor o makinadan sonra bana verip arkalara gidiyor. Sonra tam ben yaparken sorun çıkarıyor işte. Ben para çıkarmaya çalışıyorum falan, adamdan akbil (!) alıp basıyorum. Sonra arkaya giderken David'in en arka köşe koltuğa oturmuş olduğunu, yanında da taş gibi bir hatunun ona yazmakta olduğunu fark ediyorum. Bakıyorum David'e gönlü var onun da anlıyorum. Süper cool arkadaşım ya ben de, rahatsız etmiyim diyorum, inanılmaz ikileme de düşüyorum böyle. Geçiyorum karşılarında ki koltuğa, David'e de göz kırpıyorum işine bak sen anlamında. Sonra hatun bunu kahve içmeye davet ediyor. David bana bakıp yok olmaz falan diyor böyle. Bunu ben duyunca da "Siz için kahvenizi, ben tek başıma daha rahat gezerim zaten buraları, bir kaç işimi de hallederim hem," diyip otobüsten iniyorum. Süper cool gözüküyorum ama böyle kalbimde de bir sızı var ki sorma. Otobüsten inince napsam napsam diyorum böyle, bir kaç vitrine bakıp sıkılıyorum eve döneyim diyorum. Otobüs geliyor işte, biniyorum, sonra bir bakıyorum çantam yok! Biletleri çıkardıktan sonra David'e vermiştim, onda kalmış! Elim mahkum iniyorum otobüsten. Telefon da içinde arayamıyorum. Ankara sokaklarında mal mal dolanıyorum korkudan ölerek. Sonra bir kafede bir başka çocukluk arkadaşım Ezgi'yi görüyorum. Bu arada Ezgi'yi de senelerdir görmedim, napıyordur acaba... Bir ara arasam mı ne. Neyse işte, selam sabah derken anlatıyorum derdimi. Telefonunu istiyorum David'i aramak için ama yokmuş sözüm ona. Sonra para istiyorum, parası da yokmuş. En sonunda içinde 1 tane kalmış Ego veriyor bana. Ben de onunla otobüse atlayıp eve gidiyorum. Bakıyorum daha gelmemiş... Ulan diyorum ya geceyi onda geçirirse ne bok yiycem, anahtar da onda. Arayamıyorum da. Oturuyorum ben de merdivenlere başımı dizlerime koyup. Sonra biri kafama bir şey atıyor. Bir bakıyorum çantam. Başımı kaldırınca David'i karşımda görüyorum. "Çantanı unuttuğunu görünce hemen indim ama bulamadım seni hiçbir yerde, bütün gün ankara sokaklarını dolaştım seni bulabilmek için," diyor. Gidiyorum sarılıyorum. "E kızı da kaçırdın ama" diyorum. "Salak, senden önemli mi" diyor. Sonra ben ağlamaya başlıyorum. Sonra öpüşmeye başlıyoruz bununla. Sonra alarmım çalıyor. Delirdim! İstemedim o gün okula gitmek, rüyanın devamını görmek istedim. Böyle çok mutluydum rüyada. Ama işin tuhafı, gerçek hayatta yok öyle biri. Hani şey diycem, gerçek hayatta öyle çok yakın olduğum bir erkek dostum olsa, ona karşı gizliden bir şeyler hissediyorum diycem ama o rüyadaki kadar yakın olduğum kimse yok. Hele çocukluk arkadaşı hiç yok. Yakın olduklarım var, sevdiklerim var, evet, ama o rüyadaki ilişkimiz çok güzeldi. Yani içimin sıcak hissettiğini hatırlıyorum onlayken falan. Ha ama şu bir sır değil, o yakınlıkta olduğum hemcinsim olmayan bir arkadaşlık istediğimi biliyorum. Tamam kız arkadaşlarım var, çok seviyorum hepsini, yerleri ayrı bendeki ama özenmiyor değilim öylelerine. Alias'taki Sydney'nin Will'i gibi. Ne bileyim.

Ahah, geçenlerde de How I Met Your Mother'daki Barney'nin abim olduğunu öğrenip yanına taşınıyordum. :P Hatta bu Barney, manken ajansı açıyormuş, ben de onların modacısı oluyordum, her türlü biçki dikiş ihtiyaçları falan.

Bir keresinde de orta çağ'daydım. İngiltere'de. Ay dur anlatmam lazım. Unutmak istemiyorum bu rüyayı da, çok mutlu olmuştum gene. Uyanıp da rüya olmuş olması gerçeğinden nefret etmiştim. Kardeşimle müzeye gidiyoruz bir gün. Ama kardeşim aslında ablammış. Benim de saçlarım upuzun ve kızıl. Müzeyi dolanırken küçük bir kapı görüyoruz. Bakıyoruz ne diye. Oraya bir adım atıyoruz ve düşmeye başlıyoruz. (Ahhahhaa down the rabbit hole :P) Düştüğümüz yer bir yatak odası. Ama orta çağdaki bir saray gibi. Ablam (!) diyor ben bir etrafa bakıp geri dönüş yolu aricam. Tamam diyorum. Sonra yataktaki kişilere bakıyorum. Yatakta hayatımda gördüğüm en taş adam uyumakta. Anında aşık oluyorum. Ben ayık bayık onu seyrederken bir kadın sesi geliyor. Yanındaki hatun uyanmış. Nicole Kidman! Beni hizmetli sanıyorlar. Ne biçim giyinmişsin sen diyor, git değiştir şu üstünü. Neyse işte, zaman geçiyor ben onların hizmetlisi oluyorum ama hizmetli statüm iki üç günde değişiyor Lady in Waiting oluyorum. Nicole'un en yakın arkadaşı oluyorum. Bu arada da Prens'le bir ilişki yaşamaya başlıyoruz. Deliler gibi aşığım ona. O da bana aşık tabii. Aylar geçiyor. Bir gün prensle konuşuyoruz işte, o diyor ki karımın arkasından daha fazla iş çeviremeyeceğim. Aşık olduğum kadın sensin ama karıma da dyduğum bir saygı var, ona bu ihaneti yapamam diyor. Ben de en yakın dostum Nicole'un arkasından bu işleri çevirmekten zatan rahatsız oluyordum. Ama aşkım baskın geliyordu. Yine de tamam diyorum. Aylar sonra bir gün prens ve Nicole'le bahçede otururken ablam koşa koşa geliyor yanıma. Buldum buldum, portal açıldı diyor. Bir bakıyorum bahçenin ortasında bir dolap. (Helloo Narnia) Ben gitmek istemiyorum ama ablam bir sürü ıvır zıvır sayıyor işte, dönmeliymişiz, dünyanın dengesini bozarmışız falan bir sürü bilimsel saçmalık. Ben önce Nicole'le sarılyıorum, ikimiz de salya sümük tabii. Sonra prense geliyor sıra. Elimi uzatıyorum tokalaşmak için. Bu sarılıyor bana. Sonra arkamı dönemüp gitmeye kalkıyorum. Dolabın yanına varınca bileğimden tutup çekiyor ve öpüşüyoruz. Gitme diyor, seni çok seviyorum, gitme diyor. :P Ben tereddüte düşüyorum. Bir yandan bana ne dünyadan be, benden önemli mi diyorum. Bir yandan saçmalama olmaz öyle şey diyorum falan. Ama sonra babam "hadi kızım derse geç kalmadın mı sen" diyip dürterek uyandırıyor. Babamın dediğine göre "dur ya karar vermeye çalışıyorum" demişim. :P

Ahh... Çok güzel rüyaydı lan. Bir gün filmini çekicem, paraya para demiycem.

Gerçi bu rüyaların tek bir anlamı var. Fazla dizi ve film izliyorum. Olsun ama mutluyum ben böyle rüyalar görmekten. Zevkli oluyor be. Kendi küçük filmlerim. Keşke kaydedebilsek bir yere. Video olarak tabii. Neyse ben de yazarım artık napim.