Sunday, February 21, 2010

Lost & Found

Bugün arkadaşla oturduk, Lost'un birinci sezonuna baştan başladık. Ne kadar eğlenceliymiş ilk sezon yahu; bir grup insanın ormanından yazar kasa sesleri gelen korkunç bir adada hayatta kalma, birbirleriyle yaşama ve birbirlerini tanıma çabalarını izlemek gayet de sürükleyiciymiş, şimdiki gibi izleyenlere hasiktir çektirtip gizem yapıcaz diye başıyla alakası olmayan bir yere doğru giden bir hikayeden çok farklıymış. Tabii ileride ne olacağını bilip bir arkadaşla tekrar izlemek daha da eğlenceliymiş, bu kadar geyik çıkarıp bu kadar güleceğimizi tahmin etmiyordum şahsen Lost'u baştan izleme fikri ortaya atıldığında. Locke'un her ortama bıçak atarak girme merakını, Sawyer'ı piçliklerine rağmen ne kadar sevdiğimizi, Kate'in her boka burnunu sokma hevesiyle Jack'in herkesi kurtarıcam diye kendini yırtmasına ilk bölümden beri gıcık olduğumuzu, her hastalığın su içerek geçebileceğini, Jack'in 'Live together, die alone' tiradını, Charlie'nin ölmesinin ne kadar kötü bir şey olduğunu, bir zamanlar Shannon ve Boone diye karakterler olduğunu, waaaaaaaaalt'u, 'my name is Sayid Jarrah and I'm a torturer'ı ve tabii ki adamızın olmazsa olmazı, canımız ciğerimiz vincent'ı andık. Ayrıca ahan da teori üretiyorum, vincent kara dumandır! Bak, kara duman yeni bölümlerde Flocke olarak dolaşıyor, peki vincent nerde??? Bu kanıya nerden vardın derseniz, ilk bölümde mi ne, olaylar gelişirken bir anda kamera arkalara doğru gidiyor hani sanki birisi arkadan bunları seyrediyormuş gibi. Ve kamera biraz daha ilerler ve o da ne! İzleyen kişi Vincent! Bayağı gerilimli müzik neyim de vardı, aha bak yazdım buraya, vincent'ta var bir bokluk oğlum. Sonra gene Jack denizin ortasında babasını görüyor bir ara, sonra yok oluyor ve sonraki sahnede vincent dalgalar arasından walt'a doğru koşuyor. Hesabı siz yapın!!!! Aralarına karışıp casusluk yapmak, bilgi öğrenmek için köpek olmak kadar mantıklı bir şey var mı? Yaaaaaa, ağzınız açık kaldı di mi! Böyleyken böyle, takipçilerim...


Neyse, iş güç var onlara dönmek gerek.

Çeviriye geri döndüm bu arada ben, onun raporunu vereyim. Uslanmadım, evet. New York gezi rehberi çeviriyorum ama şimdi, how do you like that? :P

Haftaya da Ankara'ya gitçez gezmeye. Bizim hpff tayfasıyla yine, kimle olcak. Emre, Eren ve Can ile burdan yola çıkıcaz, Nur ve Dilda da karşılayacak bizi orda.

Şarkı koymuyorum di mi aylardır, koyayım bari. Son birkaç haftadır falan tapıyorum bu şarkıya, siz de sevin. The Last Shadow Puppets'tan geliyor....



Friday, February 19, 2010

Born of Hope


Ben bunu yeni keşfettim!

Kate Madison diye sıkı bir Lord of the Rings hayranı ablamız, bütün hayat birikimlerini ve youtube üzerinden biriktirdiği 17 bin sterlin kadar parayı birleştirmiş ve bir hayran filmi çekmiş. Hayran filmi olduğuna bakmayın, sağlam oyunculukları, görsel efektleri, gerçekçi onlarca seti ve orklarıyla normal bir motion picture'dan bir farkı yok. Bir küsür saat sürüyor zaten. Film, Aragorn'un anne babası Arathorn ve Gilraen'in hikayesini anlatıyor. Film yapısı Peter Jackson'ın formatının aynısı ama kötü bir kopya gibi durmuyor.

İzleyin derim, YouTube üzerinden zaten ve Türkçe altyazı bile koymuşlar.



Wednesday, February 17, 2010

I Summon You

Bir de o değil de, temayı değiştirsem diyorum...

Ey, beni izlediğini iddia eden ve kendileri de süper görünümlü bloglara sahip olan kişiler!

Bana tema bulsanıza. :P

Please, Please, Please Let Me Get What I Want

Blog yazmayı özledim. Ama yazcak bir şey cidden bulamıyorum. Daha doğrusu her zamanki gibi serviste, şirkette, yemekte, tuvalette, duşta falan aklıma sürekli blog entry'leri geliyor, ama iş uygulamaya gelince tahammülsüzlüğün sınırlarında dolaşıyorum. Blog yazmaktansa, tanımadığım etmediğim insanların bloglarını gözetlemek daha çok hoşuma gitmeye başladı. Sapıkça bir haz veriyor insanların içlerini döktüğü, hayatlarını, günlerini anlattıkları blogları okumak, sanki onların hayatlarına dahil oluyor, uzaktan gizlice gözetliyormuşum gibi hissediyorum. Hatta takip ettiğim bir kaç tanesi var ki sanki gerçek hayatta da tanıyormuş, arkadaşımmış gibi hissetmeye başladım, bir ara durmam gerek. İyi değilim. Ofis hayatı insanların yaratıcılıklarını gerçekten köreltiyor, içi boş bir nesne haline getiriyormuş demek ki.

Gerçi ciddi ciddi yazacak bir şeyim de yok hani. Başka blogları okudukça, kendi küçük film eleştirilerim de gözüme değersiz, anlamsız gelmeye başladıkları için irkildi, yazasım gelmiyor. Çünkü onlardan fazlasını da söylüyor değilim, neden tekrarlayayım... Müzik desen, yeni bir şey keşfetmeyeli aylar oluyor nerdeyse. Diziler var işte bir tek, onları da bir ara yazarım belki.

Moralim da bozuluyor esasında yavaştan. Umutsuzluk sarıyor dört bir yanımı. New York'a gitme zamanı yaklaştıkça, 'zamanı gelince hallederiz' dediğim şeylerin hepsi gerçeklik kazanmaya başladı, haliyle korkutuyorlar. Bir sene orada yaşadıktan sonra dönmek, şimdiki işim gibi bir ofiste, her geçen gün birbirinden monoton şekillerde çalışmak ve tabii ki 30 yaşıma gelip hala annemlerle yaşayıp onların göreceli de olsa baskıcı tutumları altında yaşamak zorunda kalmak öyle korkutuyor ki. Dönünce her şeyin çok güzel olacağını bilsem ne ala ama olmayacak, biliyorum. Ve gerizekalı ülke de bizi orada tutmamak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar, sağ olsunlar. Mezun olduktan sonraki sene için iş bulsan okula gidemezsin, okula yazılsan çalışma vizesi alamazsın. Öyle salak bir yer işte. E işi napçan, masterını yap işte, mis gibi, diyenler için de, okul fiyatlarının çılgın olduğunu belirtmem gerekiyor. Hayır, hemencecik burs verdikleri mühendislik, doğal bilimler ya da ne bileyim mimarlık, hukuk gibi kesin sonucu olan bir branş değil ki benim ki. Tasarım isteyince nedense 'artistlerin parası olur' diye mi, 'onların eğitim neyine, bizim zamanımızda güzel sanatlar mı vardı, hepimiz alaylıyız!' diye mi düşünüyorlar anlamıyorum ama burs olayı iş tasarıma gelince, özellikle yabancı bir öğrenci için çok zor. Böyle inanılmaz bir doğal yeteneğin falan ya da iyi bir backround'ın olcak ancak. E ikisi de yok bende. Potansiyel ve aşırı büyük bir istek var sadece. Aman, istediğim de ressamlık falan değil, sizin olsun sanatınız, kılık kıyafet dikicem alt tarafı... İnternetten bir sürü hikaye okuyorum insanlarla ilgili, işte azıcık parayla New York'a gidip kendi diktiklerini satıp çok pis para kazanan tipler falan. Bir kere o insanların tanıdıkları, arkasında sağlam bir eğitim veya CV ya da en azından yeşil pasaportu falan olmadan barındırmazlar seni orada. Sınır dışı etmeye yer arıyorlar, okula gitmezsen, işin olmazsa duramıyorsun zaten orada bir kaç aydan fazla. Okul için de para, iş için de sağlam, süper etkileyici bir CV ile tanıdık gerekiyor. Hiçbiri yok, muhteşem visionları olan, hiç görülmemiş tasarımları falan olan birisin, anca o zaman, doğru yerde doğru zamanda bulunursan, doğru kişileri tanır, irtibata geçersen ve süper şansın olursa (mesela Eren olsa, pat bulur bir şeyler :P) gösterirsin kendini, olursun zengin. Bu kadar umutsuz olmak istemezdim, ama umutsuzluğumun da sebebi var sonuçta. Ne demişler: 'Inside every cynical person, there is a disappointed idealist.' Ne sanmıştınız!?

Neyse, master ve burs öyle kolay şeyler olmadığı için öncelikle mezun olduğumda iş bulmaya, OPT'mi yapabilmeye odaklanıcam. Alanımda iş bulmam gerekiyor bir de, yoksa yine kapı dışarı. Bir seneliğine istese dünyanın en sıkıcı işi olsun, bütün gün tek yaptığım fotokopi çekmek olsun, telefonlara bakmak olsun, önemli değil. Bana para versinler ve ülkede kalmama izin versinler, yeter. O ara zaten master'a hazırlanılacak, portfolio hazırlanacak hatta imkan yaratıp kurslara gidilecek. Başka yolu yok bunun.

Off, çok şey mi istiyorum ki...