Wednesday, November 10, 2010

My Life Would Suck Without You

Kimse üzerine alınmasın efendim, gecenin bu vaktinde bana bu cümleyi kurdurtan (ya da Glee'nin dilime doladığı bu şarkıyı söyleten) şey müzik. Valla taşınabilir müzik (ipod, discman, walkman fark etmez) icat olunmadan önce doğsaymışım çok anlamsız olurmuş hayatım, ara ara onu fark ediyorum. Hatta direkt müzik olmasa çok fena şeyler olabilirmiş bana. Sinirliyken sakinleştiren, moralim bozukken neşelendiren, - hatta bu kısım biraz mazoşistliğe giriyor ama - keyfin yerindeyken de gayet gözlerimi yaşlarla dolduran şey hep müzik lan benim. Hayatımda müzikle ilgili bir şeyler yapmıyor oluşum ne acı. 7/24 müzik dinleyebilmeyi ve en ufak alkolde çevremdeki herkesin kafasını şey yapacak kadar şarkı söyleyebilmeyi bir şey yapmaktan saymıyorum izin verirseniz. Hep ortaokuldaki, "senin parmakların çok küçük, sen bir enstrüman çalamazsın" diyerek piyano çalmakla ilgili bütün hayallerimi paramparça eden müzik hocamı suçluyorum, kimseler kusura bakmasın. Belki çok farklı olacaktı her şey. Ama bütün hevesimi aldı karı. Ne zaman enstrüman çalmak için gaza gelsem kafamın arkalarında bir yerlerde o cırtlak sesini duyuyorum ve vazgeçiyorum. Haklıdır, belki, o yüzden de "amaaaaan o dedi diye vazgeçilir mi ayol" diyemiyorum yani. Ama ne bileyim, elimden tutan olsaydı, birileri keşfetseydi belki şan dersi falan alırdım. Neyse ya, konu nerelere geldi. Son zamanlarda manyak gibi, bağımlı gibi dinlediğim albümleri yazıp buradan o albümleri dünyaya getiren insanlara teşekkürlerimi gönderecektim. 


Radiohead, Thom Yorke, iyi ki varsınız öncelikle. Göçüp gitmeden bir canlı görsem sizleri ne güzel olurdu biliyor musunuz. OK Computer'ı yarattığınız için sonsuz minnettarlık duyuyorum size, haberiniz olsun.


Belle & Sebastian. Bir diğer all-time-favorite gruplarımdan biri kendisi. Çoğu gruplar dönemlik olur benim için, bir dönem hayvan gibi dinlerim, bir dönem dinlemem, sonra gene hatırlarım "ah ne güzeldiniz" derim bir süre gene dinlerim, sonra gene unuturum. Belle & Sebastian asla onlardan olmadı (tıpkı Radiohead gibi). Her ruh halime göre şarkı buldum onlardan, sağolsunlar. Son zamanlarda aşık olduğum albümleriyse 'Fold Your Hands Child, You Walk Like a Peasant'. Hiçbir zaman tam olarak dinlememiştim bu albümü,  hatta ne yalan söyleyeyim, 'Don't Leave the Light On Baby'den başka bir şarkısına dokunmamıştım bile. Ama şöyle bir dinleyeyim dedim de, albümün ilk parçasından başlayarak aldı beni benden. 'I Fought In a War' o da. Şahane, şahane. Diğer favorilerim de Beyond the Sunrise ve Waiting for the Moon to Rise. 


MGMT. Oracular Spectacular'ı aşırı tükettikten sonra ona bayağı bir ara verdim ve Congratulations'a bakayım dedim. İlk geldiğimde gözüme çok pahalı görünen konser biletleri için artık 'helali hoş olsun, alaymışım da canlı göreymişim' diyorum. Özellikle Siberian Breaks nasıl bir şeydir ya. Genelde uzun şarkılara çok katlanamam, sevdiğim kısımları keser, oraları dinlerim. Ama bu öyle değil. Çok acayip. Sizleri de seviyorum MGMT.


Yenilerden The xx var sonra. Bu kadar az enstrümanla bu kadar çok şey hissettirebilmelerinden mi artık, bunları da dinlemeyi bırakamıyorum son zamanlarda. Crystalised, Islands, Basic Space, ne güzelsiniz!!


Ve yılların eskitemediği Portishead (albümlerin hastasıyım klişenin ustasıyım). Lisede ergenlik depresyonlarıma az eşlik etmediler. Camdan dışarı bakıp bakıp discmanimde şarkılarını dinleyerek melankoli yapardım, ah ah. Bir arkadaş hatırlattı, sağolsun, deli gibi Dummy albümüne sardırdım tekrardan ben de. Melankolik ruh haline sokmaktaki etkileri pek azalmamış, bunu fark ettim. Geceleri, bazen fena yapıyor keratalar. Trip-Hop'ı seviyorum ya. 

Bir de son zamanlarda dinlemeyi abarttığım bir şarkı var, henüz albümünü tam olarak tüketemedim, ilk şarkı beni benden aldığı için ikinci şarkıya bile geçemedim. Onu sadece şarkı olarak koyuyorum o yüzden, hem müzik postu da şarkısız olmasın değil mi? (not: grooveshark'ın Türkiye'de açılmadığını tamamen unutmuşum, şarkının fizy linki bu da.) Goldfrapp - Lovelyhead.




Tuesday, November 02, 2010

The Only Living Girl in New York

Çok ödevim var. Ama hiçbirini yapmak istemiyorum. Yani öyle 'yaa ödev yapmak istemiyorum' şımarıklığı değil, yapamıyorum. O kadar sıkıldım ki, yapmayı, bitirmeyi istediğim halde word sayfasını ve ödev materyallerini açıp saatlerce bakışıyoruz, algılayamıyorum okuduğumu falan. En kıytırık ödevleri, GPA ve recommendation letter uğruna canhıraş yapan ben, bu en baba ödevler geldiğinde bir tarafımdan aşağı kasımpaşa tutumunu nereden edindim bilmiyorum. Bilgisayarı okula ondan getirdim, yapmam da lazım, yapmama gibi bir lüksüm yok artık yeterince erteledim. Bakalım, kendimle anlaşma yaptım, bir blog yazısı yazıp içimden atarsam kendimi ödeve vericem. Güvenmiyorum gerçi hiç o hatuna, kaç kere aldattı beni, ödev yapıcam dedi, uyuyakaldı, başka şeyler yaptı falan. Aman. 

Gene bir amacı yok bu blog yazısının da. Geldiğimden beri bir sürü kitap okudum, bir sürü film izledim, onların kritiğini yapmak anlamsız geliyor. Ya da yeni kayıt sayfasıyla bakışıyoruz ne yazsam diye. 

Aklıma geldi, madde madde geldiğimden beri yapmayı sevdiğim şeyleri yazayım.


  • Şimdi yaptığım şey mesela. Kocaman kantinimizin cam kenarında bilgisayarımla oturup saatlerimi geçirmeyi seviyorum. Kah gelen geçeni seyrediyorum (ki inanın bana, FIT kantinindeyseniz insanları seyretmek oldukça ilginç bir aktivite. dur onu başka maddede inceleyeyim), kah müzik dinliyorum, kah kaçırdığım dizileri izliyorum. Odamda oturup geçirdiğim zamanlardan daha çok kafa dinliyorum nedense. Derslerde en iple çektiğim zamanlar olduğunu söylersem muhtemelen ucube gözüyle bakarsınız bana. 'Kızım gidip arkadaş edinsene boş oturcağına' diyebilirsiniz, haklı da olabilirsiniz, ama ne yapayım yani, gidip insanlara kendimi yamamaya çalışmak zor geliyor. Hani birlikte bir şey yapmak isteyen insanları reddedecek halim yok, her zaman tek başıma olduğumu iddia etmiyorum zaten. Ama yani 'aman doğru şeyler söyleyeyim' 'yanlış anlar mı acaba böyle bişey desem' 'bu söylediğim şey ırkçı değildi umarım' diye gerilmektense kafa dinlemeyi yeğlerim. 
  • Şu FIT insanlarından bahsetmezsem olmaz. Şimdi burası 'moda' okulu ya. O yüzden 'erkek'lerimiz pek bir şenlikli. Biri topuklu ayakkabı biri de etek giyen ama ikisi de kırmızı ojeli zenci çiftimiz var mesela. Sonra her gün muhakkak bir kere gördüğüm, görmeyince 'noldu acaba' diye merak ettiğim uzun balyajlı saçlı, vücudu bir hatun kadar kıvrımlı, tek eksiği göğüs olan bir çekik arkadaşımız var. Sonra bir tane daha var. Aman allahım... Bir keresinde oturuyordum gene kantinde, gözüm arkası dönük oturan, kıllı bir bacağa çarptı. 'ıyh, insan bacaklarını alır mini etek giyeceksen, iğrenç amerikan' diye tiksindim. Sonra bunun ayağa kalktığını gördüm 'oha boya bak, ne kadar uzun' diye düşündüm sonra. Derken yüzünü döndü. Ve sakalları gördüm. Kıllar konusunda hiçbir şekilde ödün vermeyen, mini etekli arkadaşımızı (bazen mini şort da giyiyor allah için) yağmur demeden kar soğuğu demeden çıplak bacaklarıyla görüyoruz. Azmine hayranım. Bir de Drakulamız var. Bu da sıcak soğuk demeden okulda pelerinle, simsiyah giysi ve çizmelerle, kafasında da fötr şapkayla dolaşan bir beyimiz. Aklımı alıyor sağdan soldan karşıma çıkıverince. Parmaklarımla artı oluşturup 'beri git iblis!!' diye bağırasım geliyor. Bunlar düzenli olarak gördüğüm, kendimce isimlendirdiğim, artık tanıdık simalar haline geldikleri için evimde hissettiren tipler. Onun dışında çünkü gökkuşağının her renginde saçları olan, çantaları kıskanacağınız kadar güzel ve moda olan, konuşmalarıyla ayrı bir evlere şenlik olan (oh my gosh, way to go, girl, that's fabolous! bunları uzatarak söyleyin ama) çeşit çeşit tipler. Hatunlarımızdan da bu çeşitli erkeklere taş çıkaracak kadar ilginç olanlar olsa da genel olarak 'moda okulunda okuyorum, giyim konusunda çıldırmalıyım' azmine sahip tipler. Öyle ki sıradan gelmeye başladı artık tuhaf topuklu ayakkabıları, pançoları, dantelli elbiseleri, ne idüğü belirsiz aksesuarları. Ha, normaller yok değil, neticede business bölümlerimiz de var. Ama kantin işte, pek bir şenlikli. 
  • Kimsenin senin ana dilini bilmediği, hatta uydurmasyon kelimeler olarak algıladıkları bir yerde o dili konuşabilen tek insan olmak güzel bir şey. Özellikle sınıfta bir iki türk arkadaş varken, sınavlarda kopya çekmenin ne kadar kolay olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ya da hocanın yüzüne bakarak, yüksek sesle hocanın ne kadar baydığından bahsedip, kimin hocadan ara vermemizi isteyeceğini tartışmak çok kolay oluyor. Diğer Amerika'lılarla da çok güzel eğleniliyor. Şoförlerden TEM'den gitmeyi mi talep etmediğim kaldı, metroda ya da yolda nigga'lara 'hey dostum, o kara kıçını tekmelemeden yoldan çekilsen, ha adamım?' ya da 'senin sorunun ne dostum!' diye bağırmadığım mı kaldı, gittiğimiz yemekte arkadaşlarla 'allah bereketini artırsın, sofrayı kuran kaldırsın' kalıbını amerikalılara kazandırmaya çalıştığım mı kaldı.. :P Ondan sonra ne bileyim, birine sinirlenince bağıra bağıra Türkçe olarak küfrediyorsun, sinirini atıyorsun, sonra ingilizce olarak güzel güzel konuşup, derdini anlatıyorsun. Herkes memnun.  
  • Caddelerde arabanın altında kalma korkusu olmadan yürüme, ışıklarda son anda kırmızı yansa bile, koşmaya başlamadan aheste aheste karşıya geçme ve küfür yememe rahatlığına değinmiyorum bile. Bir de tabii mahkemelik oluruz korkusuyla tüketici haklarına sonuna kadar saygılı olmak zorunda kalan bir ülkede olmak da güzel bişey. Ha, fırsat buldukça initiation fee, tax gibi isimler altında dolarları geçirdikleri yalan değil, ama yapıcak bişey yok. 
  • Nasıl göründüğünün kimsenin umurunda olmamasına daha önce de değinmiştim, gene değinmek istiyorum. Yaşasın saçma pijamalarla, akmış makyajla ve onların altına sırf kapının önünde ve giymesi kolay diye giyilmiş süslü babetlerle markete gitmek suretiyle sokaklarda dolaşabilme özgürlüğü! Yani bunu Türkiye'de de yapabilmek lazım aslında, yaparsın da, ama oradaki bakışları üzerinde hissediyorsun resmen. Burada bakmadıkları gibi, sen ne kadar saçma olursan ol, senden saçmasını çok rahat bulabildiğin için için rahat. 
  • Derste sıkılınca 'oooh, get me away from here, i'm dying' diye şarkı söylemeye başlayınca sana eşlik edebilen insanların varlığı da güzel bişey bence. 
  • Şu şehirde (yağmurun yağmaması ve çok soğuk olmaması ön koşul) ayağımda rahat ayakkabı ve kulağımda müzik olduğu sürece sokaklarca yürüyebilirim sanırım. Neredeyse hiç yokuş olmadığı için Manhattan'da, yormuyor insanı fazla. Yazın en çok o aktivitesini özliycem sanırım. İki hafta önce hava çok güzeldi mesela, The Girl From Ipanema'yı repeat'e alarak 59'un (Central Park) doğu yakasından aşağı 14'lere (Union Square) kadar inip batı yakasından (Chelsea) yukarı Times'a çıkmıştım yürüyerek ve fotoğraflar çekerek. Parklarda oturup arada kitap okumuş, insanları seyretmiş, kahve içmiş, bişeyler atıştırmıştım. O gün ne mutlu hissetmiştim yarappim. 
  • Asılanları bile komik yahu, geçen gün ayakkabım ayağımdan çıkıp duruyordu, Duane Reade'den silikon zımbırtılarından aldım, ayakkabımı çıkarıp içine yapıştırırken herifin teki geldi diz çöküp 'yoksa siz sindirella mısınız, ayakkabınızı mı kaybettiniz, bulsam benim olur musunuz' dedi. babam yaşında bir öküzün tekiydi (bana asılanlar niye hep aynı profile ait olmak zorunda? yakışıklı bir delikanlı olaydın ya :P), 'yeah right, i'm ok' diye başımdan savdım ama çok güldüm yani :P 

Daha yazacak çok şey var aslında, sevdiğim şeyler bu kadarla sınırlı değil, o kadar da değil. :P Not almalıyım aklıma geldikçe bu tip şeyler. Ama artık ödeve de başlamalıyım. 40 dakika olmuş. Off biter umarım. 

PS: Başlık'ı Simon and Garfunkel'ın The Only Living Boy in New York'undan uyarladım. Hala şarkı isimlerinden gidiyoruz yani, seviyorum bu konsepti. 

Monday, November 01, 2010

The State I Am In

Her allahın günü şuraya yazılar döşemek istiyorum, ama bir türlü toparlayamıyorum kafamı. Konsept belirleyemiyorum; bir şey mi tanıtayım, mutlu bir yazı mı olsun, damardan mı girsem, komiklikler mi yapayım, günlük mü olsa diye bakıyorum saatlerce şu yeni kayıt ekranına. Çünkü hepsini aynı anda hissediyorum şuraya geldiğimden beri, bir gün mutlu, bir gün depresif, bir gün eğlenceli değilim resmen. 

Ama sonunda baktım olmayacak, yazmaya başlayayım, belki gelir gerisi dedim. 

Genel olarak bakılırsa, New York'ta yaşıyor olmama rağmen ilginç bir hayatım olduğu söylenemez. Gece hayatım hatta İstanbul'da daha hareketliydi resmen. En büyük sebebi maddi tabii, bir gece dışarı çıkıp 100 dolar harcayacak lüksüm yok şu anda. Hadi onu geçelim, para harcamadan da çıkarsın neticede dışarı, ama gelin kabul edelim, tek başına çıkıp bir gecede bir sürü arkadaş edinebilecek bir sosyal böcük olmadığım bilinen bişey. Yapayalnız olduğumu iddia edemem, vakit geçirmelik bir sürü insan var, okuldakilerle de yeni yeni de olsa kaynaşmaya başladık, ama yine de ne bileyim, her gün - hatta her günü geçtim, her hafta - dışarı çıkmak için gerekli enerji kalmamış bende ya. 


Okul da etkiliyor tabii, ciddi anlamda zor burada üniversite okumak. Yani zor kavramı da göreceli elbette, onu da şöyle açayım: şimdi biz İTÜ'de ödevsiz, devamsızlığımız kimsenin umurunda olmayacak şekilde sadece sınav ve proje dönemlerinde kasarak geçmeye alışmış bireyleriz. Amerikan okullarıysa ödevlere ciddi olarak önem veriyor. Dersler, zor, tamam, ama İTÜ'dekinden zor diyemem. Amma lakin ki işin içine her hafta hayvan gibi ödevler girince, benim gibi sevmediği bir konuda yapması gerekenler olduğu zaman hayatı zindana dönen biri için işkence oluyor. Bir de sallama şansımız da yok yani, notumuzun büyük bir yüzdesini kaplıyor bu ödevler. Vee o not ortalamasının yükselmesi lazım master istiyorsam burada. Ki istiyorum da. 

Planlarımı tam olarak buraya yazmiycam, çünkü daha bişey belli değil ve pamuk ipliğine bağlı resmen, korkuyorum çok olmazsa diye. Olursa, burs alabilir de Parsons'a kabul edilebilirsem o kadar mükemmel olucak ki. O kadar mükemmel olacak ki, hatta, sırf o yüzden olmayacak gibi geliyor. Şu zamana kadar ne zaman istediklerim tam olarak oldu ki? Bir bedeli oldu hep gerçekleştirdiğim hayallerin. Of, aman, öyle işte...

İşte, o yüzden biraz gerginim son zamanlarda açıkçası. Geleceğim bir gram belirli değil, master olmazsa iş bulmaya kasıcam ancak bu ekonomide amerikanlar iş bulamazken beni işe almaları için onlara sunacak  bişeyim yok, umudum da az o yüzden. Of, bilmiyorum, geriliyorum, konuyu kapatıyorum :P

Onun dışında günlerim İstanbul'dakinden pek farklı geçmiyor açıkçası. Hala kitap okuyorum bol bol, hala film/dizi izliyorum bol bol. Tek farkı bunlara ev geçindirme denen iğrenç şey eklendi işte. Temizlik ve yemek yapma zorunluluğu o kadar boğuyor ki bazen. Anne evinden ilk defa uzaklaşmış biri için fazla geliyor bu kadarı tabii. 

Ama onun dışında en çok tadını çıkardığım şey özgürlük tabii. Gecenin köründe, canım sıkılınca met'e gidicem diye (buranın migrosu gibin) evden çıkıp iki tur atıp gelmek, kimseye bağlı olmamak, hesap verme zorunluğu olmaması, kendi kendine yetmenin verdiği haz güzel şeyler. 

Tabii bu da iki sonuç doğuruyor o anki halet-i ruhiyeme - bazen de hormonlarıma - bağlı olarak. Bazen, özellikle tek başıma çıkıp kulağımda müziğimle daha önce görmediğim güzel sokaklarda dolaşırken şansıma inanamıyorum. Flatiron District'in oralarda mimari de çok güzel mesela, oralardayken özellikle de elimde evle ilgili basit bişey (temizlik malzemesi, yemeklik vs) o binalara bakıp bakıp mutlu oluyorum, 'yaşamak için bulunduğum şehre bak. turist değilim ben. bu insanlar I love NY tişörtleri alıp bu binaları unutmamak için beyinlerine kazımaya çalışırken benim öyle şeyler yapmama gerek yok, çünkü burada yaşıyorum ben. tek başıma,' diye. Ve tabii tek başına bambaşka bir ülkede yaşarken, her şeyi arkanda bırakıp hayatına yeni baştan başlayabilme özgürlüğüne sahip olduğunu bilmek de mutluluk ve tatmin veren şeylerin en önemlilerinden.

Ama bu mutluluk ve tatmin veren şeyin ta kendisi de bazen durup dururken depresyona sokabiliyor. Evet, bu özgürlük -en azından benim için- çok güzel bir şey, ama madalyonu çevirip arkasına baktığında da görüyorsun ki bu özgürlüğün de hayatında aslında kimsenin olmaması, yapayalnız olman gibi bir bedeli de var. Metroda yolculuk yaparken, yolda yürürken, evde otururken bazen aklıma düşüyor, 'şurada ölsem, koskoca ülkede gerçekten umursayacak kimse yok,' diye. Hani evet, sınıf arkadaşlarım, ev arkadaşım, üzülecek, o kadar da küçük Emrah'a bağlayacak halim yok. Ama herkes hayatına olduğu gibi devam edecek, gerçekten de etkilemeyecek yokluğum kimseyi. Bu gerçek, panik seviyesine bile getiriyor bazen. 

Öyle işte.