Sunday, June 20, 2010

Stand Clear of the Closing Doors, Please

Geçen sene New York'tayken beni (bizi ya da) en çok güldüren şeylerden birisi de metrolarındaki kapıların kapanacağını bildiren hevesli amcaydı. Böyle sanki hep sirklerde, karnavallarda falan çalışmak istemiş de annesi kızmış, izin vermemiş, içinde kalmış, o yüzden şimdi de acısını çıkarıyormuşçasına bir ses tonuyla "çekilin kapının ordan" derdi metro yolcularına. Her anonsta tekrar ederdik biz de, pek eğlenirdik kendi aramızda. Hayır, hiç de bile, sıkıcı değiliz! Arkadaşın blogunda gördüm de, pek bir nostaljik oldum, özlemlerim depreşti, ben de paylaşayım istedim.  

Wednesday, June 16, 2010

Subterranean Homesick Blues

Ulan ne zormuş ev bakmak! Hele bir de tutulacak ev New York'taysa ve sen henüz İstanbul'daysan. Ben her şey kendi kendine hallolcak diye çok afedersiniz götümü sermiş yatarken, birden iş başa düşüverince ne olduğumu şaşırdım. Paran çok değilse, ya manhattan'da okula yakın olsun diye bok gibi, küçücük ama ona rağmen pahalı evlere ya da evin biraz güzel ve ucuz olsun diye Brooklyn'lere Queens'lere talim olmak durumundasın. Baştan 3 kişiydik, garantörümüz vardı, yardımcı olacak insanlar vardı, rahat olcaktı ama üçüncü kişi gidip garantörünü de yanında götürünce şimdi iki kişi bile olmayabiliriz. Sağolsun yardımcı olacağını iddia eden kişiler de elini eteğini çekmişler. Buradan internetten bakmaya çalıştıkça daha da umutsuzluklara sürükleniyorum zira Craigslist de dipsiz bir kuyu. Ayrıca dolandırıcılık çok dönüyor, oradan adamlar sana gösterdiği halde anlamıyorsun scam mi, değil mi diye, bir de buradan anlamak iyice imkansız. 

Hayır başka problemler de var zaten, bir de bu patlak verdi, öyle gerildim ki bir taraflardan patlak vermem yakındır. Çeviriyi de yetiştirmeye çalışıyorum, ciddi anlamda hiçbir şey yapmıyorum onun yüzünden. Blog ortamlarına da haliyle anca Temmuz'da dönerim bundan sonra. Çıldırmazsam, o da. 

Tuesday, June 08, 2010

Rainy Day in June

Geçen günkü sıcaklara lanet etmekle geçen postum bayağı bir işe yaramış anlaşılan; 'yağmur mu istiyorsun.. al ulan al!!!' demiş olmalı birileri -artık kim varsa- yukarıdan. Ama valla benim kastettiğim bu değildi! Tek istediğim küçük bir rüzgar, daha az nem, ne bileyim daha az vücut sıvısı oluşturacak hava durumuydu. Okulları tatil ettirecek hava koşulları değil! 

Dün de fenaydı da bu sabah neydi öyle! Odamın penceresinin contaları çok sağlam değildir, hafif güçlü biri asıldığında kolu çevirmeden camı açabilir. Amerikaya gideceğim için ve artık önümüz yaz diye babamlar çok sallamıyor, 'sen yokken kışın panjurları indiririz' diyorlar, yaptırmıyorlar. İlk defe bu sabah bozuk bir pencerenin ne demek olduğunu fark ettim. Sabah 7-8 sularında zira, 'çotank!' sesiyle yatağımın dibindeki pencerenin ardına kadar açılması ve üzerime yağan musonik yağmurlarla uyandım. Altıma sıçıyordum korkudan, rahat bir 5 dakika falan çığlık attım. Sakinleşmem de bir 10 dakikamı aldı herhalde. 

İşin kötüsü, bir de 10 dakika içinde falan evden çıkmam gerekiyordu. Sabah beni uyandırmalarını tembihlediğim sevgili anne-babam, bu yağmurda nasıl olsa dışarı çıkmam diye uyandırma zahmetine girişmemişler hiç. Hava şartlarına rağmen çıkacağımı dile getirdiğim zaman da neredeyse odama kilitleyeceklerdi, zatürre olursun, çıkma, izin vermiyorum! falan diye. Ben de açıkçası düşünmedim değil, çünkü 10. katta oturuyoruz ve öyle bir yağmur var ki evden dışarısı görünmüyor, bulutların arasında kalmışız falan. Sihirli annemdeki perilerin yaşadığı ortamda gibiydik. 'Nuh tufanı halt etmiş, zamanında alaydık keşke birer yat, gemi, gemicik falan, bak lazım oldu işte!' şeklinde düşüncelere gark etti. Neyse, duşa girip çıktından sonra karar veririm demiştim ki çıkınca baktım, titreyip kendine gelmiş atmosferik yağmur tanrıları.

Peki bu ziyadesiyle gereksiz postu niye yazıyorum? Bugün evden çıkma amacım olan sevgili elfenben'in iş görüşmesi nedeniyle günü birliğine istanbula gelmesi, benim de ona eşlik etmem ve o iş görüşmesindeyken benim yağmur altınaki bir çay bahçesinde sıkılıyor olmam. Aslında sıkılmıyor olmam, iş yapmam gerekiyordu da, dangalaklığın daniskasını yaparak çevirisini yaptığım kitabını evde unutmuşum. Bilgisayarı yanımda taşıdığımla kaldım... Neyse ki macbook ağırlık yapmıyor da çok küfrettirmiyor. Küfrettiğim başka şeyler var gerçi: iki nem görünce kabarıp kendinden geçen saçlarım, minik göletler haline gelen yollar, o göletlerden geçerken fütursuzca su sıçratan arabalar, Lost adasına yağdığı yanılgısı içindeki yağmur, hava sıcak olduğu için bot giyememek ve yağmurun olduğu gibi converselerle bütünleşmesi, ıslak çoraplar/paçalar, rezil gibi nemli, sıcak ve ıslak metrobüs, otobüs, minibüs gibi bilimum ulaşım araçları, iki suda ters dönen, çılgın şekilllere bürünen perçemler ve allahın cezası, orospu çocuğundan hallice istanbul trafiği! 

Neyse... Amma da uzun sürdü görüşmesi be. Ayıp olmasın diye bir çay daha istiyeyim bari, 1'den beri buradayım ve tek bir çay içtim sadece.

Saturday, June 05, 2010

Lilac Wine

Bir keresinde rüyamda öldüğümü görmüştüm. Ama kabus değildi, ciddi ciddi rüyaydı. Çünkü inanılmaz derecede huzurluydum rüyamda hayatım sona ererken. Detaylarını hiç hatırlamıyorum, nasıl ölüyordum, kaç yaşındayım, nerdeyim falan belli değil. Sabah uyanınca aklımda kalan tek şey inanılmaz derecede huzurlu hissettiğim ve arka planda sürekli Jeff Buckley'nin Lilac Wine şarkısının çalıyor olmasıydı. O yüzden ne zaman bu şarkıyı dinlesem içim bir tuhaf olur; inanılmaz mutlu olurum ama bir yandan da kalbim sıkışır çünkü sanki son saniyelerimi yaşıyormuşum gibi hissederim. Çok dinlemem o yüzden. Neredeyse 7-8 aydır da açmıyordum. iTunes'u daima shuffle'da tutmanın laneti midir lütfu mudur bilemedim. 

Konudan bağımsız: Ne zaman hangi şarkısını dinlesem aşık 
oluyorum adama istisnasız. Sesinde acayip bişey var.

Gerçekten öldüğüm zaman arkada bu şarkının çalmasını çok isterim. Yaşlanınca falan bloglar hala duruyor olursa ve bizimkiler her şeyi sansürlemek adına çıldırıp her şeyi falan sildirmezlerse, muhtemelen aşırı nostaljik bir insan olduğumdan buraları gene bir okurum. Okuyunca da aklıma gelir, hazırda bulundururum. Gelecekteki kendime not bir bakıma yani bu post.

Tuesday, June 01, 2010

Die in the Summertime

Yaz niye gelir ki sanki. Soğuk soğuk iyiydik biz. Tamam, çamur, pislik, şemsiye falan hoş değil de erimiyorsun en azından sokakta. Ne sokağı be, evde olduğum yerde kavruluyorum resmen. Eski klima bozulduğundan beri yenisini de almadılar, zerre hava sirkülasyonu yok maşallah evin hiçbir odasında da. Odam desen güneş benim odamda doğup benim odamda batıyor sağolsun hiç aksatmadan. Hayır, göt kadar oda miniminnacık pencere, bütün güneşi almayı nasıl beceriyor, nasıl stratejik bir konumda inşa etmişler odamı anlamış değilim. Giyilebilecek en efil efil elbise bile bir işe yaramıyor be blog. Çeviri de sağolsun, normal şartlar altında zaten sıcak bastırıp insanı bunaltan bir icraat, bir de bu nemli nemli sıcaklarda iyice delirtiyor insanı. 

Bakıp bakıp serinleyelim diye koydum, oh. 

Çeviri de beni benden alıyor sağolsun, dünyanın en sıkıcı işi ilan ediyorum şehir rehberi çevirisini. O cağnım şehir Barselona'dan nasıl soğudum anlatamam. Gaudi'yi görsem bir de ben öldürücem o derece. Ne boğazına düşkün bir milletmiş ayrıca arkadaş, bitmedi restoranları. Neyse, Paris'i yapıyor da olabilirdim, şükrediyorum o yüzden. Ama ciddi ciddi uslanmıyorum şu çeviri konusunda; geçen sene Faces'i çevirirken 'lanet olsun böyle işe, parasızlıktan yerlerde sürünürüm, gene çeviri yapmam bundan sonra' demiştim. Sonra onun çilesini unutunca para tatlı geldi tabii, hoop gene Epsilon yolları taştan. Ya, kolay, rahat iş de, adam gibi kitap varken işte. Eclipse gayet eğlenceliydi valla, zamanında Bella'ya az küfretmemiştim ama şimdi o zamanlarımı düşündükçe...

Neyse, gene çeviri yapmamak için yapılan anlamsız hareketler serilerimden birine tanık oldunuz. Bundan önce de kütüphanemi düzenlemenin vakti geldiği fikrine kapılmıştım. Sabah da nedense çarşaf, nevresim değiştirmenin iyi bir fikir olacağını düşünmüştüm. Neyse, az kaldı az. Bitçek bu da. 5 Ağustos'ta da New York. Sonrası da... hmm, no fucking idea.