Sunday, November 22, 2009

Get Me Away From Here, I'm Dying

Hiçbir şey aylarca biriktirip biriktirip bir anda patlamanın yarattığı dayanılmaz hafifliğin yerini tutamaz. Yıllardır bu kadar ağlamamıştım belki, ama değdi.

Saturday, November 21, 2009

The Ghost of Corporate Future

Yalanlarla doluyum resmen, bir de utanmadan 1 demişim, tekrar yazarım demişim, sanki kendimi tanımıyorum! Gerçi kendime de haksızlık etmeyeyim, başladım yazmaya ikinci bölümünü önceki postun.. Ama açgözlülüğüme geldi, bir film daha bir film daha derken iş için içinden çıkılmaz hale geldi. Sadece bir liste yapıp geçeceğim.

(500) Days of Summer
Before Sunrise
Before Sunset
Blow
Changeling
Everything is Illuminated
Forgetting Sarah Marshall
Frida
Frost/Nixon
Gran Torino
Inglourious Basterds
Milk
My Blueberry Nights
New Moon (Bunun için Eren kişisine teşekkür etmem gerekiyor beni ön gösterimine götürdüğü için :P Zaten aksi takdirde tenezzül etmeyeceğim bir film, lütfen.)
Thank You for Smoking
The Brothers Bloom
The Curious Case of Benjamin Button
The Edge of Love
The Reader
The Royal Tenenbaums
The Savages
The Soloist
The Ugly Truth
Wristcutters: A Love Story
X-Men Origins: Wolverine

Link falan veremem bu sefer, imdb orda. Hadi bakim. :P En en en çok bayıldıklarım Before Sunset ile Inglourious Basterds idi bu arada. Before Sunset için hayatımda izlediğim en güzel romantik filmdi diyebilirim sanırım. O kadar doğal, o kadar gerçekçi, o kadar sıcak... Inglourious Basterds ise bir Tarantino harikası, o adam zaten bu saatten sonra isterse gelsin ne bileyim Çocuklar Duymasın'ı falan yeniden çevirsin, yeni bir Kurtlar Vadisi filmi çıkarsın, kalitesinden şüphe duymam, gider izlerim.

~~~


Müzik günlüğüm de son zamanlarda Regina Spektor ile dolup taşmakta. Yeni albümü Far'ı tüketiyorum itinayla. Bütün Regina şarkıları gibi bu da içine çekiveriyor insanı, sözleriyle, piyanosuyla... Eet, Dance Anthem of the 80's, Genius Next Door, Laughing With ve the Sword & the Pen bayıldıklarım, ama geri kalanını da severek dinlemekteyim. Özellikle kitap okurken süper gidiyor.

Gerçi, Inglourious Basterds'ta keşfettiğim David Bowie şarkısı sayesinde bugün sabahtan beri falan sürekli David Bowie dinlemekteyim, eski playlistlerimi çıkardım ortaya falan. O da şahane ayrıca, belirtmeyi borç bilirim. Cat People (Putting Out Fire) ismi. Filmdeki sahneye süper oturmuş, bayıldım. With Gasoliiiiine! diye girdiği bölümü şahane şarkının.

Tabii bir de Merlin ve okumakta olduğum Mists of Avalon sağolsun, eski Blind Guardian şarkıları da çıktı ortaya. Mordred's Song olsun, A Past and Future Secret olsun.. Severiz.

~~~

Onun dışında işe gidip geliyorum lan blog takipçileri! :P Gerçi buraya yazdığım iş değil, buraya yazdıktan sonra neler neler oldu. Gerçi o kadar da bir şey olmadı yani, Cevza Hoca'dan daha iyi bir teklif geldi, orası kabul edince oraya gittim. :P Artık İTKİB'de çalışıyorum ve gayet de memnunum. İnsanlar, ortam falan bayağı iyi. Geyik insanlar zaten bayağı. Ama uzak gerçi. Yenibosna'da taa. Dış Ticaret Kompleksinde ayıptır söylemesi. :P Ama servis var evime kadar, o güzel. Her allahın günü de gidiyorum. Etek falan giyiyorum lan, şaka gibi. Öyle işte. Uzun uzun yazasım vardı ama gitti o istek valla. Ve böyle taslak olarak bırakırsam da kalır bu ha söyliyim. Yolladım gitti.

Şarkıyla kapatırız bence.



Monday, November 02, 2009

Deeper Into Movies (1)

Haftasonunda bana ne oldu bilmiyorum ama yıllardır beklediğim an gerçekleşti ve film fever'ını sonunda elde edebildim. Gece gündüz film izledim neredeyse, günde 6 film izlediğim oldu. :P Yay! Kısa kısa kendi kişisel eleştirilerimi yapıciim. Övünç kaynağım ama, yapmazsam olmaz.

O kadar hızlı izledim ki hepsini, sırasını hatırlamıyorum. Ben de alfabetik sıraya göre yapıcam ki zaten hdd'mdeki klasörlerden isimlere baktığıma göre, en kolayı da o.


Afişi sevimli geldikten sonra Office'ten tanıyıp sevdiğimiz John Krasinski'nin oynadığını fark edip ilgimi çeken, sonra sinemada fragmanını görüp 'dvdrip'i çıksın, indiririz' dediğim, Sam Mendes'in yönettiğini görünceyse izlemem farz olan bir filmdir kendisi. Kadın hamile kalınca yaşadıkları yerin çocuk büyütmeye uygun olmadığına karar veren bir çiftin yaşayacak yer bulma çalışmalarını anlatan bir yol filmi. Film boyunca Jim'ciğim (istediği kadar çok filmde oynayabilir, benim için her daim Jim olarak kalacak) kendisine hiç yakıştıramadığım sakallarına ve yine kendisine hiç yakıştıramadığım kız arkadaşı Verona'nın tipine takılmış olsam da bunların filmi daha gerçekçi kıldığını itiraf etmeliyim. Hollywood güzelliği yoktu ikisinde de; sıradan, yan komşunuz olabilecek tiplerdi. Gerçi böyle iki sıradan bir tipin nasıl olur da bütün tanıdıkları bu kadar absürd ve uç olabilir akıl sır erdiremiyorsunuz ama neticede bu karikatürize olmuş karakterler hafiften ağır tempolu bu filme hareket katan öğelerdi, o yüzden bağrımıza basıyoruz. Onun dışında oldukça sevimli ve içten bir filmdi, Alexi Murduch'ın elinden çıkmış müzikleriyse şahaneydi.


1900'lü yılların başlarında geçen Stephen Frears'ın yönettiği Michelle Pfeiffer'ın oynadığı yaşlı metres-genç adam hikayesi. Zamanının gözde kurtizanlarından Lea, arkadaşı ve meslektaşının herkesin Cheri diye hitap ettiği gencecik oğlu ile ilişki yaşar. Altı yılın sonunda Cheri yaşıtı biriyle evlenir ve Lea ile ilişkisini sonlandırır. Bu ikisi için de iyi olmaz. Filmi Dangerous Liaisons ile kalbimi kazanan Stephen Frears için izledim desem yalan olmaz sanırım. Korkunç narrator amca dışında fazla rahatsız olduğum bir nokta yoktu ama film malesef yönetmenin bahsettiğim diğer filmi kadar sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Ağır bir temposu olmasının yanı sıra sonu ve tipik metres hikayelerindeki formülü tersine çevirmiş olmaları dışında öyle ilgi çekici bir yanı da yoktu. Michelle teyzeninse en iyi performansı değildi.


Filmi izlememin tek sebebi isminin ilgimi çekmesiydi ve elimde filmle ilgili başka hiçbir bilgi olmadan oturdum izledim. O isim nedeniyle de açıkçası çoook farklı beklentilerle oturdum karşısına komedi olduğunu bilmeme rağmen ve biraz hayal kırıklığına uğramış olsam da eğlenmediğimi söyleyemem. Simon Pegg yeterince eğlenceli, Kirsten Dunst hanımkızımız çok sevimli ve Jeff Bridges (ki açılış sekansında adını görünce sevinçten uçtum ve beklentilerim olduğundan daha da yükseldi. The Dude'dan bahsediyoruz yani.) her zamanki gibi karizmaydı. Ama çok bir şey beklemeyin, bir kaç saat öldürmek için yeterince iyi bir sebep ama fazlası değil.


Senaryo dalında oscara aday gösterilmiş ve kesinlikle o heykelciği haketmiş bir senaryoya sahip, ters köşeye yatıran, Belçika'da böyle şahane bir şehrin olduğunu şahsıma gösteren, müthiş oyunculuklu (o aksanlarını yerim. hepsinin. ralph fiennes özellikle ne şirindi o aksanla), mükemmel diyaloglu beklediğimden çok daha iyi çıkan bir filmdi In Bruges. Kara mizahlara zaten bayılan bir insan olarak türünün en iyilerinden olduğunu düşündüğüm bu filme de bayıldım. Filmin başrollerinin tek dişisi Harry Potter'ın Fleur'u Clemence Poesy de pek yetenekli bir hanımkızımızmış, sevdik onu da. Sonu özellikle etkileyiciydi, hiç beklemiyordum, kaldım öylece film bitince. Müzikleri de süperdi. Bruges de zengin olunca gidilecek şehirler listesine eklendi.


Hangi motivasyonla indirdiğimi şu an hatırlamıyorum (cidden ama, son on dakikadır onu düşünüyorum, yok hatırlamıyorum) ama her şey çok hızlı gelişti, indiresim geldi, indirdim, izledim. Klasik kanald'de falan verilen hani anne babayla falan izlenen romantik (hatta meg ryantik) komedi filmimiz kendisi - ve hatta izlemiş bile olabilirim televizyonda. 19. yüzyılda yaşayan Leopold ve günümüzde yaşayan Kate'in, kızın eski erkek arkadaşı tarafından bulunan 19. yüzyıla açılan bir portal bulmasıyla başlayan aşkı. Her dakikasını tahmin ederek izliyorsunuz ama, eh, Hugh Jackman'cığımız o aksanıyla konuşsun, filmin konusu hiç fark etmez, otururum izlerim saatlerce. Meg Ryan'ın estetikli ördek dudaklarına ve rahatsız edici şekilde kesilmiş saçlarına bile katlanırım. Yine de film Sting'in Until isimli şarkısını repertuarımıza kattı, o yüzden kazanım olarak sayabiliriz. Yağmur-sıcak çikolata-battaniye-uyku öncesi filmi.


Bu kadar büyütülmüş olan ne bu filme ait bilmiyorum ama işte hayatımın bir daha asla geri alamayacağım iki saatinin ekrana yansımış hali! Bilmiyorum belki ben çok yüksek beklentilerle izledim (her yerdeki 'gülmekten altıma sıçtığım film' yorumlarını göre göre 'ay güleyim azcık ayol' diye saldırdım filme Revolutionary Road'dan sonra) ama bir kaç yerde gülümsetmek dışında bir boka yaramadı film. Sevmedim. Ki genre'ya da karşı bir düşmanlığım yoktur öyle, böyle filmlerden de eğlendiklerim çok ama bu onlardan biri değil ne yazık ki. Zaten izzie (filmdeki ismini bile hatırlamıyorum, greys sağolsun zaten hep izzie kalacak benim için) hamile kaldıktan sonrası klasik romantik komediye dönüştü. Bebeğin kafasının çıkmaya başladığı vajinayı görmemeyse hiç gerek yoktu şahsen. Fazla ürkütücüydü.


Bayılıyorum böyle filmlere. İlk iki filmine de sinemada en az iki kere izlemiş olan ben, üçüncü filme bir türlü gidememiştim. Sonra da vizyondan kalktı ben de dvdripini bekleyeyim dedim. Ama o zaman da unuttum, sonra da zaten izleyesim kalmadı bir daha. En sonunda durup dururken gaza geldim, indirip izledim ve neden sevdiğimi hatırladım bu seriyi. Güzel bir macera, fantastik bir ortam, beklenmedik olaylar, esprili bir dil, eğlenceli sahneler, süper görsel efektler, şizofren bir Jack Sparrow, baba Jack Sparrow Kieth Richards, Johnny Depp, Orlando Bloom, Keira Knightley ve işte size üç saatinizi harcamak için şahane bir sebep. İkinci filmden çok daha fazla sevdiğimi söylemem gerek ama birinci filmin tadını asla yakalayamazlar. Spoiler - savaşın ortasındaki evlilik sahnesine ve pusulanın romu göstermesine yarıldım. :P Beckett'in gemi parçalanırken merdivenlerden iniş sahnesiyse yönetmenlik harikasıydı, bayıldım.

Revolutionary Road


Bir başka Sam Mendes filmi ama Away We Go'nun o iç ısıtıcı atmosferi ve konusunun aksine insanı koltuğuna çivileyip içini karartan bir film. 50'lerde geçmesine rağmen tazeliğini her daim koruyan bir konusu olmasına rağmen esasında konusuyla ön plana çıkan bir film değil. Çünkü gayet sıradan ve bir çok kez işlenmiş bir konu. Ancak diyaloglar, yönetmenin yakaladığı atmosfer ve en önemlisi oyunculuk o kadar muhteşem ki gerçekliğinden şüphe duymuyor ve geriliyorsunuz. Kate Winslet The Reader'da da çok başarılı olsa da oscarı bu filmle alması gerekiyordu kesinlikle. Ama olsun, aldı ya, o yeter bize. Leonardo Di Caprio da inanılmaz başarılıydı ve aralarındaki kimya tartışmasız müthiş. Zaten etkileyici olan kısım da oydu, bir kavga sahnesi vardı ki annem babam kavga ediyormuşçasına endişelendim. Bir de tabii Paris planlarını tek uygulanası bulan kişinin bir deli olması da insanı gerçekten her şeyi bırakıp hayallerin peşinde koşmanın gerçekten delice bir şey mi olduğu yoksa sadece deli olmanın getirdiği özgürlüğün mü bu planı uygulanabilir bulmasını sağladığı konusunda da düşündürüyor. Sevdim kısacası filmi.


Sunshine Cleaning


Little Miss Sunshine'ı yaratan insanlar yaratmış, bu filmin başından da zaten hemen hemen aynı duygularla kalkıyorsunuz. Hem gülümsetip hem hüzünlendiren filmlerden. Amy Adams, Alan Arkin zaten şahaneler ama Emily Blunt bu filmde pek güzel olmuş, hem tip hem de oyunculuk bakımından. Yine bir gerçekçilik durumu bu filmde de alabildiğine mevcut ve hem senaristinin hem yönetmeninin bir kadın olmasının bu konuda büyük faydası olmuş, çünkü en nihayetinde bir kadın filmi (bu demek değil ki sadece kadınlar için). Hep lisede loser olan tiplerin hikayelerini izlerdik, bu filmde ise karşımızda lisede alabildiğine popüler olan ancak mezun olduktan sonra işleri o kadar iyi gitmeyip hizmetçilik yapmaya kadar düşen, her aynaya bakışında 'I'm a winner' temalı bir kaç cümleyle kendisine güven aşılamaya çalışan bekar bir anne var. Kendi işini kurmuş olmanın verdiği gururla baby shower'a gidip kendisini bir hizmetçi olarak görmüş olan lise arkadaşlarına kendisini kanıtlamaya çalıştığı sahneler oldukça etkileyiciydi. Tren sahnesini de pek sevdim. İki kız kardeşin nihayet televizyonda annelerini gördüğü ve since 1963 sahneleri de yine güzeldi. Dede-torunun da bir şeyler yapmaya çalışmaları ve aralarındaki ilişki de yine sevdiğim noktalardan.


The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford


Ne olduğu bilinip ona göre izlenmesi gereken filmlerden ki filmin adı bu konuda ister istemez yardımcı oluyor. Başı sonu belli, hiçbir gizem, hiçbir merak unsuru yok, Jesse James Robert Ford tarafından öldürülüyor işte sonunda. Ama zaten film, Jesse James'in maceralarını anlatan bir macera filmi de değil. Hatta filmin ana konusu o bile değil, ilgilendiğimiz asıl kişi Robert Ford. Jesse James'e duyduğu derin sevginin nasıl olup da onu öldürecek kadar nefrete dönüştüğünü izlediğimiz psikolojik bir gerilim aslında. Çok da güzel olmuş, her sahne bir fotoğraf karesi gibi zaten ve Brad Pitt'e saygımız büyük olsa da Casey Affleck kesinlikle muhteşem. Her duyguyu, ikilemini, psikolojisini öylesine güzel yansıtmış ki. Müzikleriyse Nick Cave'in elinden çıkma olduğunu bildiğim için zaten müthiş bir şey bekliyordum, yanılmadım, süper süper süper. Song for Bob ve Rather Lovely Thing'i defalarca dinledim sayesinde.

Neyse, daha dokuz film daha olduğunu fark ettim, o yüzden bunu şimdilik yayınlayayım, ona devam ederim.


Tuesday, October 27, 2009

My Wandering Days Are Over

I have a job, you suckers!! In your face!!

Evet, artık bir işim var!

Cevza hoca bir knitting firmasının part time çalışacak öğrenci aradığına dair mail atmıştı herkese, ben de atladım tabii fırsata, cv'mi yolladım hocaya. O da bana direk firmadaki kişinin maili verdi onunla temasa geçmem için. Mailimi attım böyle böyle diyerekten ama bu neredeyse iki hafta falan önce olmuştu. Ben de cv'mi beğenmediler herhalde diyerekten ümidi kesmiş, başka iş aramaya başlamıştım. Ama pazar günü ahu'yla The Wire izlerken birden gmail notifier kenarda kendini gösterdi. Bir baktım adamın mail adresi yazıyor. Heyecandan ölerek açtım tabii gmaili. Meğer bütün o süre boyunca yurt dışındaymış, mailleriyle ilgilenememiş ama eğer uygunsam görüşmek istiyormuş. Ben de önce 1-2 dakika boyunca zıp zıp zıplayıp çığlıklar atarak içimdekileri döktükten sonra salı görüşürüz temalı bir mail attım. Tam send'e bastım, heyecanımı yatıştırdım, jeton düştü. Firmanın nerede olduğuna -hatta isminin bile ne olduğuna- dair hiçbir fikrim olmadığı gibi sormamıştım bile adama bunu! Neyse dedim, bilerek o mailde yazmamış gibi göstereyim de salak zannetmesinler, gideceğim gün tarif ediverin yerinizi geliyorum ben diye bir mail atarım falan dedim.

Neyse, dün attım falan ama bu sefer gerilmeye başladım. Ne giyincem? Nasıl davrancam? Ne sorcaklar? Sağolsun Nur olsun Ayşe olsun iş hayatındaki arkadaşlar yardımcı oldular, özellikle Nur, canım benim, çok işe yaradı tavsiyelerin, haberin ola, çok teşekkür ediyorum blog vesilesiylen. Giyim konusunda da emin olamadım, dress code var mıdır yok mudur bilemedim, geçen sene arkadaşlar çalışırken hatırlıyorum, bir tanesinin çalıştığı yerde kot giyinmek yasaktı o derece. E bir de sonuçta içinde bulunduğum sektör de şık olmamı gerektiren bir sektör, saçma sapan bir şey giyinip de modayla ilgilendiğimi iddia etmek komik olurdu sonuçta. Ben de siyah en güvenilesi şeydir diyerekten, siyah eteğimi ve çizmelerimi geçirdim, üzerine de mavi bir bluz ve siyah bir hırkayla gayet şık olduğuma kanaat getirdim. Tuğçe'nin mavili trençkotunu da giyindim üzerime, hava soğuktu uzun zamandır ilk defa. Gerçi bir panik de evden çıkmadan evde hiçbir şemsiye bulamayınca başladı. Bu büyük eve taşındığımızdan beri ve özellikle bu taşınma işleminde ben burada bulunmadığım için evde ne nerde hiçbir fikrim yok, bir şey ararken saatlerim geçiyor neredeyse. Yağmur yağacak gibiydi de, oraya gidene kadar sırılsıklam olmam bayağı komik olurdu. Ama bulamayınca geç kalmaktansa ıslanırım dedim ve çıktım evden.

Yeri Çağlayan'daymış firmanın da. Hiç bilmiyordum oraları, neyse ki mailde gayet detaylı bir şekilde hangi minibüse falan binmem gerektiğini yazmış. Yağmur da yağmadı zaten. Böylece kaybolmadan ve kupkuru bir şekilde firmanın binasını buldum ve girdim. Maille muhattap olduğum kişi Deniz Bey'di. Gittiğimde kendisi yerinde yoktu beni başka bir hatuna yönlendirdiler. The Office'teki conference room gibi bir odaya aldı işte beni. Ben 'evet, çalıştım dersimi, sorularınızı bekliyorum' ifadesiyle otururken, o bana işte önce firmayı tanıttı sonra yapacağım işi anlattı. O da İTÜ tekstil mezunuymuş, 2004'te mazun olmuş, okulu sordu nasıl diye. Sonra benim bölümümü sordu, ne dersler aldığımızı falan. Örmeyle alakam olup olmadığını sordu işte, dedim genel bir örme dersinin dışında çözgülü örme dersi aldık ancak atkılı örme seneye. Biz öğretiriz sana, dedi onu duyunca. Ondan sonra hangi günler çalışabileceğimi sordu, ben de işte söyledim: çarşambaları tam gün ve perşembe-cuma öğleden sonra. Sonra işte nasıl gidip gelebileceğimi, neler yapacağımı falan anlattı. Vee... o kadar! :D Onca hazırlık, gerginlik boşunaymış gayet. Sorum olup olmadığını sordu. O kısma çalışmamıştım işte. :P 'İşe ne zaman başlayabileceğim sorusu dışında yok sanırım' dedim gülerek. Bu işlerle ilgilenen Deniz Bey olduğu için o an resmileştiremezlermiş ama en kısa zamanda başlarsın dedi. O nedenle maddi kısımlara da giremedik ben deli gibi merak etsem de ne kadar para verceklerini. Ama sormadım tabii ki. Şu an ne verseler kabulum sonuçta. Telefonumu falan aldı işte ondan sonra bitti, o kadarmış. :D

Ha.. İşin en güzeli de yapacağım iş. Oldukça mesleğimle alakalı ve eğlenceli gibi görünen bir iş. Şimdilik başlarda asistan olcam ama yapacağım şey koleksiyon hazırlığında insanlara yardımcı olmak. Sonra işi öğrendikçe numune hazırlıkları falan da benim işim olabilirmiş, işte zamanla şekillencek.

Öyle işte... Artık çalışan bir kızım. :P Ahhh, ilk maaşımı alacağım günü iple çekiyorum!

Friday, October 23, 2009

No one's Got It All

Evet, 24ü olsun diye bekledim. 12sinden sonra 24ü olsun istedim 23tense. Sıkılmış da değilim aslında, yapabileceğim şeyler var ama üşenme halindeyim. Kitap okuyabilirim, ama telefonum (evet, blackberryde kitap okuma günlerime geri döndüm) bulaşık yıkarken bıraktığım mutfakta kaldı. Televizyonda (yani divxplayerda) dizi izleyebilirim, ama kumanda çok uzakta. Bir de televizyonu hangi akla hizmet öyle yaptım bilmiyorum ama üstündeki kapatma tuşundan kapatmışım, kalkıp açmam lazım... İnternette de dolaşamıyorum, torrent açık, çılgın yavaş. Burayı açana kadar ağladı resmen safari, hissettim. Neyse, en azından evi toparladım babam gelmeden önce. Şaşırdınız, di mi. :P Ananem kalmaya gelcekmiş bize, babam da getirecek anane sultanı, yani o gelince ev ben toplamadan önceki şekliyle olmuş olursa şayet, çantamı toplayıp evden kaçsam daha iyi olur, o derece. Annem ile ananemin ilişkisi benim annemle olan ilişki gibi. Ananem annemi, annemin beni yaptığı gibi eleştirmeye bayılır. O yüzden eline sebep vermemiz gerekiyor, özellikle bu kişi bensem eğer, seyreyleyin gümbürtüyü :P (böyle klişe bayat televizyon deyimlerini bile kullanırım)

Gerçi yarın eğlencelerin en büyüğü var... Gün! Evet, bildiğimiz kadın günü. Yarın bizim evde icra olunacak bu olay, büyük stres sebebi ev çapında. Neyse ki, ofisde durup salonu işletecek birine ihtiyaç var ki o kişinin ben olmama ilk defa bu kadar çılgınca seviniyorum. Evde stresten manyamış bir anneyle temizlik ve yemek maceralarındansa salondaki o çirkef karılara katlanmayı her türlü tercih ederim.

Neyse ya çok gereksiz konular bunlar, yazarken bile sıkıldım...

Başlığım Regina Spektor'dan. Severim kendisini, pek şekerdir.



Bunca zamandır hiçbir yazı yazmayışımın sebebi de şu dizi feverı sayın takipçilerim. Yatağıma yatıp, televizyonda dizilerimi izlemek o kadar rahat, o kadar tembelleştirici bir şeymiş ki bir aydır ne internete giriyorum adamakıllı ne de başka bir şey yapıyorum. Eve geliyorum, açıyorum televizyonu, uykum gelene kadar izliyorum başka bir şey yapmadan :P Ne kadar gerekli, ne kadar verimli, ne kadar sağlıklı bir işlem :P Ama seviyorum valla... Düşünün, 1 ay oldu, Supernatural (5 sezon bu!), Dollhouse, Merlin ve 30 Rock bitirdim. Gerçi daha başka diziler de girerdi araya eğer ödev falan yapmasaydım, okula gitmeseydim, dışarı çıkmasaydım falan. :P

iş konusunda... yok anam yok. Kimse cvmi beğenmiyor malesef. Ama dur bakalım, babamın makina fakültesindeki arkadaşıyla konuştum sonunda, adam bayağı etkin çıktı, bizim hocaları tanıyor, canım cicim şeklinde hitap ediyor, ece kızımız bir şey istiyorsa yapılcak şeklinde konuşuyor hocalarımla, sevdim bayağı bu işi :P de o muhabbetten beri cevzacığımı okulda göremedim, pazartesi ola hayrola diyorum.

Ay demin skype'den yaseminle konuştum da... Allahım çok özledim new york'daki yaşamımızı! Saçma sapan da olsa çok eğlenmiştik lan. Onun yanı sıra New York'un kendisini de özledim. Sokaklarını, insanlarını, saçmalıklarını... Gideyim artık, öldürüyor beni İstanbul. Bu sene daha yavaş geçemez sanırım...

Ayrıca internetten şunu buldum ve çok güldüm. Siz hangi dinsiniz? Ben mormonlukla scientology arasında gidip geliyorum. :P

Sunday, October 11, 2009

What Would Jane Do?


İzlemeyi hiç aklımdan geçirmezken, yanlışlıkla açtığım ve Paolo Nutini'nin New Shoes şarkısını duyunca bakmaya devam ettiğim ve ilk dakikalarını çok sevimli bulduğum için oturup izlemeye karar verdiğim bir film kendisi.

Sylvia kocasından ayrılıp da depresyona girince arkadaşları ona bir uğraş bulmak isterler ve bir Jane Austen filmleri gösteriminde kocasıyla yaşadığı problemleri ağzından kaçıran Prudie'yi gören Bernadette onunla tanışır ve böyle bir kulüp kurma fikrini ortaya koyar. Köpeklerle ilgili bir seminere giden Jocelyn de asansörde tanıştığı bilim-kurgu hayranı -ve kendisine asılan- Jane Austen'le hiçbir alakası olmayan Grigg'in kendisine asıldığından bihaber şekilde adamı Sylvia'ya ayarlama düşüncesiyle kulübe davet eder. Sylvia'nın kızıyla birlikte 5 kadın ve 1 erkek Jane Austen'ın 6 kitabını her ay bir tanesini tartışmak üzere paylaşırlar.

Film her ne kadar olaylar ve sonu tahmin edilse de sıcak, sevimli ve eğlenceli bir filmdi benim açımdan. Zaten Jane Austen'a da bayılan bir insan olduğumdan şahsım adına tadından yenmiyordu. Gerçi kitap tartışmaları da izlemesi eğlenceli olsa da öyle derin, benim zaten bilmediğim şeylerden oluşan gözlemlerden oluşmuyordu. Biraz yüzeysel kalmış açıkçası. Ama yine de sevdik.

Karakterler de Jane Austen kitapları karakterleriyle iyi özdeşleşmiş. Jocelyn zaten direk Emma, hikayesi bile Emma'nın hikayesinin aynısı neredeyse. Sylvia sevdiği adamdan asla, ne olursa olsun vazgeçmeyen Fanny Price. Prudie'nin hikayesi de kendi hikayesinin mutlu sona ulaşmasını sağlayan Persuasion. Allegra karakteri çok iyi anlatılamamış bence bir tek, yani üzerinde durulmuş kendisinin, tamam, ama iyi işlenmemiş gibi geldi bana, karakterini falan sevmiştim, biraz daha detaylandırılabilirdi.

Filmin bana en büyük katkısı da tabii kitap okumayı özendirmesi oldu. Hatta kitap kulübü kurmak istedim. Nasıl özendim anlatamam! Aslında kursak ya biz de. Hem okumayı teşvik eder. İhtiyacım var lan teşvik edilmeye.. :P

Soundtrack ise direk benim playlistimden çalınma neredeyse, o derece. :P New Shoes zaten şahane, ek olarak başlığımın için esinlendiğim sahnede çalan Aimee Mann'den Save Me ve Feist'ten So Sorry sevdiğimiz şarkılardan.

Bu arada filmin kendisi de kitap uyarlaması. Karen Joy Fowler isimli teyzemiz yazmış. Okumadım tabii ki de ama bu da bir dip not olsun.

Şimdi daha da yüzeysel yorumlara geleliiiim. :P

Lost'un uyuz Shannon'ı Maggie Grace Sylvia'nın kızı Allegra'yı oynuyor ve esmerlik çok yakışmış kendisine. Sarışın olmasın bir daha.

Emily Blunt'un saçı çok tuhaftı... Gerçi o model olması manidardı tamam ama peruk gibiydi lan. Peruktur hatta muhtemelen.

Ben o Grigg'i yerim! Kendime de istiyorum!

Friday, October 02, 2009

Ghost World

Küçük ve hafif bir bilgisayarının olması insanın bayağı iyi bir şeymiş, keza bugün ilk kez sabah dersimin olmasıyla hayatın korkuç gerçeklerinden biriyle yüzyüze geldim: köprü trafiği. Eskiden böyle dertlerim yoktu, beşiktaş-üsküdar motoru isimli yüzyılın icadı sayesinde sabahları rahat ve püfür püfür okula gidiyordum. Şimdiyse ikinci köprü illetiyle tanıştım. Köprüde trafik yok gerçi ama gidebiliyor musun bakalım oraya kadar? Can verdim resmen. Neyse bilgisayarla ne alaka diyeceksiniz, şu alaka, ilk dersi trafik sayesinde fütursuzca kaçırdım, şimdi oturdum blog yazıyorum mesela. Bilgisayar olmasaydı ne bekliycem öteki dersi 'aaa sikerim amaaaa' der, evin yolunu tutardım. Ama artık can sıkıntısı bitti. :P

Telem hocanın ilk dersini kaçırmak ne kadar bilgece oldu bilemiycem ama en azından hoca kızlar nerde diyince H. trafikte demiş, keyfi olmadığını biliyor yani. Aman napim bilmezse de bilmesin. Geçen sene vizesine girdiğim zaman ben seni ilk defa görüyorum, kimsin demiş insan bana kendisi. Gözündeki imajı yenileme çabalarına haftaya başlarım artık.

O değil de CV yazmam lazım benim. Gerçi ne yazacağıma dair hiçbir fikrim yok ama yazmam gerekiyor. Cevza hocayla konuştum, cv'ni yolla ben bir kaç yere yollarım dedi. Bir şey çıkar mı bilmiyorum ama CV yazmak her türlü lazım sonuçta... Bir de öğrenci asistanlığı olayını sordum, varmış bizim okulda. Hocaların araştırma konusuna yardımcı oluyorsun, ya da lab asistanı olursan iplik numarası falan ölçüyorsun, öyle şeyler. Şimdi bunun için fakülte sekreteriyle dekanla konuşmam lazım ama konuşabilmem için de önce kendilerini bulmam lazım. Onları yerlerinde bulma şansımız Tarkan'nın AKP'nin başına geçmesi şansıyla eşdeğer olduğu için, dekanlığın katıyla kantin arasında mekik dokumakla geçiyor okuldaki ömrüm. Ama azimliyim!

Ya ne olursa olsun bir şekilde kendi paramı kazanmak istiyorum artık. Deneyim ya da Amerika için para biriktirmeden öte, artık utanıyorum yani böyle boş boş ailemin parasıyla yaşamaktan. Ailemin beni rahat bırakmamasından yakınıyorum sürekli ama maddi bir özgürlüğüm olmadan başka bir özgürlük talep etmeye ne kadar hakkım var bilemiyorum açıkçası. Hala harçlık alırken, yapmak istediğim şeylerin parasını onlar karşılarken ben nasıl istediğim şeyi yapabilme hakkım olduğunu iddia edebilirim ki bu yaştan sonra? Ayrıca 21 yaşıma gelmişim artık, yük olduğumu da hissediyorum aileme. Tabii onlar için böyle bir durum söz konusu değil, onlara göre onların görevi isteidğim şeyleri karşılamak falan ama benim açımdan değil işte durum öyle.

Bununla birlikte Amerika'da iş bulup kalmayı planlıyorum; herkesin liseden itibaren çalışmaya başladığı bir ülkede CV'mde hiçbir şey yazmaz halde nasıl iş talep edebilirim ki? Kaşıma gözüme ya da ah ne kadar da yüksek notlarıma bakıp almayacaklar herhalde.

Tabii bütün bunlar bir yana, paraya da ihtiyacım var. Orada itiraf etmek istemesem de bayağı para harcadım, haliyle şimdi gelip bana para verin, param bitti diyemiyorum.

Neyse ya, back up planım var en azından. Bir şekilde para kazanılacak, ötesi yok...

Günün şarkısı da yazının başlığına ismini veren Ghost World olsun ve hatta aşağıda yazdığım dizeler de İstanbul'a gitsin. (Klipteki Aimee Mann kişisinin dolaylı da olsa Telem hocayı andırması nasıl bir ironidir? :P İlk defa izliyorum klibi bir de :P)

So, I'm bailing this town
or
tearing it down
or
probably more like hanging around


Wednesday, September 30, 2009

Falling Slowly

İki gündür falan sürekli bu şarkıyı dinliyorum. Şimdi de uykum var çılgınlar gibi ama kapatıp yatamıyorum ki! Boşuna oscar almamış şarkı. Keşfediş sebebim de Once, ama gelin o da başka bir yazının konusu olsun. The Frames'in Glen Hansard'ı ve Marketa Irglova bir araya gelmişler ve bu güzelliği yaratmışlar.

Half Asleep In Frog Pajamas

Çok mutluyum ilk kitap eleştirimi yapacağım için bir tanecik blogum. Sookie'leri saymazsak uzun zamandır da ilk defa kitap bitirdim, onun haklı gururunu yaşıyorum. Ben bu hale gelecek insan mıydım ha söyleyin bana? Neyse...

Bu kitabı alırken ne oturup araştırma yapmış, ne birisinin tavsiyesine göre almış ne de daha önce kitap hakkında bir şey okumuştum. Normalde kitap alma kriterim de odur zaten, çok nadirdir kitapçıya girip anlık gaza gelerek bir kitap almam. Bu da o nadir anlardan biriydi. Araştırma yapsaydım belki bu kitabını değil de Ağaçkakan ya da Parfümün Dansı'nı alırdım muhtemelen. (Çünkü Nur kişisi öyle söylemiş olurdu. :P) Beni bu kitaba çeken şeyse sıradışı yazım tarzı oldu. İkinci tekil şahıs gözünden ve şimdiki zamanla yazılmış bir kitap bu çünkü. 'Yapıyorsun', 'ediyorsun' şeklinde. (Burada bir parantez açmak zorunda hissettim, kitabı elime almamı sağlayan şeyse gayet yüzeysel bir şekilde Harry Potter karakteri Sirius Black. Evet.) Bu ikinci şahıs anlatımı yer yer can sıkıcı olabilse de genel olarak eğlenceli bir anlatım şekli olmuş. Karakterin yerine koymanız kendinizi çok rahat oluyor. Tabii esas kızımız Gwendolyn tamamen uyuz olduğum bir karakter olduğu için bu yöntem ne kadar başarılı oldu bilemiyorum ama kesinlikle ilgi çekici olduğu kesin.

Konusunu ayrıntılı bir şekilde kitabın arka kapağından okuyabileceğiniz için şimdi oturup anlatmayacağım. Kısaca kafası karışık, para saplantılı Gwen borsa çökünce hayatının anlamını kaybeder ve alakasız ve geyik olaylar sonucunda ilginç hayat görüşüne sahip Larry Diamond'la tanışır ve dört günlük bir süreçte hayatı ve hayata bakış açısı değişir.

Kitabın üslubu konusunda bir diğer nokta da kitabın inanılmaz detay barındırdığı. Karakterin yaptığı en ufak, en bilmeyi tercih etmeyeceğimiz hareketlerini bile (işemek gibi) en ufak detayına kadar okuyabiliyoruz. Ama bunu yaparken öyle metaforlar, öyle benzetmeler kullanıyor ki yazar bazen kahkahalarla gülebiliyorsunuz. Diğer zamanlarda ise içimden 'Too much information!' diye geçirdim genelde. Ama yine de yazarın benzetme yeteneği su götürmez bir şekilde muhteşem.

Bir de kitabın her yerine yayılmış, kurbağalar, sirius yıldızı, nommolar, bozo kabilesi ve amfibilere dair bitmek tükenmeyen ansiklopedik bilgiler... Bu bilgilerin bir kısmı ilginçti, bir kısmı alakasızdı ama özellikle kurbağalarla ilgili bölümler olmak üzere çoğu benim gibi - her ne kadar itiraf etmek istemesem de - kitap okuma alışkanlığını malesef kaybetmiş birisi için fazla detay, fazla trivial ve fazla sıkıcıydı. 'E peki bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak?' şeklinde paragrafları atladığımı hatırlıyorum. Ama dediğim gibi, belki bu uzun aramdan sonra bu kitapla başlamayıp, bir kaç kitaptan sonra bunu okusaydım ilginç gelebilirlerdi. Amma velakin, ben fazla buldum. Ve orada bir yerlerde benim gibilerinin de olduğunu bildiğim için yazıyorum bunları. :P

Öte yandan Larry Diamond karakteri eğlenceliydi, onun hayat görüşünü (kurbağalar ve amfibilerle ilgili anlattığı şeyler dışında) anlattığı zamanlarda oldukça eğlendim. (Nedense kafamda ingiliz aksanlı biri olarak canlandırıyorum bu arada kendisini.)

Kitap sonlara doğru da hareketlendi bayağı, sonuysa kesinlikle çok ilginçti. Devamını bekliyorsunuz bitince. Gerçi Gwen'den öyle bir hareket kesinlikle beklemezdim o yüzden tuhaf geldi ama yine de güzeldi.

Kitabın ismiyle de ilgili bir eleştirim olcak... Türkçe'te Sirius'tan Gelen Kurbağa şeklinde çevirmeleri hakikaten olmamış. Half Asleep in Frog Pajamas'ı kulağa eğlenceli geldiği için daha çok seviyordum ilk başta ama şimdi kitabı okuyunca kitabın anlatmak istediğini çok daha iyi veren bir isim o. Zaten kitaptaki ansiklopedik bilgileri özetler gibi topluca anlattığı bir kısımda da kitabın orjinal ismi cümle içinde geçiyor ve kesinlikle o zaman anlıyorsunuz bu ismin ne kadar gittiğini kitaba. 'Meanwhile, at our present level of development, largely oblivious to our origins and our destination, we are half-asleep in frog pajamas.' diyor Tom Amca.

Son olarak kitaptaki sevdiğim alıntılardan bir kaç tane ekliyip eleştirimi bitiyorum. (aslında bu kadar değil ama internette bu kadarını bulabildim. Evet, tembelim. :P)
  • Where is this coming? Must be whiskey, the great ventriloquist.
  • Belford is lying on the bed, eyes closed and an expression on his face that could end three Italian operas and still have enough anguish left over to butter an existentialist's toast.
  • The light switch flips up and down uselessly, like the lips of the President.
  • If each of us, in secret, were allowed to ask God one question, absolutely nobody would ask, "are you a man or a woman? Or "What color's your skin?" proving that issues of gender and race are ultimately trivial.
  • We, with our propensity for murder, torture, slavery, rape, cannibalism, pillage, advertising jingles, shag carpets, and golf, how could we seriously be considered as the perfection of a four-billion-year-old grandiose experiment? (evrimden ve evrimin tamamlanmamış olduğundan bahsediyor.)

Monday, September 28, 2009

Me Gustas Tú

Hola!

Sevgili okulum başladı nihayet. Kantinin eski sahibi Murat abi gitmiş, yerine daha sofistike bir kantin gelmiş. Böyle şemsiyeli masa sandalyeler falan var orta bahçede, içeride de eski ilkokul sıralarından bozma yüzyıllık masalar ve sıralar gitmiş yerine renkli renkli masalar sandalyeler gelmiş. Özkaynaktar suyu yerine Pınar suyu içiyoruz artık. Paramızı öderken her 'hepsi ne kadar tutuyor murat abi?' dedikten sonra 'senin için bilmemkaç lira olur' diye cevap verip halimizi hatrımızı soran, hepimizi tanıyan kantinci yerine işini profesyonel bir şekilde yapan kasiyer abiler var. Artık ders aralarında kantinin mutfağına girip kendimiz istediğimiz gibi kendimize tost ya da sandviç yapmayacağız, gidip o pastanelerdeki tezgahımsı şeyden istediğimizi seçicez. Radikal değişiklikler bunlar yemekhane jetonları hala 30 yıl öncekilerinin aynısı olan bir okul için. Ama artık bir Taşkışla'yla ya da Maçka'yla yarışırız belki. Gerçi tamam, long shot.

Bir ilk güne göre fena değildi bugün de. Allahın dağında oturduğumdan geç kalmiyim ilk günden diye erken gittim biraz. Kantinde ve orta bahçede bizimkiler dışındaki bütün arkadaşlarıma bakındım. Yoktu hiçbiri, ben de bayağı erkenden gelmiş olduğumdan (tabii bir de beni görüp el sallamış olmaları da etkilemedi değil) gideyim bari dedim yanlarına. İstemeyerek yanlarına gitmiş olsam da tuhaf hisler uyandırıyorlar bu bizim çocuklar. Sevmediğiniz, sinirinizi bozan ama bir şekilde yine de aynı ortamda bulunduğunuz akrabalarınız gibiler. Yanlarına gittiğimin yaklaşık 2. dakikasından sonra içimden sıkıntıdan sessiz çığlıklar atmaya başlasam da yanlarında olmak garip bir şekilde yakınlık hissi uyandırdı içimde. Aralarında en acayibi de Berkol zaten. En bir şey paylaşmadığım, en vakit kaybı olarak nitelendirdiğim insan, aralarında bana en çok sevgi göstereni neredeyse. Kız kardeşini hatırlatıyormuşum ona dediğine göre, uzun zamandır da görmemiş mi ne, geldi sarıldı o yüzden bana, ne olduğumu şaşırdım.

Tabii bütün bunlar yaklaşık bir 10 dakika sonra kendimi boş sınıfa atmama engel olmadı.

Neyse ki modadaki sevdiğim iki arkadaş Ş. ve S. oradaydı bir tek, ders başlayana kadar muhabbet ettik. Seviyorum bu kızları, zaten hazırlıkta gittiğim o 1-2 ayda da aramız bayağı iyiydi, geçen sene de İstatistik dersini birlikte alınca daha da iyi oldu. Hem kültürlü hem de eğlenceli kızlar, ispanyolca dersinde oldukça eğlenmemin sebeplerinden biri de onlardı. Bilimum pembe dizi şarkıları ve Vicky Cristina Barcelona'dan aklımızda kalan kuplelerle vakit geçirdik derste. Tabii bir de yeni dil öğrenmek her zaman geyik oluyor, çevrede telafuz etmeye çalışan, kendince tekrar eden, şarkılardan duyduklarını hocaya soran tipler falan...

Dil konusunda da yeteneğim var blogcuğum, alçakgönüllü olamayacağım, dilim telafuzlara iyi dönüyor, kelimeler aklımda kalıyor ve en önemlisi gramer kurallarındaki mantığı çok çabuk kavrayıp kendi cümlelerimi kurabiliyorum. İngilizcede temeli bana veren ortaokulda gittiğim kolej bile olsa bu derece ilerleten tamamen kendi şahsi ilgim ve azmim.

Neyse, bütün bu kendimi övüşüm şu sadede gelmek içindi, hoca da bendeki bu ışığı gördü. :P Üstelik bu hoca, geçen senekilerin adından nefretle bahsettiği, hiçbir şey öğretmediğini ve öğrencilere saçma sapan davrandığını söyledikleri hoca.

Şimdi işin bombası geliyor!

Derste bir ara hatunlardan birinin telefonu çaldı, melodisi de Supermassive Black Hole. Hoca aynen şunu dedi 'Her ne kadar melodiyi takdir etsem de derste telefonları kapatalım. Evet, bir Muse ve Twilight hayranıyım bu arada.'

Dumur oldum tabii. Benim kafamdan sosyoloji masterlı, psikoloji doktoralı, biri latince olmak üzere 5 dil bilen kültürlü bir genç kadın nasıl olur da twilight kod adlı çöpün hayranı olduğunu söylebilir diye düşünceler geçerken Hikmet arkadaşım 'aa hocam ece üçüncü kitabını çevirdi onuuun' dedi. Bu arada Hikmet'in alakasız bir şekilde kendisini benim menajerim olarak ne zaman atadığını hatırlamıyorum ama ben bu işe başladım başlayalı okulda benim çevirmenlik yaptığımı bilen herkese söyleyen odur. Amerikada bile hocalara olsun arkadaşlara olsun söyledi sürekli. Bazen fark etmiyor da bazen gereksiz geliyor, herkese yaymanın bir alemi yok yani. Gerçi bu sefer kesinlikle işe yaradı.

Hoca bunu duyunca gözlerinde şaşkınlık ve saygıyla bana baktı ve 'dersten sonra kal konuşalım' dedi. İçimdeki diğer ece göbek atmaya başlarken, ben kendim olur dedim tabii. Ders bitince de gittim yanına. Önce işte çeviri muhabbetini sordu, anlattım, ismimin yazıp yazmadığını sordu, anlattım onu da. Sonra 15 dakika boyunca kitapları nasıl sevdiğini, nasıl güzel olduklarını, 4. kitap çıkınca nasıl kitapçı kitapçı gezip de bir türlü bulamadığını sonra özel siparişle getirttiğini falan anlattı durdu. Ben de tabii gülümseyip başımı sallamakla yetindim. Twilightla ilgili söyleyeceğim güzel bir şey olmadığını düşünürsek. Ama sonra benim düşüncelerimi sorunca elim mahkum bir şeyler zırvaladım. 'Çevirmesi eğlenceliydi, yazım dili rahat, konusu dinamikti, o yüzden çevirmesi bayağı zevkli oldu. Ama diğer kitaplarını da okudum, öyle derin bir konusu yok tabii ama eğlencelik, geyik kitaplar. Gerçi bella karakterinden nefret ediyorum,' gibi diplomatik olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim. Aman tanrım ben de bayılıyorum! diyip kissasslik yapamam ama gerçek hislerimi belli edip ilk günden mimlenmeye de gerek yok di mi :P Sonra bir 5 dakika da Bella'nın gerizekalılığından bahsettik. Tuhaf olan, koskoca üniversite hocasıyla akranımmış gibi bunlardan bahsetmek tamamen normal geldi. Eskiden olsa gerilirdim, böylesine rahat olamazdım. Bak işte, amerikadaki hocalar verdi bana bu güveni. Oradakiler çünkü sana akranınmış gibi davranıyorlar, laubali olmadan. Böylece hem saygı görmüş hissediyorsun hem de saygı göstermen gerektiğini...

Sözün özü, 2009-2010 eğitim-öğretim yılı güz döneminin başlangıcı için söyleyebileceğim tek bir şey:

Pretty fucking good start!

Sunday, September 27, 2009

We're Going to Be Friends

Yarın İTÜ'deki son eğitim öğretim yılımın ilk günü. Bizim gerizekalıları göreceğim ve onların birbirinden salak ve yüzeysel muhabbetlerine tanık olacağım için içim sıkkın ama onun dışında seviniyorum. New York'tan döndüğümden beri yaz tatilinin bana kazandırdığı tek şey katmerli can sıkıntısı ve hatta yer yer depresyon oldu. Artık yarından sonra bir takım şeyler kesinlik kazanacak sayın seyirciler.

Yarınki dersim de Spanish 101 tabii bu arada. Şöyle güzel bir öğreniyim diyorum şu dili. Modacı kardeşlerimizle alıyoruz bu dersi, bayağı kalabalık olcak. Tek tesellimse modacıların bu döneminde arkadaşlarım var sevdiğim ve zaman geçirilesi, en azından ordan biraz kurtarıyorum. Hem okula biraz erken gidip tekstildeki ya da makinadaki arkadaşlarımı da görürüm diyorum. MacBookcuğum da yanımda olcek tabii ki, okulun wireless yeteneklerini sınıycam.

Her şeyin ötesinde tuhaf bir şekilde derslere gitmeyi de özledim. Her senenin başında olur gerçi bana niye tuhaf dediysem.. Bu sene derslerime günü gününe çalışçam! Neyse o yalan tabii de devamsızlık yapmayayım diyorum ya... Geçen senenin bana öğrettiği bir şey varsa o da son güncülüğün bana yaramadığı... Derslere gidip derslerde öğreneceğimi öğrenip bir daha notların yüzüne bakmamak benim işim, öyle getiriyorum AA'ları. Projelerde tabii gene tam gaz son güncülüğe devam da ders çalışma dendi mi orda duracaksın. Çünkü tembel insanım ben, finalden önceki akşam oyalanıyorum oyalanıyorum sonra gece yarısından sabaha kadar o gitmediğim derslerdeki konuları öğrenmeye çalışıyorum. Olmaz öyle bebeğim.

Yepisyeni defter ve kalemler de aldım, hocalar slaytları istedikleri kadar dağıtsınlar kendi notunu kendin tutacaksın arkadaş! Kimseye de vermem artık. No More Miss Nice Girl. Rakipsiniz olm siz!

Neyse, yazımı günün anlam ve önemine kısmen de olsa uyan White Stripes ilen kapatıp ojelerimi tazelemeye gidiyorum. Hasta la vista!

Fall is here, hear the yell,
Back to school, ring the bell,
Brand new shoes, walking blues,
Climb the fence, books and pens,
I can tell that we are gonna be friends.

Love in the Time of Science

Haftanın Albümü olmakta kendisi.
Emiliana Torrini - Love in the Time of Science
  1. "To Be Free"
  2. "Wednesday's Child"
  3. "Baby Blue"
  4. "Dead Things"
  5. "Unemployed in Summertime"
  6. "Easy"
  7. "Fingertips"
  8. "Telepathy"
  9. "Tuna Fish"
  10. "Summerbreeze"
  11. "Sea People"

İzlanda'nın bağrından kopup gelmiş, hafif boğazdan gelen güzel sesli bir hanım kızımız Emiliana Torrini. İzlanda'dan zaten güzel şeyler çıktığını biliyoruz (bkz: Björk) ama kendisi tarz olarak benzeşse de oldukça farklı Björk'ten. Daha yumuşak, daha popumsu, daha az deneysel. İsmini Gabriel Garcia Marquez'in Love in the Time of Cholera (Kolera Günlerinde Aşk) kitabından almış olan Love in the Time of Science da aslında diğer albümlerinden daha farklı (ve bence en iyi albümü zaten) bunun sebebi de bu albümde Tears for Fears'ın üyelerinden Rolan Orzabal ile çalışmış olması zaten. Diğer albümlerine göre daha hareketli, daha çok trip-hop. Emiliana Torrini diyince akla gelen şarkı olan To Be Free'nin bu albümden çıkmış olmasının dışında öne çıkan parçalar Baby Blue, Unemployed in Summertime, Dead Things, Easy ve Tuna Fish. Ama bu demek değil ki diğer parçalar kötü. Bana kalırsa albümde tek bir kötü şarkı bile yok, hepsi özenle seçilmiş ve yerlerine oturmuş.

Albüm en sevdiğim albümüyse To Be Free de en sevdiğim şarkısı. Kendime sürekli sorduğum ama cevap bulamadığım soruları barındırması da cabası.

It shouldn't hurt me to be free
It's what i really need
To pull myself together
But if it's so good being free
Would you mind telling me
Why i don't know what to do with myself?

Klibi de çok hoşuma gidiyor, her ne kadar şarkının sözleriyle bir alaka kuramasam da (vampir mi ısırmış klipte?) farklı bir havası var, hoş bir video.



Sözlerimi de diğer bir bayıldığım şarkısından bir kupleyle bitirmek istiyorum.

Unemployed in summertime
I've only just turned 21, I'll be ok.

Saturday, September 26, 2009

Television Rules the Nation

Hayatımdaki hpff devrini kapattıktan sonra yeni bir ihtiyaç patlak verdi: dizi eleştirilerimi yazcak bir yer. Hani hpff çok bir şey değildi sonuçta (benim yaptığım şeylerin çok da eleştiri sayılamayacağı gibi aslında) ama en azından içimde kalmasından iyidir, degil mi? Neyse işte, artık burayı kullanacağım, yeni yayın dönemi başladı. Etiket olayına da girdim ki karışmasın.

Flashforward


Önce geçtiğimiz perşembe (bize göre cuma tabii) ilk bölümünü yayınlamış tazecik dizi Flashforward'la açılışı yapıyorum.

Leziz bir kadrosu var öncelikle. Joseph Fiennes, John Cho (Harold and Kumar filmlerinden Harold), Jack Davenport (Coupling'den Steve), Dominic Monaghan (Lost, Lords of the Rings), Sonya Walger (Lost'tan Penny Widmore) bunlardan birkaçı.

Kısaca konusu, bir gün dünyadaki herkes aynı anda, iki küsür dakikalığına kendinden geçip 6 ay sonraki bir zamandan bir sahne görüyorlar (a.k.a. flashforward). Aynı anda herkes durup dururken bayıldığı için, evrensel bir felaket oluyor, uçaklar düşüyor, arabalar kaza yapıyor falan filan, ölen ölene kısacası. İşte esas oğlanımız da FBI'dan ve kendi flashforwardında kendisini bunun araştırmasını yaparken gördüğü için sidekickiyle birlikte araştırmaya başlıyor. Kimi karakterlerin flashforwardı da kendilerini şoka uğratıcı görüntülerden oluşuyordu. Dizinin ana konusu da bu olcak anladığım kadarıyla: Kaderimizi kendimiz mi yazarız, yoksa çoktan yazılmış mı?

Kadrodan ve yayınlandığı kanaldan da az çok görülebileceği üzere (ABC) aslında bu sene son sezonunu yayınlayacak olan Lost'tan boşalacak olan tahtın yerini doldurması planlanıp yayınlandığı açık. Zaten dizinin ilk sahnelerinde de bir billboardda Lost'taki kurgu havayolu şirkeyi Oceanic'in reklam afişinin olması da bunu gösteriyor. Blackout sahnesi ve sonrasında gelen felaket manzaraları da Lost'u hatırlattı. Bu konuda başarılı olur mu şimdiden bilinmez tabii ki ama ilk bölüm beni oldukça sardı ve takip etmeyi düşünüyorum. Lost sırlara ve twistlere dayalı bir diziydi, bunda o kadar çok yok bu şimdilik kendi çapında merak unsurları barındırsa da yine de. Tabii ek olarak Joseph Fiennes zaten yeme de yanında yat türünde bir abi olduğundan, severiz kendisini ve onun için bile izlenir.

House MD - S06E01 - Broken


Ya da sadece House demeliyim aslında, zira açılış sekansında logodan MD'nin silinmiş olduğunu görüyoruz. Ki geçen sezon finalinde akıl hastanesine yatıp doktorluk lisansını kaybettiğinden artık House MD değildi zaten.

Bir buçuk saate yakın süren bu bölüm tipik bir House bölümünden bayağı farklıydı da. Hatta ileri gidip House ve bir iki dakikadan fazla görünmeyen Wilson dışında diziyle hiçbir alakası olmadığını da söyleyebilirim. Oturup bölümü anlatmicam burada ama değinmek istediğim bir kaç nokta var. Genel olarak baktığımda bir kaç rahatsız olduğum yer dışında ben bölümü beğendim. Girişi, gelişmesi ve sonucu olan bir film tadında olmuş. No Suprises'lı açılış mükemmeldi öncelikle. Hatta bölümün ilk yarısında rahatsız olduğum hemen hiçbir yer yok gibi, oldukça eğlendim hatta izlerken. İkinci yarısındaki House ise tanıdığımız, sevdiğimiz House ile ne kadar örtüşüyor bilemedim. Franka Potente'nin karakterini ise hiç sevmedim bu arada. Biz senelerdir House ile Cuddy arasında bir şey olsun diye ölüp bitiyoruz, yapılacak şey değildi bu. Şaka bir yana, Henüz hastaneye yatmadan önce sen Cuddy'le ilgili halüsinasyonlar görmüş insansın, hiç mi aklına gelmez bu hatun. Cuddy'ye de laflar hazırladım ama gerek yok şimdi. Neyse, belki hastanedeki psikolojisindendir kadına yakınlık duyması falan diyip geçiyorum. İlaçla tedavi mevzusuna da kafam takıldı aslında ama biraz düşününce daha önceki sezonlarda House'un klinik hastalarını ilaçların gücüne inanmadıkları için azarladığını hatırlıyorum, o yüzden buna da he diyorum.

Son olarak, bizim tanıdığımız ve sevdiğimiz House hiçbir şekilde bu kadar kısa bir zaman içinde bir problemi olduğunu ve miserable olduğunu kabul etmezdi. Bu sezon premiyerini bir film tadında yapmak ugruna cok kısa kesmisler süreci. Bu rahatsız ettı azıcık. Hababam sınıfın tadındaki talent show'a ise hiç girmiyorum, tamam eğlenceliydi ama sahneye çıktı yahu! :D

Grey's Anatomy - S06E01 - Good Mourning


Izzy muhabbetini çocuk oyuncağına çevirdikleri için pek de hevesle beklemediğim bir sezon açılısıydı bu. Yapacak başka bir şey bulamadığım için izledim resmen. Ama belki de o yüzdendir bilmem, fena değildi. Meredith oyuncu hamile olduğu için şişmiş, kocaman olmuş, o yüzden de pek bir rolü yoktu. Five Stages of Death olayını her karaktere göre güzel yaymışlar. Bölüm sonundaki her cümleyi de farklı karakterin söylemesini de sevdim ki sanırım Meredith'in gelecek bölümlerdeki yokluğunun bir ön hazırlığı bunlar. Mark ve Callie arkadaşlığını hep severdim zaten, gene eğlendik. Mercy West'le birleşmeleri demek yeni karakterler mi oluyor gerçi anlamadım, zaten yüzlerce falan karakter vardı, daha ne kadar ekleyecekler ki? Karakter sayısı arttıkça elimizdeki karakterlerin derinliği kayboluyor, anlamsız bir hareket yani. Ama değişiklik olcak sanırım, olsun bakalım.

How I Met Your Mother - So5E01 - Definitions


Gözümde bu dizinin çıtası da gittikçe düşüyordu ama bir ilk bölüme göre fena değildi. Ted'in profesörlük maceralarına, özellikle kendisini tanıtma telaşına yarıldım. Robin ve Barney çok sevimlilerdi (Barnman and Robin'e koptum ayrıca). Lily de formundaydı gayet. Bölüm sonundaki Marshall'ın tuxedo night şeysi de süperdi. 'Haven't we met on a yacht?'

Ama anne çok yakınlarda kendisini göstermezse çıldırabilirim. Tamam, anlıyorum, anneyle tanışması için eski sevgilileri de önemliydi bla bla bla ama çok uzattılar, 5 sezon oldu yani.

The Office - S06E01 - The Gossip


Emmy'lerde geçtiğimiz sezonun en yardırıcı bölümüyle (Stress Relief) ödül almıs, çok sevindim, onu belirtmem gerekir önce.

İnsan bir ofisten, birbirinden sinir bozucu ve sıkıcı şu kadarcık insanla ilgili yazacak nasıl bu kadar çok konu bulabilirler şaşırıp kalıyorum zira gene fazlasıyla eğlenceli bir bölümle altıncı sezonu başladı. Dwight'ın internleri kullanış şekline hasta oldum. En çok güldüğüm diyalog ise;

Michael: How long have you known about the pregnancy? A week? A month? A year?
Jim: Michael, we only told our parents last week.
Michael: Did you pee on a stick?
Jim: I did. But, it was inconclusive.
Michael: You should have told me.
Pam: You're right. We should have realize you were an equal part of this.

Yeni bölüm çıkmıştır, indireyim bari...


Yeni çıkan dizilerden bir de Vampire Diaries'i izledim ama dünyanın en gereksiz dizisiydi. Twilight meets Gossip Girl diye özetlenebilir.



Thursday, September 24, 2009

Step Into My Office, Baby

İnsanları etkilemiş olduğumu bilmek güzel şey sevgili halkım. Sabahki elemanı günlük izin kullanınca anacığım beni salona sürükledi, geçen haftalarda 2 hafta boyunca yaptığım işi bir kaç saat için tekrar yapmam için. Bankodaki sandalyeme otuturur oturmaz kendimi The Office'teki Pam gibi hissetmeye başlamış olduğum gerçeğini göz ardı ettim ve ben istifamı verdikten (evet, annem sertifikasını alıp da geldiğinde bana artık ihtiyaçları kalmadıklarını söyledikleri zaman "Siz beni kovmuyorsunuz, ben istifa ediyorum!" esprisi yapmış idim) sonra neler değişmiş bakayım dedim. Her yerde post-itler yapışmış olmasın mı sevgili izleyenler! Ben buralara gelıp müthiş yönetim teknikleriyle ortalığı adam etmeden önce, herkes her telefonu, her geleni, her olan yenı olayı akıllarında tutmaya çalışıyorlardı sanki kim en çok neler hatırlayacak şeklinde bir yarışma yapıyorlarmışçasına. Bende hiçbir şekilde hatırlama yetenekleri olmadığı için (tabii yaptığım işin hiçbir şekilde umurumda olmayışı da buna etken olabilir) her boku post-it'lere yazıp oraya buraya yapıştırıyordum. Çok sevmişler fikri anlaşılan, şu an her yere pembe, sarı, yeşil, turuncu, mavi kağıtlar yapışmış durumda, çocuk yuvası gibi bankonun iç tarafı, neş'e saçıyor. Meğersem burada çalışmaya başladıktan sonra yeni bir dönem başlatmışım spor salonu dünyasında da haberim yokmuş. Etkileyici olmak zor azizim, bundan sonra bu güçlerimi dünya barışı ve açlıklan küresel ısınmaya bir son vermek için kullancam. Büyük güç, büyük sorumluluk getirir demiş atalarımız. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Wednesday, September 23, 2009

Not Dying Today

Icimde bir umut var sanirim muhterem takipcilerim! Is konusunda alakasiz bir sekilde firsat cikti onume, yer de mecidiyekoyde oldugu icin, ders saatlerimin sacmaligi cok fark etmeyebilir. Ideal bir is teklifi degil, hatta yapabilir miyim ondan da emin degilim, ama artik nereden para gelirse gitme halindeyim, sorun degil, ogrenirim.

Soyle ki, klasik bayram ziyaretleri sirasinda (bu ulkede tanik olacagim son bayramlar olabilecegi icin, gitmeye calistim her yere sikayet etmeden) yaklasik 30 metrekare bir salon icerisinde 20 kisiyle birlikte en fazla oksijeni kapma yarisi yaparken ve ben her zamanki gibi bos gozlerle onume bakip kafamdan cok alakasiz seyler gecirirken ismimin bir cumle icinde gectigini duydum. Babam, beni tanidigini iddia edip benimle havadan sudan sohbet eden ancak benim kim oldugunu hicbir sekilde bilmedigim bir adama beni ise almasini oneriyordu. Adamin meger tekstil firmasi varmis, hatta kendi markasi, taksimda magazasi falan da varmis. Tam olarak su anda universite ogrencisine verilebilecek bir is varmis adamin da elinde. Aksesuarlardan sorumlu asistan gibi bi sey. Atiyorum, gomlek yapilip dikildi, ona uygun dugmeye bu kisi karar verip, eminonu, osmanbey ve merter piyasasinda arastirma yapip en uygun fiyatlisini bulup pazarlik da yaparak satin almaktan sorumlu olcak. Hicbir fikrim yok yapabilir miyim yapamaz miyim. Ama para vercekler, ayrica cv'me amerikadaki mustakbel isverenlerimi beni almak icin tesvik edebilecek bir sey de yazmis olcam. Ders programim kesinlesir kesinlesmez gidicem yanlarina, alin beni diycem.

Ama onceeee... Bu biraz back-up olarak kalsin diyorum, okul acilinca, gidip beni sevdigini dusundugum hocalara is bulun bana laagn diycem. Bir sey cikarsa ne ala, cikmazsa giderim gene pasa pasa oteki tarafa.

Bir de hesap yaptim, bu donemki derslerimden hepsini AA getirirsem, 3.49'da kaliyorum lan saka gibi. Elyaf bilgisi yakti beni o DD'yle. Ders programimi ayarlayabilirsem bu sene bir daha aliyim diyorum o dersi.

Nedir bu hirs demeyin, burs seylerini inceledim, the more the better. Ki zaten 3.50'nin ustunde bir sey yapmak lazim ki fark atayim benim gibi okumak isteyip de bir de parasini odeyebilecek kisilere.

MEB burs vermeye basliyormus ama lisansustu okumak isteyenlere yurt disinda, kriterleri bana uyuyor, son care ona basvurmak. Bir de okudum biraz, boyle hocalardan falan referans mekturplariyla ve iyi bir GRE sonucuyla gittigin zaman kapilarina veriyorlarmis burs. ITU'den de alirim referans (versinler ama bir zahmet, ust siniflardan yapan olmazsa bizim bolumdan master yapmaya kalkan tek ogrencileri ben olcam, adlarini duyurcam, reklam yapcam. Hem bolum birincisiyim, beni sevmeyen ölsün! Etki verebilmek icin kopipeyst bile yaparim boyle harfleri.) sonra ne bileyim, bak o 3 haftalik derste jeffrey'yle andrew hocaya (prof. buchman ile prof. weinstein degil, hayir. :P Turkuz biz, hocaysa hoca deriz!) kendimi nasil da sevdirmistim, onumuzdeki sene koca bir sene gorcem onlari, gene sevdiririm alimallah! Gaza geldim mi de iyi gelirim bakin. Olcak olcak ya. Olcak di mi?

Hem zaten karar verdim, fashion design olmazsa MBA yapmaya kadar duserim burs bulabilirsem. Amac orada kalmak en nihayetinde. MBA'e daha kolay burs veriyorlar, tasarimla ya da sanatla ilgili bolumlerden ziyade. Zaten niye meendiz olmayi istememisim ki, ne kolay giderdim. Ne bok varsa muhendislerde zaten, butun burslar onlara masallah! Tamam, onemli seyler yapiyor olabilirler ama onlari da ben giydircem! Ciplak yapsinlar bakalim sikiysa calismalarini, arastirmalarini! Fazla mi oldu bu gaza gelis ne.. Neyse.

Benim boyle kafami duzelten arkadaslar da Belle & Sebastian ilen The Shins bu arada. Araya muzik tavsiyesi de sikistirayim. Ozellikle The Shins'in sarkilarina bakip bakip hayran kaliyorum, hem boyle eglenceli hem de boyle anlamli sozleri ve muzikleri nasil bulup bir araya getiriyor bu adamlar diye. Saint Simon'da hele bir bolum var ki, sanirim benim su andaki butun felsefi, politik ve hatta dini goruslerimi ozetliyor.

Since I don't have the time nor mind to figure out
The nursery rhymes that helped us out in making sense of our lives
The cruel uneventful state of apathy releases me
I value them but I won't cry everytime one's wiped out.

Zaten yazin aldigim felsefe dersinde stoic olduguma karar vermistim. Bu da kaniti iste.

Bir de Kissing the Lipless var ki bir sevgilim olsa, o beni aldatsa, ayrilsak, o pisman olup beni arasa ve ben de ona bu sarkiyi soylesem dedirtiyor.

Klibini de koyarim ki. Salak gerci biraz, tipleri de yuzlerine bakilasi degil ama olsun, sarki guzel.



Edit budut: elfenben kisisinin blogunda yazdiklarini okuyup korktum gerci biraz gelecekle ilgili. Ama yok ya, hayir, umutluyum ben bugun, sonra, yarin falan endiselenirim!

Tuesday, September 15, 2009

Know Your Onion!

Gecen gunku - ee.. siz diyin hormon patlamasi ben diyim duygusal depresif disavurum - seyden sonra daha az bunalim kokulu ama cok da fazla cocuklar gibi sen olmayan bir yaziyla yine buradayim. Icimi nes'eyle dolduracak bir sey bulamadim henuz. Olmadi da bir sey keza. Okul acilsin hele de bakim.

Blogu actigimdan beri tema bulup yukliycem diye kendime soz veriyordum ama hep erteliyordum, gecen gun sonunda boyle bir suru site buldum, bir kac tema indirdim ama onlari yukleyeyim diye eski temada yaptigim seyler gitti, simdi de yeni koydugum temalari duzenleyemiyorum. Mesela su undefined olayi nedir abilerim ablalarim, bilen varsa aydinlatsin beni. Kaldiramadim bir turlu ki nasil kaldiracagimi da cozemedim zaten. Her koydugum temada boyle bir de, o nedenle onu cozene kadar tam olarak bir temada karar kilmayacagim. Dursun simdilik de bu. Zaten playlist.com Turkiye'yi yasaklamis sagolsun. E hakli tabii adamlar da bize yazik, di mi. Imeem diye bir olay varmis, ona bakindim azcik, iTunes listesini direk kopyalayabiliyormus, onu seyetcem. 'Aman tanrim benim muziklerimi dinlemelisiniz illa!' derdi degil tabii benim, anliyorsunuzdur umarim, surekli baska bilgisayar kullanma durumunda olabiliyorum, kendi muziklerini ariyor insan. :P Benim gibi muzik bagimlisi bir insan degilseniz anlamazsiniz tabii de olsun.

Ders programim da sacmalamis, moralim de ona bozuk. Gerizekali ust siniflardan salagin teki, kaldigi dersleri temizlemek icin gelmis ve ders saatlerine sicmis, cok afedersiniz. Ders programi ilk aciklandiginda sadece 2 gunum doluydu, simdi 4 gune yayilmis sagolsunlar. Yine merhaba sevgili devamsizlik ve bye bye rahat rahat calisma hayalleri! Bu sene soz vermistim kendime her derse gitcem diye ama bu allahin unuttugu yerden okula bir bucuk saatlik ders icin gitmek bilmiyorum nasil olcak. Ayrica simdi calismak cok zor olcak. Ve calismak zorundayim, tamam, ama simdi sacma olcak bayagi, ordan oraya kosturmak zorunda kalcam ve sanirim haftasonum da yalan olcak. Ne guzel di miiii.

Tekrar kitap okuma gunlerime donmek istiyorum. Diziler, filmler guzel ama hayatima girdiklerinden beri kitap okumak cok zor geliyor. Elimdeki yarim kalan dizileri bitirdim gecen gun, yeni bir seye baslamadan, kendimi kitaplara vereyim dedim. Gerci gecen haftalarda bir haftada 9 adet kitap bitirmisligim var ama onu ayri tutuyorum. Blackberry'me mobipocket diye bir ebook okuma application'i indirmistim ve inanilmaz da rahat okunuyor, oyle okumustum. Gene oyle okumaya devam et diyenleriniz olabilir belki ama kitapligimda okunmayi bekleyen bir suru kitap var. Bitirdigim o 9 kitaba gelirsek, Sookie Stackhouse serisiydi. True Blood dizisinin kitap hali. Ama coook daha iyisi. Dizide Sookie karakteri ne kadar salak ve katlanilmazsa, kitaptaki Sookie o kadar okumasi eglenceli ve sevilesi. Tabii bir de kitapta konular mantikli bir duzlemde ilerliyor, yasananlar ve anlatilanlar daha bir oturakli, birbirini tutuyor. Dizide birinci sezonda ne soyledilerse ikinci sezonda tam aksini soyleyebiliyorlar mesela. Bir de sookie'den baska dizide Eric ve Queen fiyaskolari var tabii. Nedense Eric'i evil, Queen'i de simarik vampir gossip girl gibi gostermeyi tercih etmisler. Ah Eric! :P Uzuuuun zamandir fictional bir karaktere boyle asik oldugumu hatirlamiyorum. :P Diziyi izleyenler bilirler, kanini icmis kadar oldum kendisinin. Litrelerce. Ruyalarima falan giriyor, yok boyle bir sey. Yarildigim bir ruyayi anlatmam lazim, kitapta Eric'in sahip oldugu bar icin cikardigi merchandise'lardan birisi de nude takvim. Kendisi de Mr. January. :P Kitapta sookie'ye de veriyor falan iste, tam oralari okurken uyuyakalmisim. Ruyamda ben sookie'ymisim, aksam eric gelcekmis eve, takvimin de arkasindaki kopcasi kopmus duvara asamiyormusum, agliyorum oyle uzuntuden. Ah eric'in kalbi kirilcak falan diye nasil uzuluyorum! Uyandigimda bayagi yarildim tabii de uyanirken boyle kalbimin sizladigini hatirliyorum. :P Bir diger Sookie ruyamsa, ben benim gene sookie degilim ama sookie'nin hayatini yasiyorum sanirim emin degilim. Pam'le yakiniz bayagi, ben de ona yakiniyorum boyle iste saclarim boya tutmuyor bir turlu falan diye. Sonra o diyor, kizil istiyorsan mukemmel boyayi biliyorum ben. Boyaya biraz vampir kani karistirinca mukemmel tutuyormus ve cok guzel bir ton elde ediyormussun. Ruyamda oturup sacimi boyadik. :P Uyanip da tuvaletteki aynada sac diplerimin hala boyanmamis bir sekilde oldugunu gorunce sasirdim boyle, gercekten saclarimin boyanmis olmasini bekledim uyaninca ne alakaysa. :P Neyse bir kenara atalim sukileri.

Simdi yaz basinda bir ara yarim biraktigim Sirius'tan Gelen Kurbaga'ya tekrar basladim. Bu sefer sardi bayagi, sanirim bitecek. (Bu arada orjinal ismi kitabin, Half Asleep in Frog Pajamas'mis, cok daha guzelmis, nasil boyle cevirmisler akil sir erdiremedim. Gerci konuyla cok alakasiz degil ama orjinal adi daha eglenceli kesinlikle.) Bu bittikten sonra da gene yazin bir ara baslayip yari biraktigim Fountainhead'i bitiririm. Utanc verici, biliyorum. O kadar hevesle aliyorum kitaplari, ama diziler agir basiyor her seferinde. Daha kolay tabii. Normalde benim cok gelismis bir hayalgucum vardir, okudugum kitaplar kafamda aslinda birer film olarak doner, oyunculari bile secerim (hatta oyle ki bazen emin olamiyorum bazi sahneler kitapta gecen bolumler mi yoksa bir film sahnesi mi). Ama diziler beni bu tembelige alistirdi iste, onlari izlerken kafa yormaya gerek kalmiyor ne de olsa, senin yerine dusunulmus, hayali kurulmus seyler. Bir an once kendi sahnelerimi kendimin cektigi gunlere geri donmem lazim. Ayrica zaten her seyi gectim, kendi cahilligimden de utanmaya basladim, okumadigim o kadar cok kitap var ki! Gene ortalama bir universite ogrencisine gore fazla kitap okumus sayilabilirim ama beni tatmin etmiyor ne yazik ki. Ama iste kendi kendime engel oluyorum bu konuda. Neyse, yeni diziye baslamama karari aldim kitap bitene kadar. Ne kadar surcek bakalim.

Her ne kadar boktan bir ders programim olsa da okul baslasin artik. Ne olcaksa o zaman olcak cunku. Bir an once de bu sene bitsin zaten. Y. anlattikca new york'ta yeni ev arkadasiyla yaptiklarini kiskancliktan catliyorum! Hatun bir gunlugune Boston'a gidip yolda alakasiz bir sekilde Harvard'li birisiyle tanisip yemege cikabilme sansina sahipken benim sansima anca orta yasli kel managerlar duser. Evet, olan bir sey bu arada bu. Anlatmam lazim! New York'tayken fotograf makinam bir ara bayagi sapitti, delirtiyordu ikimizi de. Bir gun ciktim fifth'e hem dedim derdi neymis sorarim, hem de yapilmayacak bir haldeyse yenilerinin fiyatlarina bakarim. Iste Best Buy'a falan baktim, kucuk elektronikcilere sordum falan sonra da Computer Hardware dukkanina girdim. Iste sordum once fiyatlari, sonra da bunun derdi nedir anlar misiniz dedim, iste manager'i cagirdilar onlar da. Adam inceledi inceledi, dedi ki ayari bozulmus bunun, yenisini almana gerek yok, iyi makina gayet bu falan dedi, oynadi duzeltti. Sonra da kaldirdi fotografimi cekti pat diye, calistigini gostermek icin falan. Sonra resmen bakip "hey, that's cute." dedi. (Resim de cute mute degildi bu arada, yuzumu gozumde patlayan flash nedeniyle burusturmusum, bir elim de cekme dercesine havada falan.) Sonra da, let's see, onceki fotograflari nasil cekiyormus ki falan diyip bir onceki resme basti. Bir onceki resim de, yurt odamizin resmiydi, bir gece once falan mi ne icmistik, philly'ye gittigimiz gun muydu, camasir gunu muydu su an tam hatirlamiyorum, oda cilginlarcasina daginikti, herhalde en daginik hali budur, daha fazla dagilamaz diyip resmini cekmistik. Koyarim belki resmi buraya da :P Neyse, adam onu gordukten sonraki konusmalari aktariyorum.

"Is that you room?"
"Yeaaah, you probably shouldn't have seen that." ( orta yasli kel herifin elinden kamera alinir)
"Now, I definetely don't wanna have your number."
"Oooookay, what do I need to pay for this?" (kamera gosterilerek)
"No, it was nothing, please. I was kidding, I'd like to have your number. (adam cebindeki iPhone'a uzanir) Oh, what's that, uh oh, whaa, hey, is that an invitation to a BBQ party for tonight?! (ekrana bakip sasirma taklidi yapar ve bana gosterir) I think it is! What do you say? We'll grab a couple of drinks and see what happens." (see what happens!!! neyi gorcen laaaaan!!!)
"Yeaaaaah, I think I'm busy tonight. Thanks for the invite, though"
"How about tomorrow, then? I know great place where we can drink some of your delicious Turkish Coffee."
"I don't think so, no."
"You sure? You don't know what you're missing..."
"I'll be okay. (kapiya dogru yurunmeye baslanir) Thanks for fixing the camera. Have a good day." (kosarak uzaklasilir.)

Gerci ayni gun gene Borders'taki israilli inanilmaz sevimli Idan isimli bi kasiyerle muhabbeti kurmustum, o da numaramis istemis, ben de seve seve vermistim ama ertesi gun telefonumu kaybetmek gibi sahane bir islemde bulundum. Benim kismetim bu iste.

O degil de yemek isinde bayagi bir uzmanlasmaya basladim, inanamazsiniz. Oruc tutmasam da babamlar falan tuttugu ve tam da iftara eve geldikleri icin, iftar sofrasini ben hazirliyordum her gun. Genelde fazla ugrasmayip aksamdan kalma yemekleri falan pisiriyordum. Persembe gunu mu ne, erken kalkmistim, canim bayagi bir sikilmisti, yemek yapayim dedim. Evde her zamanki gibi bir suru eksik malzeme vardi (Annem sagolsun, spor salonunda eksik malzeme varsa gidip almaktansa evden goturmeyi tercih ettigi icin, boyle sacma sapan aslinda oldugunu sandigim seyler falan yok olabiliyor bir gun icinde.) Ama oturdum inventory cikardim elimdekilerin, sonra da tarifleri falan inceledim, mercimek yemegi ve pilav yapabilecek kapasitedeydi elimdekilerle. Amerikadayken sogan kiyma islemlerini ben beceremezdim, hep yasemin ypardi sagolsun, ilk defa denedim ve inanamazsiniz, bir guzel kiydim, kendime bile sasirdim. :P Boyle ince ince, muntazam. Sevmem ben cunku sogan, yemek piserken mumkunse erisin derdindeyimdir, bayagi ugrastim o yuzden. Ay bir guzel oldu yemek ama sonunda, inanamazsiniz. Pilav da tane tane oldu, perfection'di tam olarak. Tavuk da kizarttim yanina, sos falan yaptim onlarin da uzerine. Tabii annem gorunce yemekleri utanc verici tepkilerde bulundu ama olsun, degdi. :P Bugun de zaten bayram temizligi yaptik annemle. Bakin gorun ne hamaratim. Analar kiz dogursun! (annemin tepkilerinden biriydi bu :P) Ahahha allahim, gercekten bos yasiyor olmaliyim, blogumda anlatacak sey olarak bunlari buluyorsam. Amaaan bana ne. Yazarken can sikintim geciyor, onemli olan da o. :P

O degil de icmek istiyorum! Ozledim! Neyse haftaya bayramdan sonra calismalara basliyorum insalla.

Simdi de gidip kitap okuyayim bari. Okuycam. Gercekten!

Monday, September 14, 2009

And It Rained All Night

Not in the mood for ny stories. not on the mood for anything, actually. Even sleeping seems to become a luxury around here so since I can't do that, I'm here to spend some time here in my blog. And if that means i want to write it in english, so be it. I don't care. Yep, you guessed it right. I'm having a baaad day. A bad month, actually. Ever since I came back, nothing really worked out for me. Is it payback? or karma? or whatever the fuck it is that can make this fucking excuse for a life I'm living right this moment seems fair? Even the littlest living creatures seem to get back at me since I'm the only one in this house that constantly gets attacked by the fucking mosquitoes. Whatever, I'm not complaining. Everybody has their moments, right? It can't always be rainbows or butterflies or sunshine. Though, it would be reaaally good to know that the rain is gonna stop eventually. Because every time I get excited and think that this is it, it's gonna work out now, every thing's gonna be alright, something comes along and takes me back to square one. But it's OK, that doesn't matter anymore, I've come to terms with letting things go and letting them work out in their own little ways but that doesn't mean that I don't have the right to feel miserable due to the fact that my life, right now , is a little too much empty. The only thing that keeps the days going is the fact that i'll be gone soon. And there is almost nothing or no one that keeps me attached to this country, so that should be easy. Although, you know what? I wish it wasn't true. I wish there would be at least someone that would make me leave a part of me behind, that would be affected big time by me being gone, would feel like shit. Selfish? Maybe. But I need that. Maybe something's wrong with the way live here. Maybe that will all change when I'm gone. Certainly hope so. But even then, I'm not sure that part of my life will change. Maybe I should learn to live with it. Maybe it's all my fault. Maybe i can change all of that but i don't do anything about it. I don't know. Fuck it. I don't enjoy being depressed. What's more, I hate those people that are constantly depressed who don't really know what they got and take those things for granted. I will not be one of those people. This little whining session was something I needed. See you again in much more merry happy entries. Of course, If you don't run away screaming in the opposite direction when you read this, that is.