Monday, February 28, 2011

Oh! You Pretty Things (Oscar Edition)

Hayatımda ilk defa medeni saatte ve insanlar eşliğinde izlediğim Oscar'lar, tabii ki de tarihin en sıkıcı töreni olacaktı. Halbuki ne umutlarla izlemeye başlamıştım James Franco ve Anne Hathaway'in sunuculuğunu. Ama James Franco adeta baston yutmuşçasına dikildi, Anne Hathaway'in sevimli olma çabaları seyirciyi eğlendirmeye yetmedi. Anlam veremediğim bir şekilde teşekkür konuşmaları bile sıkıcıydı. Ona buna teşekkür edeceğinize, toplu teşekkür edip azıcık ilginç bir şey yapın da tarihe geçin allaaaseniz. Hiç kafanız çalışmıyor yemin ederim. Melissa Leo'nun 'fuck'ıysa ucuz bir girişimdi, bilerek yapmamış olabilir, günahını almayalım, ama ucuz bir insanmışsın Leo. Sunucuların dışında dekor ve programlar da kötüydü. Hatta yoktu bile neredeyse. 

Gerçi, ödüller fena dağılmadı gene. The Social Network'ün en iyi filmi almamasını bütün kalbimle istiyordum, almadı güzel oldu.

Ama Red Carpet bile sıkıcıydı, doğru düzgün bir ünlü yoktu, dedim şöyle iki güzel elbise görürüz, gözümüz gönlümüz açılır. Bir Angelina Jolie yoktu mesela. Gözlerimiz yollarda kaldı.

Sıkıcı mıkıcı, ödüllerden sonra işin en eğlenceli kısmı kırmızı halı ve kim ne giymiş. Bu postumuzun da asıl amacı da budur leydizencentılmın. Şıklar ve Rüküşler için lütfen hatta kalınız ve sağlı sollu ilerleyiniz.

Saturday, February 26, 2011

You Have Wasted You Life, Now Please Stop Wasting Your Money

Oscar'lardan bir gün önce belki bir tahminler listesi yapmam gerekirdi bu post yerine, ama canım istemiyor. (Öte yandan oyuncu ödülleri Natalie Portman ve Colin Firth'e gidecek, o kesin. Film de The King's Speech'e gitsin Social Network yerine, lütfen!)

Neyse. Bu posta ilham kaynağı olan şey başlıkta yazmış olduğum şarkı ve parasızlığım. Hayatımın en parasız dönemindeyim sanırım. Babam okul parası ve ev kiram gibi giderlerle yeterince boğuştuğu için fazla para istemeye açıkçası utanıyorum. Babamın da New York'ta hiç sosyal hayatın olmasa, hiçbir şey yapmasan bile ne kadar paranın gidebileceği konusunda bir fikri yok. Nerden bilsin. Ama bir metroya binme ücretinin $2.25 olduğu bir yer neticede. Tamam, metro sistemi mükemmel, yüzbinlerce kez aktarma yapmıyorsun en azından İstanbul'da olduğu gibi falan ama bazen yakın yerlere giderken metrocardı geçirirken içim acımıyor değil. Keza karın doyurmak da öyle. Zaten evde yapıyorum yemek ama yemeklik almak bile pahalı ki. Bir de tek başımayım, bazı şeylere tek başına para vermek koyuyor resmen. Haliyle bok gibi besleniyorum. Sosyal hayat da okuldakiler ve arada sırada sevgili ZSA'yı saymazsak kalmadı denecek kadar az. Barlarda bir biraya 10 dolar verecek lüksüm yok çünkü. Ama evet, New York'tayım. :P Aman çok da ağladığımdan değil, bakmayın, zaten hiçbir zaman o bar senin bu bar benim insanı olmadım. Okul yeterince meşgul ediyor zaten. Evde oturup dizi/film izlemek, kitap okumak da yeterince tatmin edici. Ama ne yalan söyleyeyim, bazen arkadaşlar arayıp da hadi bu gece çıkalım dediklerinde artık bahane bulmak yoruyor. Yakın arkadaşlarım olsalar çulsuzum derim, arada çekerler beni de falan ama this is New York, baby. Ay başına kadar cebimde 3 dolarım var, o yeaah. :P Allahtan Metrocard'ım dolu.

Çalışmak istiyorum para kazanmak için de napıcam bilmiyorum. Nakit para kazanabilmenin tek yolu garsonluk, ama bu işi yapan iki arkadaşım da çok gözümü korkuttular. Normal iş yapamıyorum F1 vizesi sınırlamaları gereğince. Umabileceğim tek şey bu dönemi bir şekilde atlatıp, önümüzdeki sene şöyle iyi bir iş bulmak. Zaten 3 ayım kaldı, aybaşında da biraz para gelicek elime (Epsilon sonunda ödeme yapmış nihayet). Ama gene böyle sefalet hayatı sürüp Spring Break'e biriktirmek istiyorum para. Spring Break'te olmasa bile mezun olduktan sonra falan bir şeyler yapmak için. Belki Dilda'nın yanına giderim Avrupa'ya. Ah, dreams. :P Neyse, şarkıyı da koyalım.


Thursday, February 24, 2011

Antichrist Television Blues (Part II)

Gelelim gidişhatlara... Çok pis spoiler dağıtırım, riid et yor ovn risk.


Bu sezon gidişhatından en memnun olmadığım dizidir herhalde şu dizi. Sezon inanılmaz kötü başladı, kötü demeyeyim de... Supernatural'la alakası yoktu diyelim. Zira eğer 4. ve 5. sezon yaşanmasaydı güzel derdim belki, bilemiyorum. Ama öyle bir finalden sonra hakaret gibiydi resmen ilk bölümler. Hele o 3. ve 4. bölümlerde falan izlerken uyuyakaldığımı biliyorum. Ama gittikçe ya beklentilerimiz artık düşmeye başladı, ya da gerçekten düzelmeye başladı, bilemiyorum ama eskisi kadar kötülemiyorum artık. Ha, geçen sezon olduğu gibi inanılmaz bi heyecanla beklemiyorum, ara verdiğinde bir çok fan gibi yapımcılara sinirlenmedim, ama bölümler çıktığında eskisi gibi izlemek zor gelmiyor, hatta eğleniyorum. Son bölümlerde hatta beklediğimden iyi sahneler, bölümler oldu. 

Neden sevmediğimin sebeğlerinden bir tanesi de ellerinde hazır konular, hala merak ettiğimiz olaylar varken yeni ve pek de ilgilenmediğimiz olayların gelişmesi. Gidip de dünyanın en itici karakteri olan ve kimsenin merak etmediği Samuel'ı çıkarmaları buna bir örnek. En gereksiz elemandı herhalde şu dizideki. Sonrasında Castiel'i eskisi kadar göstermemeleriyle gözümden daha da bir düştü, ne yalan söyleyeyim. Ayrıca Sam'in eski mıymıy haline itinayla uyuz olsam da iki kardeşin arasındaki o dinamiği seviyorduk biz Supernatural izleyicileri, ruhsuz halini hiç sevmemiştim. Şimdi geri geldi gerçi, hala sevmiyormuşum, ama iki kardeşin atışmalarını özlemişim, ne yalan söyleyeyim. Ve son olarak, komedi unsurları eskisi kadar başarılı değildi başlarda. Benim açıkçası Supe izleme sebeplerimden en büyüğü komedi unsurları. Heyecanlı bölümler de güzel, ama sadece ana hikayeyle alakalı olanları seviyorum ben. 'Haftanın Canavarı' temalı filler bölümlerde az komedi bol heyecan olunca fenalıklar basıyor bana.

Gerçi sanırım affedicem Supernatural'ın 6. sezonunu. Yarınki (6x15) bölümün fragmanı beni benden aldı zira, bu sezon en (hatta ileri gidip tek de diyebilirim) merakla beklediğim Supernatural bölümü oldu. Bakalım, izledikten sonra yaparım artık yorum ama fragmanına bile inanılmaz güldüm. Bakalım.


Lost bitti biteli (birinci sezonundan beri haftalık izlemiştim bunu da) hala izlemekte olduğum en eski dizi ünvanı Grey's Anatomy'ye geçmiş durumda. İkinci sezonundan beri haftalık izlediğim bir dizi kendisi ki şu an 7. sezonunda. Kendisiyle bir sevgi-nefret ilişkimiz var. Bir bölüm oluyor nefret ediyorum, diziyi bırakma kararı alıyorum, asla izlememeye yemin ediyorum, vaktimi boşa harcıyor diye suçluyorum. Sonra bir kaç hafta sonra dayanamayıp bölümleri indiriyor ve çok sevdiğime karar veriyorum. Haftalık terapim gibi bir şey. Çünkü her ne kadar vıcık vıcık romaktik, kimin eli kimin cebinde ilişkiler yumağı sevişken doktorlar dizisi gibi gözükse de aslında çok sağlam çıkarımlar oluyor dizide. Meredith'in bölüm sonu ve başı monologları bazen kulağa fazla sosyal mesaj içerikli gibi gelse de, çoğu zaman 'sen de haklısın Meredith, yürü be bacım' diye sesleniyorum ekrana babanneler misali. Şöyle bir sahne çıkarmış bir dizi neticede, hangimiz düşmedik bu duruma a dostlar? Hala arada izler, Meredith'in cesaretine hayran kalırım, empati kurar, bir yandan da diziye küfrederim içimdeki romantik, ağlak, pembe pembe, hayata umutla bakan, 'ayyy bir araya gelsinler ama yaaa' diye tuhaf tuhaf sesler çıkaran dişiyi bir canavar misali ortaya çıkardığı için.

Bu sezona gelirsek... Sezonun başlarında Christina'nın cerrahlığı bırakması, yaşadığı dramalar baydı açıkçası. Biz onu hırslı, hasta çalan cerrah haliyle seviyoruz. Kaldı ki Meredith-Cristina dostluğu dizide en çok sevdiğim şeylerden biri olup genel olarak da dizi dünyasındaki en sevdiğim arkadaşlıktır. Bozulur gibi olması diziye yakışmadı. :P Allahtan toparladılar. She's her person, for crying out loud. Mark'la Lexie de tam bir araya geldi derken gene ayırdı Shonda ikisini ('bırakıyorum bu diziyi ya bu ne' anlarımdan biri hatta kendisi :P), o da yakışmadı. Ama duyduğuma göre en nihayetinde birlikte olacaklarmış, sabrediyorum. Artık 7 sezondan sonra daha fazla Mer-Der dramasına katlanamadığım için hikayeyi başkaları üzerine çekmeleri güzel bir hamle, ama üzgünüm, Callie ve Arizona dünyanın en sıkıcı çifti. Callie'nin hamileliği (Lexie'yle Mark'ı ayırması açısından üzse de) neyse ki biraz hareket katar gibi oldu ki Mark çok sevdiğim bir karakter olduğundan ve ilişkiye o da katıldığından (Mark/Callie dostluğu dizide sevdiğim ikinci şey) eğlenceli oldu gibi. Teddy'nin sigorta bahanesiyle evlendiği adamla da aralarında bir şey olacağı belli zaten, ama ellerini çabuk tutsunlar rica ediyorum. Shipperları oldum bile ama. Avery de çok taş bir abimizmiş, her bölümde takdir ediyorum kendisini, gözlerini ve karın kaslarını. 


Bu sezona karşı karışık hisler besliyorum. İlk başlarda pek seviyordum, özellikle çoğu insanın anlayamadığım bir şekilde nefret ettiği Rocky Horror Glee Show benim favori bölümümdü. Ama son zamanlarda nedense bir eksik var gibi. Eskisi gibi şarkıları indirip dinleme isteğimin olmayışından, sahneleri tekrar izleme konusundaki isteksizliğime kadar. Hakkını vermek lazım, eğlendiriyor gene - ki bu da Glee'den beklediğim tam olarak tek şey. Ama ne bileyim... Kurt'ü gereksiz yere başka okula yollamaları öncelikle düşünebildiğim sebeplerden. Az gördüğümüz yetmiyormuş gibi ben onu New Directions haliyle sevdim. Blaine'le de aralarında bir şey olmadığına göre çok gereksiz şu andaki hali. Bu arada, kızların Cheerios'dan atılamalarından çok memnunum, cheerleading üniformalarındansa Brittanny'nin gerçekten sağlam gardolabına tanık oluyoruz, hem onun hem Santana'nın tarzlarını sevdim.

Edit: Az önce son bölümü (Blame It on the Alchohol) izledim, sanırım uzun zamandır ilk defa eğlendim bu kadar. Sarhoş halleri pek komikti, hatta şu aralar okul projesiydi, oydu buydu o kadar uğraşıyorum ki benim de bir kafa dağıtmaya ihtiyacım var, özendim kendilerine. Gri kusmuk dışında. Ne kötü bir kusmuktu o. Tek bir maruzatım var, Rachel/Kurt/Blaine üçgeni kötü bir girişim, ucuz bir hamleydi. Rachel kaltaklığın da ötesine geçti sanırım 'Who cares about you, buddy, I might have a boyfriend out of this...' lafıyla ki orada iki tokat aşk etmediği için Kurt'e de kızgınım. Ama eğlendim mi, eğlendim. :P


Yaa of, bu dizi benim için bitmiştir arkadaş! Anne gene yok, gene yok! Tam geçen haftaki bölümü pek sevmişken (Oh Honey) bu bölüm Zooey'nin anne olmadığını öğrendik ve gene sinirlendim. Şimdi 'bırak anneyi yahu, diziden keyif al' diyenler çıkacaktır, ama beni ilgilendirmez, verilmiş bir vaat var ortada, bokunu çıkardılar iyice. İsmini farklı koysaydınız, How My Youth Days Were hatta The Way We Were falan olsaymış adı o zaman, bana ne. Jennifer Morrison'ı da House'taki Cameron haliyle hiç sevmemişken Zooey halini pek sevmiştim, sırf o yüzden anne olsun diyordum. En son geçen bölümde biraz ipucu verdiler gerçi (Honey'nin ismini hatırlamamaları mesela. Kuzeni neticede), ama inanmak istememiştim 'ölmüştür kuzen belki' 'kuzenlikten reddetmiştir belki' falan demiştim. Bu bölümde ayen beyan söyledi, sinirlendim. Bölüm güzel de bir bölümdü de halbuse. Nora muhabbeti de çok yapay geldi bana, her ne kadar (bu cümlemden sonra bir çok HIMYM fanından dayak yiycem herhalde ama) onun salak aşık, romantik hallerini (a.k.a. Robin'e aşık zamanları) sevsem de bunu sevmedim. Shipper olduğum için falan değil, daha tanımıyoruz bile hatunu, aşık olacak zaman ne zaman buldu? Barney'e laf sokan ilk hatun mu sanki. Neyse, bakalım, önümüzdeki bölümlere bakıcaz.


Şu sezonda yüksek sesli güldürmekten asla vazgeçmeyen biricik dizimiz the Office. Zaten gelmiş geçmiş en komik dizilerden biri olduğunu iddia ediyorum hiç çekinmeden. Saf komedi çünkü, ne duygusal olmaya çalışıyor, ne de romantik. Sadece komik. Ofis hayatını da kimi karakterler karikatürize olmuş olsa da neredeyse birebir yansıttığı için de bu kadar başarılı. Micheal gibi patronlar yok mu sanki? Senden daha çok para aldığına, üstün olduğuna inanamayacağın kadar salak insanlar için çalışan milyonlarca insan yok mu? Neyse, kaç sezon oldu çıtası hiç düşmedi. Steve Carell'in gidecek olması içimizi yakıyor elbette, onsuz the Office nasıl olacak düşünemiyorum, ama bakıcaz. En son Micheal'ın çektiği film 'Threat Level Midnight' yerlere yatırdı gülmekten. Golden Face Jim beni benden aldı özellikle. Jim demişken, Pam'le olan ilişkileri fazlasıyla sıkıcı hale geldi dizi söz konusu olduğunda, ama yine de hala dünyanın en sevimli çiftlerinden biriler nazarımda. Jim zaten ideal koca. Favorimse Creed. Az ama öz rolü var. :P Bu sezona dair aklımda kalan bir şey de Halloween'li bölümdeki kostümler. Özellikle Andy'nin Bill kostümü ve 'soookeeh' diyişi, ve Meredith'in Sookie kostümü. Bu akşamki bölümü ders yüzünden kaçırdım, yarın bakıcaz artık. 



Televizyon ve sinema dünyasından herhangi birini idol olarak seçmem gerekirse bu kişi kesinlikle Tina Fey olurdu. Paralel bir evrende çok iyi anlaşır, BFF olurduk kendisiyle, çok eminim bundan. 30 Rock'la da tuhaf bir ilişkimiz var. Bazen 'baydı bu da, abarttılar iyice' derken birkaç sahne sonra öyle bir gönderme oluyor ki durdurup kahkaha molası vermem gerekiyor. Göndermelerinin gizli oluşlarını, popüler kültüre laf sokmalarını, dikkatli izleyicilere göre olmalarını seviyorum. Absürdlükleri bazen yüzümü ekşitse de çoğu zaman yarıyor, itiraf etmeliyim. 5. sezon da gayet güzel gidiyor kanımca, hatta bir bölümü canlı yayınlamışlardı, Liz'in flashbackler'ini Seinfeld'in Elaine'i Julia Louis-Dreyfus canlandırmıştı. İyi para kazandıkları için yer verdikleri konuk oyuncular da güzel bir artı. Sadece bu sezon gelenler arasında mesela Matt Damon, Robert De Niro, Paul Giamatti, Queen Latifah, Elizabeth Banks ve en son bu akşamki bölümdeki Chloe Moretz var. Ama bu diziden vazgeçemiyor olmamın en büyük sebebi: içimde bir Liz Lemon yaşatıyor olmam. 


Geçen dönem Perşembe günlerimi güzel yapan iki şeyden biriydi (the Office ve 30 Rock da perşembe günü de Grey's'le çakışıyorlar, iki diziyi sonra izlemeyi yeğliyor idim), bu dönemse Perşembe akşamları dersim olduğu ve televizyonda kaçırdığım için artık Cuma sabah kahvaltılarımı güzel yapan şeylerden biri. Ama yanlış bir isim bence 'the Big Bang Theory', the Sheldon Cooper Show olması gerekiyor bu dizinin adının. Zira bu diziyi izlememin en büyük iki nedeninden biri 'bazinga'larına kurban Sheldon, her ne kadar diğer karakterler de eğlenceli ve kimi zaman yarıcı olsalar da. İkinci sebepse kuşkusuz içimde Liz Lemon'dan arta kalan yerlerde yaşattığım geek'e hitap ediyor olması. Bir bu bir de IT Crowd. Bu sezon da her zamankinden eğlenceli bir sezon. Amy Farah-Fowler da eğlenceli bir eklenti olmuş diziye. Sheldon'la geyikleri ayrı 'bestie'si Penny'yle olan muhabbetleri ayrı yarıyor. 

Başka yok galiba... Bu sezon izlediğim dizilerde ne kadar azalma olmuş, şimdi fark ediyorum. Büyük bir oranının sit-com olması endişe verici bir durum mu bilemiyorum tabii. Sanırım çok çok çok merak etmedikçe haftalık izlemeye katlanabildiğim tek dizi türü. House mesela. 2. bölümde kaldım. Sezon mu kötü, yoksa bende mi sorun var bilmiyorum ama elim gitmedi bir türlü izlemeye. Bu sezon yeni başladığım bir de Shameless var. Sevdim onu da, ama yorum yapacak kadar ilerlemedi henüz. 

Amanın, 15 Şubat'ta başlamışım yazmaya, ayın 25'i olmuş, özür diliyor, artık kaydı yayınlıyorum. 

Tuesday, February 15, 2011

Antichrist Television Blues (Part I)

Başlık adımız Grammy ödülünü alan the Arcade Fire'ı kutlamak amaçlı olsa yazımızın teması televizyon dizileri efenim. Öncelikle ilk sezonundan başlayıp izlediğim, sonra da senelerdir takip ettiğim dizilerin son sezonlardaki gidişhatları hakkında iki çift kelam edeceğim. 


Six Feet Under aslında aylar önce bitti de, uzun zamandır bloga bişey yazmadığım düşünülürse bir paragrafı hakediyor bence. Çay gibi bir diziymiş çünkü Six Feet Under aslında. Sezonları çatır çatır bitirdim, son sezonun son bölümlerinde hüngür hüngür ağladım, tamam, ama üzerinden zaman, haftalar, aylar geçtikçe bu dizinin mükemmel bir dizi, hatta abartıp hayatımın dizilerinden biri olduğunu fark etmeye başladım. Demlendikçe güzelleşti. Karakterlerinin gerçekliği, diyalogların derinliği, bölüm başlarındaki ölümlerin ne kadar saçma olursa aslında o kadar da depresif oluşu, müziklerin mükemmelliği ve sahnelere uyumu, senaryonun güzelliği ve tabii ki o muhteşem finali. Gelmiş geçmiş en iyi dizi finali desem kimse benimle burada tartışmaz herhalde? Özellikle o son 10 dakikalık bölümden bahsediyorum. Hala aklıma geldikçe bana bişeyler oluyor, bir de ilk izlerkenki halimi düşünün. Hıçkıra hıçkıra ağladım resmen. Sia'nın şarkısının da etkisi büyük, daha doğru bir şarkı seçemezlerdi herhalde o sahne için. Yapılacak şey değil ama, bu kadar da ağlatmasalardı vicdansızlar keşke. Neyse, ufak bir spoiler girip Nate'ten nefret ettiğimi söyleyebilir miyim? Tamam, karakter olarak çok iyiydi belki ama Brenda'ya yaptıkları affedilir gibi değil. Brenda'yı pek severdim, evet. Claire'i de bütün anlamsız aşk ilişkilerine ve bitmek bilmeyen ergenlik sorunlarına rağmen çok seviyordum. David'i de öyle. Gerçi Ruth varken, Nate'i bağrıma basabilirim, Ruth'a olan nefretim öyle büyük. Azgın ergen gibi dolanması yetmiyormuş gibi (Dwight'a yazıyordu bir ara lan!), bir de kendi çok bir şeymiş gibi sürekli çocuklarına ikiyüzlü ahkamlar kesmesine katlanamıyordum. Neyse, kısa paragraflar olacak dediydim, burada bitiriyorum.


İngiliz televizyonunun güzelliklerinden sadece bir tanesi. Bir grup genç suçlu, toplum hizmeti sırasında bir fırtınaya yakalanır ve üzerlerine düşen yıldırımın etkisiyle süper güç edinirler. Ama bu gençlerimiz gidip de dünyayı falan kurtarmaya çalışmayıp, kendi kıçlarını kurtarmaya bakarlar ve gayet de eğlenceli bir şekilde yaparlar bunu. Skins meets Heroes diyorlar ama Heroes gibi dandik olmaktan çok uzak, tek ortak yanı kahramanların süper güçlerinin olması. 2 sezon, ve her İngiliz dizisi gibi her sezonu 6şar bölümcük olması tadı damağımızda bırakıyor, ama devamının geleceğini bilmek güzel yine de. Diğer güzel yanlarından biri de, kahramanlarımız liseli ergenler falan değil, gayet 20lerinde tipler. Ve tabii hepsi hüküm yemiş suçlular olduklarından öyle pek ahlak duyguları olduğu da söylenemez. Gerçi Skins sağolsun İngiliz gençlerine dair imajım bayağı bir değişmişti, o ayrı... Ama yine de Amerikan dizilerinde fenalıklar geçirten tipik ergen dramaları yok, en sevdiğim kısmı da o. Süpergüçler ayrı, başlarına açılan belalar ayrı geyik. Başroldeki hatunlarımızdan birinin süper gücü dokunduğu kişileri cinsel olarak azdırmak mesela. Sonra kendini GTA'da zanneden ve ona göre yaşayan, dövme yaparak insanları kontrol eden (ki Nathan'a o bölümde inanılmaz gülmüştüm) insanlar vardı 'düşman' klasmanında. Ki favorim de sütü kontrol eden adam kesinlikle. Bu kadar dandik bir gücü böylesine ölümcül kullanmak çok zekice valla. :P İngiliz dizilerinin müzik seçme konusundaki başarısından bu dizi de payını gani gani almış, her bölüm sonunda internete koştum sanırım şarkıyı bulup indirmek için. Favori şarkı/sahnem ise Massive Attack'in Paradise Circus'ının çaldığı sahne. Hem sözleriyle hem melodisiyle bu kadar cuk oturan başka bir şarkı/sahne görmedim hayatımda. Hatta kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyenler için geliyor: tık. Simon/Alisha hikayesinden bir Time Traveller's Wife tadı aldım mı? Aldım. Ama daha çok sevdim. :P 

İngiliz dizilerinin genelinde de olan bir başka çok sevdiğim özelliği ise karakterlerinin göz için de inandırıcı olması. Hepsinde demeyelim de Amerikan dizilerinin çoğunda olan şey, karakter tamam, çok derinlikli, çok gerçek, ama tipine bakıyorsun ve bunun bir dizi olduğunu anlıyorsun. Çünkü karakterinin yarattığı gerçekliğe göre fazla güzel/yakışıklı oluyor genelde. Ama Atlantik'in öte tarafında işlerin öyle yürümemesi bu dizileri daha çok sevdiriyor bana. Çünkü oyunculara bakıyorsun, gerçekten çirkin, çirkin olmasa bile itici tipler. Zamanla karakterleriyle sevmeye başlıyorsun o insanları. O yüzden fazla gerçekler. Çok güzel olanlar dizide de zaten güzel olduğunun farkında olan karakterler. Daha inandırıcılar.


Yaz sezonunda başlayıp ilk sezonununu yaz bitince bitiren tipik bir Showtime yaz dizisi the Big C. Tipik bir Showtime yaz dizisi nasıl oluyor? Şöyle oluyor, genelde banliyö taraflarında yaşayan, başına boyundan büyük bir iş gelen bir kadının bazen sıradan bazen de sıradışı yaşadıkları (bkz: Weeds). Burada da öyle, normal bir hayatı varken birden the big C'yi, yani kanseri kaptığını ve çok fazla ömrünün kalmadığını öğrenen ve geri kalan hayatını doyasıya yaşamaya karar veren Laura Linney'nin şahane bir şekilde hayat verdiği bir karakterimiz var. Cable dizisi olduğu için daha rahatlar tabii. İşin içinde kanser olmasından kaynaklanan doğal bir duygu seli, gözyaşları falan mevcut; ama genel olarak eğlenceli bir dizi. Bir ara konuk oyuncu olarak the Wire'dan bayıldığımız Idris Elba (Stringer Bell, hastasıyız :P Bir de burada ingiliz aksanıyla konuşuyor, yeme de yanında yat :P) da gelmişti. Her neyse, çok hayatıma damgasını vuran bir dizi değil, zaten kısa bir şey, çok zamanımı almadan bitti. Sırf son bölümü için bile izlenir ama. Tek bir maruzatım olacak; o da keşke tek bir sezondan oluşsaydı. Spoiler verecem biraz izlemeyenlere ama keşke orada ölseydi. O zaman efsane olurdu da ikinci sezon olacağına göre ölmeyecek. Ama mucizevi bişey olmasın, ölsün, son sezonunda. Çok kötüyüm, biliyorum, ama o zaman hiçbir etkisi olmaz bütün bu yaşananların, valla. 


Bu da sırf psikolojide Çoklu Kişilik Bozukluğu konusunda ödev yapmam gerekirken, 'ödev yapmamak için yapılan anlamsız hareketler' isimli etkinlikler kapsamında başladığım ve bitirdiğim bir dizi. İzlememin pratikteki sebebi bu tabii de, teorideki, kendimi inandırdığım sebebiyse başrolünde çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip bir anneyi bulundurması. Ve tahmin edin ne dizisi? Evet, öğrenmişsiniz, Showtime! :P Bu da aynı, izle, eğlen, unut dizisi. Ama sevdim yine de. Toni Collette harika bir oyuncu zaten, her 'alter'ını mükemmel canlandırmış. Bayağı oldu bunu bitireli, o yüzden çok net hatırlamıyorum da bununla ilgili tek şikayetim de kocası. Adam aziz resmen, hiçbir dizide karısından bunca çekip de (karısının elinde olmasa bile) hala sadakatle yanında kalan başka bir koca bilmiyorum. Hangi dizi olsa hemen bir neredeyse-boşanma hikayesi çıkarmıştı bundan. Gerçek hayatta varsa böyle bir koca, adresimi vereyim, eve paket yapıp göndersinler lütfen. 


Bir HBO güzelliği elbette. Efsane yapımcılar (the Sopranos'un yaratıcıları ve Martin Scorsese), efsane kadro (Steve Buscemi tek başına iktidar, Micheal Pitt şahane) ile zaten basit bir şey beklemiyordu kimse sanırım izlemeye başlarken. 1920'lerin Atlantic City'si, alkol yasağı, yozlaşmış yönetim, mafya vs vs. Malzeme de süper yani. Prodüksiyon zaten beklendiği gibi mükemmel. Yönetmenlik, oyunculuk, diyaloglar şahane. Genel olarak, sevdim, devamını bekliyorum yani. Ama... Ama ne bileyim bir eksik var sanki. Bir the Sopranos bölümü seyrettikten sonra hissettiğim doygunluğu yaşamadım sanki bunda. Belki yeni sezonlarda daha da coşacak, bilemiyorum, ama açıkçası bütün bölümleri bana hızlı hızlı izlettiren şey - itiraf ederek burada utandırıcam kendimi - ama bir ergenin izleme sebebiydi :P 'Nucky Thompson ile Margaret arasında bir şey olacak mı' ile başladım, 'allah bozmasın tütütü' ile devam ettim, 'bir araya getirin şunları allahsız senaristler' ile sezonu kapattım. :P Bende mi sorun var, bilmiyorum ama öyle yani :P



Farkındayım, izlemek için çok çok geç kalınmış bir dizi. Ama geç olsun güç olmasın di mi? :P Henüz bitirmedim, yeni başladım sayılır, 3. sezonu daha yeni bitirdim. Bitince tamamen daha detaylı yazarım, ama şu üç sezonda bile bu dizinin bu kadar abartılmış olmasının haklı bir abartılmış olduğunu onayladım. Neyse, Tony Soprano'nun hastasıyız, mafyaların ustasıyız, şimdilik daha bişey yazamicam. :P Müzik seçimleri bu dizinin de çok başarılı bu arada, sevdik.  

Part II, devam eden dizilerin bu sezondaki gidişhatları üzerine olucek. Hattan ayrılmayın.  

Monday, February 14, 2011

For What It's Worth

Artık bu gidişe bir dur diyip bir blog yazısı patlatmamın zamanı gelmişti bence. İkinci dönem başladı, mezuniyet yaklaştı, ben de paniklerden paniklere koşuyorum. İş aramaya mı odaklansam, yüksek lisansa mı, iş aramaya odaklansam nerden başlicam, yüksek lisansa odaklansam elimdeki alternatifler ne olabilir, bunları düşünmekten delireceğim. Alternatif bulmak kolay diyorsunuzdur, internete ve google'a bakar iş diyeceksiniz, ama öyle değil gerçekten. Okulların sitelerinin içinden çıkılmıyor, adeta bir kara delik, bir websitesinde de açık açık yazsa valla yarın application'ımı teslim edicem. Ama burs lazım, öyle keyfe keder başvuramam. Öte yandan bölümümle alakalı olmalı ki bana burs verebilecekleri kadar iyi bir statement of purpose'ım olsun. Ve bunca alternatif, düşünecek, karar verilecek bunca şeyin olduğu her zaman yaptığım gibi şimdilik günlerimi hiçbir şey yapmayarak değerlendiriyorum. Neyse, buraya depresyona girmeye gelmedim, kapatıyorum konuyu derhal. Verdiğim arada neler izledim/okudum/dinledim temalı bir yazı da yazıcam bundan sonra. Neden bundan sonra, çünkü buna başlarsam çok uzayacak, sonra sıkılıp bırakıcam. En iyisi o amaçla başına oturmak.

Ama neler yaptığımı anlatabilirim. Aman tanrım, çok önemli şeyler yapıyorum, paylaşmalıyım bunu biricik okurlarımla manasında değil tabii de... Of aman, size ne, şu zamana kadar niye yazdıysam ondan yazıyorum işte :P

Bahar döneminin üçüncü haftası başladı bugün. Çok iğrenç ama bir o kadar da güzel bir ders programım var. Şöyle ki her gün okula gitmek hem yorucu hem de zaman kaybı oluyor diye canla başla günlerimi boş bırakmaya çalıştım bu dönem. Başardım da, Salı ve Cuma günlerim boş neyse ki. Ancak o dolu olan günlerde ders saatlerim o kadar saçma ki... Hem sabahçı hem de ikinci öğretim gibiyim. 3 gün hem sabah 9-12 dersim var, hem de akşam 6.30-9 dersim var. Hele Çarşamba günleri sabah 8'de başlıyor, öğlen de dersim var, akşam 9'a kadar. Hem de yalan dersler de değil; sabah renk psikolojisi (hadi onu salla diyelim), öğlen Tekstil Pazarlama, akşam da Uluslararası Ekonomi. Hele Marketing dersi dünyanın en sıkıcı dersi sanırım. Cidden ömrümden ömür aldı sadece 2 derste. Yaşladım. Yaşama sevincimi yitirdim. Zaten adam öldü ölecek, dünyanın en yaşlı adamı falan. bir de ciddi ciddi aynı buldoga benziyor, hele bir de konuşurken sürekli kafası sallanıyor, hani var ya arabalara konan kafası oynayan buldog bubble head'ler... adam onun dile gelmiş, büyük versiyonu resmen. Hiçbir şekilde odaklanamıyorum, her an havlayacakmış gibi hissediyorum. Kabaca biraz bu tanım da, emekli ol be adam, artık öğretmenlik yapma lütfen, bir ayağın çukurda. Fabrikadaki işinden emekli olunca başlamış zaten profesörlüğe, bence bu bir işaret. Neyse...

Çarşamba günlerini bir kenara bırakırsak, ne yapacağımı bilemediğim Pazartesi'leri ve Perşembe'leri var. 11 gibi sabah dersim bitiyor, diğer derslerim 6.30'a kadar başlamıyor. Hava soğuk olmasa, ya da unlimited metrocard'lara zam gelmemiş ve ben almış olsam eve giderim de şimdi hem üşeniyorum hem de gidiş-dönüş 4.50 dolar vermeyi yemiyor bir tarafım. Yaza doğru havalar ısınınca gezmek için bahane olacak bu aralar da şöyle de bir şey var, yaza doğru ödevler artacak. Hele bir de mezuniyet projemiz var, şimdiden başladık deli gibi. Neyse işte, ben de bu boş vakitlerimi okulde geçiriyorum. Kantinde takılmıyorum artık çok, çünkü anlamsız bir şekilde bu buz gibi havalarda klima açıyorlar. Cidden anlamadım mantığını okulun, sınıflarda olsun, başka yerlerde olsun basıyorlar sıcağı, kantinde donuyoruz. Ki zaten bu dönem hem maddi açıdan hem de sağlıklı beslenmek açısından (kantinde salatalar da var tabii de aç aç girince her ne kadar 'ben salata yiycem' diye şartlasam da kendimi, ne olduğunu anlamadan kendimi kızartmalar kuyruğunda buluyorum. Çok güzel Philly Cheesesteak yapıyorlar allahsızlar. Hele bir de waffle fries diye bir şey var ki hayatımda yediğim en güzel patates kızartması sanırım. canım çekti gene öf!) girmiyorum bile kafeteryaya artık. Okulu keşfetmeye başladım, kütüphane olsun, binaları birbirine bağlayan hallwayler olsun, millet hep oralarda. Favori yerim ise 7. kattaki koridor. Kat zaten Student Life'a ait, bilardo odaları, xbox odaları, televizyon odaları falan da var. Benim mekanım ise Hall of Art isimli koridor. Bir sürü rahat koltuklar ve masalar atılmış, duvarlar öğrencilerin yaptığı eserlerle dolu, bir de televizyon var kocaman. Millet geliyor, yayılıyor, uyuyor, kitap okuyor. Ben de bilgisayarımı getiriyorum, ödev varsa onu yapıyorum, yoksa uzanıp Netflix'in bana sunduğu güzelliklerden faydalanıyorum. Ya da televizyonda kaçırdıysam haftalık dizilerimi izliyorum kanalların sitelerinden. Şu anda da oradayım zaten.

Hatta demin geçen dönemki Public Speaking hocam geçti, selam verdim, muhabbet ettik de ben film izlerken gene daha önce, hi demiş, ama duymamışım bile. Hakikaten, farkında bile değildim. Çok iyi adammış lan, dönem bitince son derste 'bir şeye ihtiyacınız olursa, çekinmeyin gelin' demişti de tınlamamıştım 'hep öyle derler beyim' diye. 500 kere sordu, var mı yardıma ihtiyacın, yapman gereken sunum varsa gel, resume ya da cover letter konusunda zorluk çekersen mail at falan diye. Tam da zamanını bulmuş, daha dün resume yazmakla cebelleşiyordum, hemen atladım, appointment verdi, yazıcaz beraber. Tey tey, İTÜ hocaları da ne zaman gitsek 'meşgulum' desin daha... Koskoca department headimiz Ingrid Johnson bile zamanını ayırmıştı, olası kariyerim hakkında konuşmuştuk, referans mektubu verecekti. Bense kıçıkırık bir İTÜ hocasından zamanında istemiş, 'normal mektup yazmaya zamanım yok, şablon varsa getir imzalayayım' cevabını almıştım. Neyse...

Mezuniyet projemiz dedik, ondan da bahsedeyim. Gruplara bölündük, her grup bir kot markası yaratıyor. O kadar da kalmıyoruz, ciddi ciddi tasarımını yapıyoruz, üretiyoruz, etiketini, fiyatını hepsini yapıp reklamını bile biz çekiyoruz. Kadın ve erkek kotu markaları grupları var, ben kadın kısmındanım. Ev arkadaşım zamanında 'görev dağılımında etiket tasarımını seç, işin erkenden biter kurtulursun' demişti. Ama bizim grup pek bir 'takım' ruhuna sahip, görev dağılımı falan yapmadık, her şeyi birlikte yapıcaz anlaşılan. İşin trajikomik tarafıysa etiketler ajandamızda yapılacak ilk şey olduğu için, ilk onun mevzusu geçti ve ben hemen atladım 'biraz illustrator bilgim var, label'ları hallederim' diye. Sonrasıysa kan revan..

- tasarımların flat template'lerinin çıkarılması gerekiyor
-AJ, illustrator biliyormuş, halleder.

- desenlerin kumaşa apply edilmesi gerekiyor.
-AJ photoshop biliyordu sanırım, ona forward edin.

vs vs vs... Bunları da tabii discussion board'da okuyorum. Bizim okulun ANGEL diye bir sistemi var, hocalar ders notlarını oraya koyuyor, biz ödev yapınca oraya koyuyoruz, her dersin discussion board'u falan var. Hoca her hafta 1 post 2 de reply'ı şart koştu, 20% etkiliyormuş notu. Sırf o 20% için saçma sapan şeyler yazıyorum 'i agree with Jade.' 'i LOVE that idea, Amanda!' 'a yes from me, as well, Abby' gibi. Neyse, bana paslanan görevlere şimdilik bişey demiyorum, çünkü için development kısmına elimi sürmedim resmen, millet gidip iplik seçmiş, elyaf seçmiş, kumaş seçmiş, hiçbiriyle alakam yok. Ama bunları gerçekten yapmam gereken zaman geldiğinde ne bok yiycem bilmiyorum. Etiket yapacak kadar illustrator bilgim var, tamam ama flat nasıl yapılır ne bileyim ben. Tutorial'lar indirdim, onları izliycem bakalım.

Biraz da salak grup üyelerim.. salak değil de kafaları karışık. Temamız 50'ler, inspiration'ımız James Dean falan. Müşteri profili çıkartıyoruz, rebel with an attitude dedik, ona da tamam. Ama birden dantelli kot giyinen, süper zengin, Las Vegas'ta bir condo'da oturan bir executive oldu çıktı. Neren rebel bacım?! Sonrasında da kotları 60-70 dolar yapmaya karar verdiler. Orada dedim durun. Aklınız başında mı bacılarım? Öncelikle executive fikrini unutun, rebel yapacaksak isyan edecek bir sebep verin Tess kardeşimize (adını Tess koyduk :P), kaldı ki süper zengin bir yönetici niye yeni çıkmı 60-70 dolara satılan kıçı kırık bir kot giyinsin. Ayrıca dantel ne ola? Tabii zamanla onlarındaki 'rebel' figürünün 'artiz seksi hatun' olduğunu fark ettim, çok şey yapmadım, ama yine de bir orta yol bulduk. Bunlar işin eğlenceli kısımları tabii de Mayıs'a kadar kotu üretmiş, reklamımızı çekmiş olmamız gerekiyor. Zira Alumni Dinner'da bilmemkaç yüz kişiye sunacakmışız kotumuzu.

Neyse, yeter bu kadar. Bugün de sevgililer günüymüş, cidden benim kadar alakasız biri olamaz sanırım. Sabahki derste en azından bir kaç defa 'bugün ayın kaçı' diye sordum, okulda duvarlara yapıştırılmış kalplere falan bir süre anlam veremedim falan. Kandilmiş de bugün, Türkiye bugün ekstra mübarek anladığım kadarıyla. Neyse, kutlayanlar için hepi velıntayns dey diyip, kutlamayanların sırtını sıvazlayarak çekiliyorum ortamlardan.

P.S. dün var ya, bir poğaça yapmışım... Bir leziz oldu, bir kabardı ki aklınız durur. Ama tarifi annemden almıştım, ölçüleri ikiye, dörde hatta altıya bölmek aklıma gelmedi ve sonuç: evde orduyu doyuracak kadar poğaça var. Okula beslenme çantası olarak taşıyorum ben de. Ama şahane oldu valla.

P.P.S. (Mary and Max'e saygı duruşu yaptım arada :P) Bu böbürlenişimin sebebi ilk defa ölçüyü tutturmam oldu. Suç tamamen Amerikan mallarındaymış meğersem, gittim bütün malzemeleri Türkiyem Market'ten temin ettim ve aynı kadın anamın poğaçasından oldu.