Tuesday, December 21, 2010

That's Not My Name

Anne-baba olacaklara bir takım tavsiyelerden oluşacak bu yazım. Bugün doğacak çocuklarınıza isim verirken dikkat etmeniz gerekenlerden bahsedeceğim. 

Sevgili anne babalar;
O doğurduğunuz, aşkınızın meyvesi, o masum yavru büyüyecek. Büyüyünce üniversiteye girecek. Belki üniversitenin tamamını yurtdışında okumak isteyecek. Hadi beceremedi diyelim, Erasmus diye tutturacak. Mezun oldu, yurt dışında master da master diyecek. Onu da beceremedi. Türkiye'de ünlü bir profesör, yazar, sanatçı, megastar falan olacak belki. Haydi hepsini geçtim, Türkiye'de tanıyacağı yabancılar olacak. Velhasıl kelam, o çocuk bir şekilde dışarıyı görecek. Yabancılarla haşır neşir olacak. Siz bu çocuğa size o an hoş gelen bir isim verdiniz, tamam, güzel, ama o günler geldiğinde acı çekecek bu çocuk. Hiç düşündünüz mü? 

Evet, bu girizgahtan anlamışsınızdır, 5 ayda az çile çekmedim ismim yüzünden. İsmim Ece. Ne kadar güzel değil mi? 3 harfli, sade, tersi düzü bir, anlamı güzel, hoş bir isim. 22 senedir hiç şikayetim olmadığı gibi, hep sevmişimdir de ismimi. Ama gavur ne bilcek Ece'yi? Gerizekalı Amerika'lılar, dünya üzerindeki hiçbir dili telafuz edebilme kapasitesine sahip değilken, Fransızcayı bile Amerikanlaştırırken, Ece'yi okumayı nasıl bilsinler? Nitekim bilmiyorlar da. Çektiğim iki çeşit çile var: Biri yazılı haldeki Ece'yi okuyanlardan çektiğim, öteki de kendimi Ece diye tanıttığım insanlarların bana çok sonra çektirdiği çile. 

1. Yazılı haldeki Ece'yi okuyanlardan çektiğim çile: Ece'yi, ana dili ingilizce olan biri nasıl okur? Cevabı tek bir okunuşla sınırlı değilmiş, sevgili takipçilerim. Şuraya geldiğimden beri her gün yeni sesleniş biçimleri duyuyorum. En alıştığım versiyonu 'isii'. Genelde öyle duyuyorum yoklamada, başka bir yerde sıra beklerken falan. 'İsii Örmın? İsii? Ms Örmın?' şeklinde bir gidişhatı oluyor. Başka neler mi duydum? İsii hadi biraz isme benziyor, direkt İiiis diye bağıranlar mı istersiniz, 'ii... eee... esiii?' diye işkence çekenler mi istersiniz, İtalyanca'dan falan c'nin ç diye okunduğunu düşünüp 'eççeee' diyenler mi istersiniz, 'iççeee' mi, 'iseee' mi... En iğrendiğim versiyon da 'ekki' oldu. O ne lan? Ekki ne?? 'yeah, it's pronounced ece' diye düzelte düzelte bir hal oldum. Zaten şu aşağıdaki diyaloğu en azından bir milyon kere yaşamışımdır herhalde.

Gerizekalı Amerikalı: Um... İiisi? İiis? Ms Örmın?
Ben: E-C-E, right? Yeah, That's me. 
Gerizekalı Amerikalı: How do you say it?
Ben: Ece.
Gerizekalı Amerikalı: OK... Where are you from?
Ben: Turkey.
Gerizekalı Amerikalı: Wow, that's nice. 
Ben: I know. 

Derslerde yoklama alınırken az yok yazılmadım. Fark etmiyorum, hoca Essi? diyor, Ece olabileceğine ihtimal vermiyorum, Essie diye oje markası var, belki isim de vardır yani diye düşünüyor beynim herhalde, sonra yoklama sona eriyor, bende jeton düşüyor, 'ii sii ii isimli birine seslendiniz mi?' diyorum, 'are you essie?' diyor, 'no, that's pronouced Ece' diyorum, hoca özür diliyor, sözümona not alıyor, ama haftaya tekrarlanıyor. Gerçi allah için çoğu hoca 2-3 hafta sonra ezberledi adımı da, genel tablo bu yani. Sınıf arkadaşlarım da dalga geçer oldu, adımın eycey (gelcez oraya da) olduğunu bilmelerine rağmen gülerek isii demeler, ekki demeler falan. 

2. Kendimi Ece diye tanıttığım insanlarların bana çok sonra çektirdiği çile: Bir de bu versiyon var tabii. İsim alışverişi yapıyoruz, I'm Ece diyorum, E-what? diye tepki veriyorlar, ben de 'just call me eycey' diyorum, konu kapanıyor. Anca dilleri eycey'e dönüyor bu gerizekalıların. O yüzden ben de artık uğraşmıyorum, AJ diye tanıtıyorum kendimi. Açılımını soruyorlar, açıklıyorum derdimi, 'ben sana eycey demeye devam edicem ama' diyorlar, 'i don't care' diyorum, mutlu son. Bazen de uğraşmıyorum Angelina Jolie diyorum, gülüyorlar, 'no, seriously?' diyorlar, bazen uyduruyorum, bazen açılımı yok, o kadar ismim diyorum. Tamam, buraya kadar da çok sorun yok. Adımın Ece olduğunu unutabilirim bile, o derece alıştım. Ama sonra bu ismin yazılıya geçmesi gerekiyor bir şekilde. Facebook'ta arkadaş requesti gönderirken 'AJ' diye not düşmezsem tanımıyorlar, ya da telefon numarası alışverişi sırasında ismimi spell ederken inanmıyorlar 'i, si, i? that's not AJ? what's your real name?' diyorlar, bir 5 dakika inandırmakla geçiyor falan. Bir kere de tenis dersinde, turnuva yapıyoruz. Tenis hocası da ismimi ilk haftalardan ezberleyen, yoklama kağıdında Ece kısmını karalayıp fonetik bir şekilde ismimi yazan bir hoca. Beyaz tahta getirdi sahaya, tek tek isimlerimizi yazıyor. Herkesin ismini yazdı, baktım ismim yok. Hocam beni niye yazmadınız, beni sevmiyor musunuz falan derken yoo yazdım dedi. İyice inceledim, baktım AJAH diye bir isim var. İçimden, are you kidding me diye geçirip, hoca hoca, that's not my name, dedim. Ah pardon, spell et dedi. Ben ii-sii-sii dedikçe inanmıyor hatun. E'yi yazıyor, C'yi yazarken duraklıyor. Ama C'den o ses çıkmaz ki diyor. Kalakaldı elinde kalemle. Arkadaşlar da gülmeye başladı, 'professor, i think she knows how to spell her own name correctly' diye yan çıkanlar oldu falan. Sonra hoca yazdıklarını sildi, tekrar AJAH yazdı, 'well, this is your new name, now' dedi. Benim gözlerimden bir damla yaş düştü. 

İşte öyle sevgili yeni anne-babalar. Bunları düşünmüş müydünüz? 

We Rule the School

Aylar sonra günlük yazısı yazıcam, çok heyecanlıyım. :P Çok sevgili okulum Broadway biletleri gibi şahane faydalar sağlıyor olsa da anamı ağlattı şu 5 ay boyunca. Haliyle ne blog kaldı ne de adam gibi bir sosyal hayat. Ama güz dönemini hayırlısıyla nihayete erdirdik, ben de ilk iş koşa koşa buraya geliyorum. Tabii o da yalan, ilk olarak koca bir haftasonunu uyuyarak geçirdim, pişman da değilim. Her neyse, sadede gelip kısa bir Previously on Life, Universe and Everything yapıyoruz derhal.

Okuldan başlayalım bu postta. Sağsalim atlattım gibi, notlar daha açıklanmadı ama kalmam hiçbirinden. Devamsızlığım başa bela sadece. Son derste gene geç kaldım (hayatımın en dehşet dolu dakikalarını yaşadım ama sanırım. Portfolio'nun yazılı kısımlarını evde print edemedim, printerın kartuşu bitmiş, ben de sabaha bıraktım. Sabah flash diske atıp dosyaları bilgisayar labının yolunu tuttum. Erken de gittim, son derse bari erken gireyim diye, aheste aheste takılıyorum falan. Flash diski bilgisayarlardan birine bir taktım, belge hiç kaydedilmemiş haliyle bütün haşmetiyle karşımda. Bir kaç gün önce yapmaya başlamıştım, üçte birini falan tamamlamıştım. Geri kalanını bir gece önce yapmıştım. O yaptıklarımın hiçbiri yok! 15 dakika bilgisayar ekranına dehşet içinde bakakaldıktan sonra kendimi toparladım, oturdum baştan yapmaya başladım. Ezberlemiştim zaten yaptığım her şeyi, ama örme dersi bu, ördüğüm kumaşların knitting sequence'larını tek tek yapmak o kadar illet ve el oyalayan bir şey ki... Ders 10'da başlıyordu, ben işimi 12de bitirdim. Üstelik portfolio'ya yapıştırırken, kullandığım çift taraflı bantın işin ortasında biteceği tuttu. Yanımda oturan kızda uhu vardı, onu kullandım, ama öyle bir görüntü oldu ki sanki tükürükle yapıştırmışım, o derece iğrenç. Neyse, sonunda derse çıkınca hoca kenara çekti beni, azarladı bir güzel 'you're always late' diye. Seneler sonra ilk defa da böyle azar işitiyorum, o ayrı. Ayrıca not always yani, erken geldiğim dersler de oldu, uydurmasın şimdi. neyse.), ayrıca psikolojinin de devamsızlığı allaha emanet, umarım not kırmaz. Public Speaking'de de tek dayanağım sağımda solumda oturan kızların hocanın attendance'ı umursamadığını iddia etmesi, umarım sallamıyorlardır. Tenis'te de hepi topu 3 devamsızlığım vardı, benim için bir rekor sayılır yani, yine de hoca kenara çekti beni napıcaz senle diye. Ama seviyor beni, ben 'yeeaa turkish religious holiday'di, şöyleydi böyleydi' diye ıkınırken koca bir A (absence yani :P) yazan haftalardan birini karaladı, kimseye söyleme, senin iyi bir öğrenci olduğunu biliyorum dedi. Ver o mübarek ellerini öpeyim hoca dedim. :P Demedim tabii ama gözlerim konuştu. :P

Örme Lab'ımız. Benim emektar örme makinamın resmini çekmeyi unutmuşum, üzüldüm.

Tenis dışında kurtulduğum için göbecikler atma hisleriyle içimi doldurmayan ders yok zaten. Finishing'in hocası tamam, iyi adam (biz türkler aramızda çok konuşursak dersi yunanca anlatmaya başlayan, yanımıza gelip gelip 'çeşme negzel di mi' diye türkiyeden bahsetmeye başlayan, küfürünü neyini sakınmayan eğlenceli bir amcamız) gel gör ki herif ödeve doymuyordu yarabbim. Her hafta 2şer 3er assignmentlar, bırak anamı, bütün sülalem ağladı be. Onun dışında Public Speaking de mesela herif süper (mail atarken smiley koyan, derste bir konu anlatırken aklına bir video gelip yutubu açan, bize izleten, sonra konudan tamamen uzaklaşıp yarım saat 45 dakika 'bakın bu video süper' diye video izleten, credibility konusunu anlatırken hotornot.com sitesini açıp bir 15 dakika sınıfça çıkan resimleri oylatan bir adam yani) ama o public speech hazırlama zorunluluğu resmen omuzlarımda bir yüktü. Bir de aklıma geldi, inanılmaz derecede kullandığı bir terim vardı, 'like nobody's business' terimi, hep gülerim duyduğumda, çok komik geliyor nedense. Sınavda kedilerle ilgili introduction yazmamızı istemiş 'you can make stuff up like nobody's business' yazmış sınav kağıdına, aldı mı beni bir gülme. Knitting de eğlenceliydi aslında, ama çok uğraştırdı, gerek yok o kadar uğraşmaya. Aha buldum internetten bizim labın resmini, biri çekip koymuş, işte bir dönem boyuncaki en yakın dostlarımdan. Duvarın oradaki makina benimki, 6 cut Dubied Hand Flat Rib Knitting Machine. :P  

Norbert pamuk ipliğini merserize ederken.
Knitting'den bahsetmişken Norbert'dan bahsetmezsem olmaz. Adamım ya, gerçekten de şu okulda en sevdiğim insan sanırım. Kendisi örme labında Dumbledore tipindeki bir teknisyenimiz. Tipi Dumbledore ama onunla uzaktan yakından bir alakası yok, zira kendisi küfür eden sosyalist bir Vietnam gazisi. Zaten birisine Norbert (Hagrid'in ejderhasıydı lan!) diye seslenmek tuhaf geliyor hala, bir de bu Norbert böyle biri olunca daha da komik oluyor. :P Bir gece o vardı nöbette labda, örme teknisyeni amca 10'da kapatıp gidicekmiş, benim de daha işim bitmemişti, Norbert'ı da kilitlediydim bir güzel 'nasıl olcak göstersene yeeaaaa' diyerek. 10'a çeyrek mi ne var, teknisyen amca geldi, saatini gösterip 'çoluğum çocuğum var benim, eve gidicem artık, hadi bitir, kapatıyoruz' falan dedi sinirle. Norbert'a bir telaşla ben de 'ya çok az kaldı, bir 15-20 dakika lazım, bir daha gelmek istemiyorum' falan dedim (çünkü gerçekten o makinaları kurmak, 100'e yakın iğneyi dizayn repeat'e göre yerleştirmek, iplikleri 500 delikten geçirmek, offf işkence!) sonra Norbert da 'tamam, sen çabuk bitir, ben oyalarım' dedi ve adamın yanına gidip vietnam'dan bahsetmeye başladı. Çok komikti ama ya, 'gözlerimin önünde öldü' 'neler yaşandı neler' falan gibi ibret dolu bir sesle anılarını anlatmaya başladı. Hassas bir konu diye sesini çıkarmıyor tabii amca da. Ben yarıla yarıla kumaşı bitirdim, çantamı topladım 'Thanks Norbert, I'm done' der demez, hikayesini yarıda kesti, bana 'Alright, see you later' dedi, sanki hiçbir şey olmamış gibi arkasını döndü, gitti, amca da kaldı orada öyle.  Çok güldüm ya. Daha önce de benim kumaşı yaparken ipliğim kopup duruyordu, onu çağırdım 'ne iş, kopup duruyor' diye de, o da örmeye başladı makinada ipliklerle, gerçekten saçma iplik seçmişim, o da yaptıkça kopuyor, koptukça sinirlenip 'shitty fucking yarn' diyor, 5 saniye sonra 'pardon my french' diyor, gene 5 saniye sonra 'well, you're foreign, i can swear' diyor, 1-2 dakika sonra gene iplik kopuyor ve aynı döngü devam ediyor falan. Bir ara alakasız, kimliğini çıkardı, resmini gösterdi 'bak sakallarım daha da uzundu eskiden' falan dedi anlamsız yere.  Ahahha bir kere de hoca bize sinirlenmişti gösterdiklerini not almak yerine fotoğrafını çekiyoruz diye, bağıra çağıra ortamı terk etmişti, arkasında 'she needs a man' dedi de dağıldık. Çok alem adam kesinlikle.

Valla okul hayatımla ilgili yazacağım başka bişey yok, okul işte. Seviyorum ama okulu ya, İTÜ'deyken kantinde asla vakit geçirmezdim, eve gitmeyi iple çekerdim. Burada işim gücüm yokken bile takılmayı seviyorum. Arkadaş da edindim, FIT'den de kafa dengi insanlar bulunabiliyormuş. Dizi zevklerimizin çok benzediği birini bile buldum hatta. O da şoka girmişti hatta, 'bu saydığım dizileri bırak izlemek duyanını bile ilk defa görüyorum, seni allah göndermiş' diyip durmuştu. Ben de mutlu oldum, çünkü Amerika'ya gelirken, 'allaaaah, izlediğim dizilerin anavatanına gidiyorum, bir diziden bahsederken suratıma eblek eblek bakmayacaklar' diye düşünürken hayal kırıklığına uğradım gelince. Gerçi okuğum okulla da alakalı da, okulda popüler diziler dışında öyle çok dizi izleyen yok. Hatta kantinde bazen laptoplarında The Office, How I Met Your Mother izleyenler falan görüyorum da, yanlarına gidip sarılarak 'arkadaş olalım mı' diyesim geliyor. Amy o yüzden mutlu etmişti bayağı. İlk fırsatta ikimizin de izlemediği bir şeyin maratonunu yapalım dedik, The Walking Dead günü düzenledik bir kaç arkadaşını da katarak. Benim için de ilginç bir deneyimdi, zira ilk defa yabancılarla oturup bir şey izlediğimden dolayı arada bulunduğum ortamı unutum 'öldü mü laan!' diye bağırdığım anlar oldu. :P Daha da güzeli, benim Türkçe tepki verdiğimi, ortamdaki herhangi birinin 5-10 saniye sonra 'Did you just speak Turkish?' diye soruncaya kadar fark etmeyişim oldu. Ya da Türkçe'yle İngilizce tepkileri birbirine karıştırdığım anlar da var ki onlar daha feci. 'oha what the fuck?!' ya da 'ay gerizekalı, die already!' gibi. Dizi de güzeldi bu arada, öyle aman aman bayılmasam da beğendim, dip notunu düşeyim.

Neyse, bu böyle bir başına okul post'u olsun, geri kalanlar için ayrı bişey ayarlarım. :P


Monday, December 20, 2010

The Phantom of the Opera

Andrew Lloyd Webber'ın ölümsüz eserini (evet, kanald'ye gönderme was here) bilmeyen yoktur, gerek filmiyle, gerek kitabıyla, gerek şarkılarıyla, gerekse sadece ismiyle. Sevgili okulum sağolsun Broadway müzikalina gittim ben de. Eheh evet, beleşe. :P Yaklaşık 1 ay önce falan tenisten bir arkadaş, derse gelince 1 saat önce Student Service'in 50 tane Wicked bileti dağıttığını, kendisinin de iyi bir yerden bilet kaptığı için ne kadar sevindirik olduğunu anlatmıştı da kahrolmuştum. Zira Wicked şuraya geldiğimden beri en çok gitmek istediğim müzikallerden biriydi. Idina Menzel'i görüp, Defying Gravity ve Dancing Through Life'ı da canlı dinlemek cabası. Ben de bir daha dağıtılırsa derhal bana haber versin diye telefonumu falan verdim. O da sağolsun verdi.  Üstelik the Phantom of the Opera'ya. Çünkü bir sürü müzikal var Broadway'de, hani hangisi olsa mutlu olurdum ama, kesin dandik bişey çıkar şansıma diyordum. Ama Phantom of the Opera'ya hep bayılmışımdır; lisedeyken şarkısını az dinlememiştim. Neyse, 3-4 saat öncesinden sıraya girerek en önden ikinci sırada bilet kaptım (az önce kontrol ettim, benim gittiğim gün ve saatte, o koltuk 161 dolar imiş. okuluma sevgiler ve saygılar). 


Gittim, dehşete düştüm, geldim. Bu kadar iyi olmasını beklemiyordum. Belki oturduğum yerin sahneye bu kadar yakın olması da bu kadar etkilemiş olabilir, bilemiyorum, ama tüylerim diken diken izledim tamamını. Broadway boşuna Broadway değil gerçekten. İnanılmaz iyi bir prodüksiyon, inanılmaz güzel bir dekor, inanılmaz şarkılar... Ama özellikle dekor ya. 3D film izlemiş gibiyim, nasıl güzel yapmışlar. Bir sahnede (hatta 'the Phantom of the Opera' performansında) Phantom ve Christine nehirde kayıkla ilerliyorlar ve öyle yapmışlar ki gerçekten baktım su mu var diye, o derece inandırıcıydı. Sonra mezarlık sahnesinde gece gökyüzü efekti vermişler, sanki sahnenin arkasını açıp gerçekten yıldızları gösteriyorlar gibiydi. Ve dev avizenin tavandan seyircilerin üzerineden sahneye doğru meşhur düşme sahnesi vardı ki tam tepeme düştüğünden yüreğim ağzıma geldi resmen. Yanımdakilerden çığlık atanlar oldu hatta. 

Her neyse, konusunu falan anlatmayacağım, söyleyecek başka bir şeyim de kalmadı. Ben lisede Nightwish'den çok dinlerdim şarkısını, hatta ilk öyle keşfetmiştim sanırım, ama Sarah Brightman ve Antonio Banderas'ın versiyonu inanılmaz. Onu koyuyorum derhal.

 

Wednesday, November 10, 2010

My Life Would Suck Without You

Kimse üzerine alınmasın efendim, gecenin bu vaktinde bana bu cümleyi kurdurtan (ya da Glee'nin dilime doladığı bu şarkıyı söyleten) şey müzik. Valla taşınabilir müzik (ipod, discman, walkman fark etmez) icat olunmadan önce doğsaymışım çok anlamsız olurmuş hayatım, ara ara onu fark ediyorum. Hatta direkt müzik olmasa çok fena şeyler olabilirmiş bana. Sinirliyken sakinleştiren, moralim bozukken neşelendiren, - hatta bu kısım biraz mazoşistliğe giriyor ama - keyfin yerindeyken de gayet gözlerimi yaşlarla dolduran şey hep müzik lan benim. Hayatımda müzikle ilgili bir şeyler yapmıyor oluşum ne acı. 7/24 müzik dinleyebilmeyi ve en ufak alkolde çevremdeki herkesin kafasını şey yapacak kadar şarkı söyleyebilmeyi bir şey yapmaktan saymıyorum izin verirseniz. Hep ortaokuldaki, "senin parmakların çok küçük, sen bir enstrüman çalamazsın" diyerek piyano çalmakla ilgili bütün hayallerimi paramparça eden müzik hocamı suçluyorum, kimseler kusura bakmasın. Belki çok farklı olacaktı her şey. Ama bütün hevesimi aldı karı. Ne zaman enstrüman çalmak için gaza gelsem kafamın arkalarında bir yerlerde o cırtlak sesini duyuyorum ve vazgeçiyorum. Haklıdır, belki, o yüzden de "amaaaaan o dedi diye vazgeçilir mi ayol" diyemiyorum yani. Ama ne bileyim, elimden tutan olsaydı, birileri keşfetseydi belki şan dersi falan alırdım. Neyse ya, konu nerelere geldi. Son zamanlarda manyak gibi, bağımlı gibi dinlediğim albümleri yazıp buradan o albümleri dünyaya getiren insanlara teşekkürlerimi gönderecektim. 


Radiohead, Thom Yorke, iyi ki varsınız öncelikle. Göçüp gitmeden bir canlı görsem sizleri ne güzel olurdu biliyor musunuz. OK Computer'ı yarattığınız için sonsuz minnettarlık duyuyorum size, haberiniz olsun.


Belle & Sebastian. Bir diğer all-time-favorite gruplarımdan biri kendisi. Çoğu gruplar dönemlik olur benim için, bir dönem hayvan gibi dinlerim, bir dönem dinlemem, sonra gene hatırlarım "ah ne güzeldiniz" derim bir süre gene dinlerim, sonra gene unuturum. Belle & Sebastian asla onlardan olmadı (tıpkı Radiohead gibi). Her ruh halime göre şarkı buldum onlardan, sağolsunlar. Son zamanlarda aşık olduğum albümleriyse 'Fold Your Hands Child, You Walk Like a Peasant'. Hiçbir zaman tam olarak dinlememiştim bu albümü,  hatta ne yalan söyleyeyim, 'Don't Leave the Light On Baby'den başka bir şarkısına dokunmamıştım bile. Ama şöyle bir dinleyeyim dedim de, albümün ilk parçasından başlayarak aldı beni benden. 'I Fought In a War' o da. Şahane, şahane. Diğer favorilerim de Beyond the Sunrise ve Waiting for the Moon to Rise. 


MGMT. Oracular Spectacular'ı aşırı tükettikten sonra ona bayağı bir ara verdim ve Congratulations'a bakayım dedim. İlk geldiğimde gözüme çok pahalı görünen konser biletleri için artık 'helali hoş olsun, alaymışım da canlı göreymişim' diyorum. Özellikle Siberian Breaks nasıl bir şeydir ya. Genelde uzun şarkılara çok katlanamam, sevdiğim kısımları keser, oraları dinlerim. Ama bu öyle değil. Çok acayip. Sizleri de seviyorum MGMT.


Yenilerden The xx var sonra. Bu kadar az enstrümanla bu kadar çok şey hissettirebilmelerinden mi artık, bunları da dinlemeyi bırakamıyorum son zamanlarda. Crystalised, Islands, Basic Space, ne güzelsiniz!!


Ve yılların eskitemediği Portishead (albümlerin hastasıyım klişenin ustasıyım). Lisede ergenlik depresyonlarıma az eşlik etmediler. Camdan dışarı bakıp bakıp discmanimde şarkılarını dinleyerek melankoli yapardım, ah ah. Bir arkadaş hatırlattı, sağolsun, deli gibi Dummy albümüne sardırdım tekrardan ben de. Melankolik ruh haline sokmaktaki etkileri pek azalmamış, bunu fark ettim. Geceleri, bazen fena yapıyor keratalar. Trip-Hop'ı seviyorum ya. 

Bir de son zamanlarda dinlemeyi abarttığım bir şarkı var, henüz albümünü tam olarak tüketemedim, ilk şarkı beni benden aldığı için ikinci şarkıya bile geçemedim. Onu sadece şarkı olarak koyuyorum o yüzden, hem müzik postu da şarkısız olmasın değil mi? (not: grooveshark'ın Türkiye'de açılmadığını tamamen unutmuşum, şarkının fizy linki bu da.) Goldfrapp - Lovelyhead.




Tuesday, November 02, 2010

The Only Living Girl in New York

Çok ödevim var. Ama hiçbirini yapmak istemiyorum. Yani öyle 'yaa ödev yapmak istemiyorum' şımarıklığı değil, yapamıyorum. O kadar sıkıldım ki, yapmayı, bitirmeyi istediğim halde word sayfasını ve ödev materyallerini açıp saatlerce bakışıyoruz, algılayamıyorum okuduğumu falan. En kıytırık ödevleri, GPA ve recommendation letter uğruna canhıraş yapan ben, bu en baba ödevler geldiğinde bir tarafımdan aşağı kasımpaşa tutumunu nereden edindim bilmiyorum. Bilgisayarı okula ondan getirdim, yapmam da lazım, yapmama gibi bir lüksüm yok artık yeterince erteledim. Bakalım, kendimle anlaşma yaptım, bir blog yazısı yazıp içimden atarsam kendimi ödeve vericem. Güvenmiyorum gerçi hiç o hatuna, kaç kere aldattı beni, ödev yapıcam dedi, uyuyakaldı, başka şeyler yaptı falan. Aman. 

Gene bir amacı yok bu blog yazısının da. Geldiğimden beri bir sürü kitap okudum, bir sürü film izledim, onların kritiğini yapmak anlamsız geliyor. Ya da yeni kayıt sayfasıyla bakışıyoruz ne yazsam diye. 

Aklıma geldi, madde madde geldiğimden beri yapmayı sevdiğim şeyleri yazayım.


  • Şimdi yaptığım şey mesela. Kocaman kantinimizin cam kenarında bilgisayarımla oturup saatlerimi geçirmeyi seviyorum. Kah gelen geçeni seyrediyorum (ki inanın bana, FIT kantinindeyseniz insanları seyretmek oldukça ilginç bir aktivite. dur onu başka maddede inceleyeyim), kah müzik dinliyorum, kah kaçırdığım dizileri izliyorum. Odamda oturup geçirdiğim zamanlardan daha çok kafa dinliyorum nedense. Derslerde en iple çektiğim zamanlar olduğunu söylersem muhtemelen ucube gözüyle bakarsınız bana. 'Kızım gidip arkadaş edinsene boş oturcağına' diyebilirsiniz, haklı da olabilirsiniz, ama ne yapayım yani, gidip insanlara kendimi yamamaya çalışmak zor geliyor. Hani birlikte bir şey yapmak isteyen insanları reddedecek halim yok, her zaman tek başıma olduğumu iddia etmiyorum zaten. Ama yani 'aman doğru şeyler söyleyeyim' 'yanlış anlar mı acaba böyle bişey desem' 'bu söylediğim şey ırkçı değildi umarım' diye gerilmektense kafa dinlemeyi yeğlerim. 
  • Şu FIT insanlarından bahsetmezsem olmaz. Şimdi burası 'moda' okulu ya. O yüzden 'erkek'lerimiz pek bir şenlikli. Biri topuklu ayakkabı biri de etek giyen ama ikisi de kırmızı ojeli zenci çiftimiz var mesela. Sonra her gün muhakkak bir kere gördüğüm, görmeyince 'noldu acaba' diye merak ettiğim uzun balyajlı saçlı, vücudu bir hatun kadar kıvrımlı, tek eksiği göğüs olan bir çekik arkadaşımız var. Sonra bir tane daha var. Aman allahım... Bir keresinde oturuyordum gene kantinde, gözüm arkası dönük oturan, kıllı bir bacağa çarptı. 'ıyh, insan bacaklarını alır mini etek giyeceksen, iğrenç amerikan' diye tiksindim. Sonra bunun ayağa kalktığını gördüm 'oha boya bak, ne kadar uzun' diye düşündüm sonra. Derken yüzünü döndü. Ve sakalları gördüm. Kıllar konusunda hiçbir şekilde ödün vermeyen, mini etekli arkadaşımızı (bazen mini şort da giyiyor allah için) yağmur demeden kar soğuğu demeden çıplak bacaklarıyla görüyoruz. Azmine hayranım. Bir de Drakulamız var. Bu da sıcak soğuk demeden okulda pelerinle, simsiyah giysi ve çizmelerle, kafasında da fötr şapkayla dolaşan bir beyimiz. Aklımı alıyor sağdan soldan karşıma çıkıverince. Parmaklarımla artı oluşturup 'beri git iblis!!' diye bağırasım geliyor. Bunlar düzenli olarak gördüğüm, kendimce isimlendirdiğim, artık tanıdık simalar haline geldikleri için evimde hissettiren tipler. Onun dışında çünkü gökkuşağının her renginde saçları olan, çantaları kıskanacağınız kadar güzel ve moda olan, konuşmalarıyla ayrı bir evlere şenlik olan (oh my gosh, way to go, girl, that's fabolous! bunları uzatarak söyleyin ama) çeşit çeşit tipler. Hatunlarımızdan da bu çeşitli erkeklere taş çıkaracak kadar ilginç olanlar olsa da genel olarak 'moda okulunda okuyorum, giyim konusunda çıldırmalıyım' azmine sahip tipler. Öyle ki sıradan gelmeye başladı artık tuhaf topuklu ayakkabıları, pançoları, dantelli elbiseleri, ne idüğü belirsiz aksesuarları. Ha, normaller yok değil, neticede business bölümlerimiz de var. Ama kantin işte, pek bir şenlikli. 
  • Kimsenin senin ana dilini bilmediği, hatta uydurmasyon kelimeler olarak algıladıkları bir yerde o dili konuşabilen tek insan olmak güzel bir şey. Özellikle sınıfta bir iki türk arkadaş varken, sınavlarda kopya çekmenin ne kadar kolay olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ya da hocanın yüzüne bakarak, yüksek sesle hocanın ne kadar baydığından bahsedip, kimin hocadan ara vermemizi isteyeceğini tartışmak çok kolay oluyor. Diğer Amerika'lılarla da çok güzel eğleniliyor. Şoförlerden TEM'den gitmeyi mi talep etmediğim kaldı, metroda ya da yolda nigga'lara 'hey dostum, o kara kıçını tekmelemeden yoldan çekilsen, ha adamım?' ya da 'senin sorunun ne dostum!' diye bağırmadığım mı kaldı, gittiğimiz yemekte arkadaşlarla 'allah bereketini artırsın, sofrayı kuran kaldırsın' kalıbını amerikalılara kazandırmaya çalıştığım mı kaldı.. :P Ondan sonra ne bileyim, birine sinirlenince bağıra bağıra Türkçe olarak küfrediyorsun, sinirini atıyorsun, sonra ingilizce olarak güzel güzel konuşup, derdini anlatıyorsun. Herkes memnun.  
  • Caddelerde arabanın altında kalma korkusu olmadan yürüme, ışıklarda son anda kırmızı yansa bile, koşmaya başlamadan aheste aheste karşıya geçme ve küfür yememe rahatlığına değinmiyorum bile. Bir de tabii mahkemelik oluruz korkusuyla tüketici haklarına sonuna kadar saygılı olmak zorunda kalan bir ülkede olmak da güzel bişey. Ha, fırsat buldukça initiation fee, tax gibi isimler altında dolarları geçirdikleri yalan değil, ama yapıcak bişey yok. 
  • Nasıl göründüğünün kimsenin umurunda olmamasına daha önce de değinmiştim, gene değinmek istiyorum. Yaşasın saçma pijamalarla, akmış makyajla ve onların altına sırf kapının önünde ve giymesi kolay diye giyilmiş süslü babetlerle markete gitmek suretiyle sokaklarda dolaşabilme özgürlüğü! Yani bunu Türkiye'de de yapabilmek lazım aslında, yaparsın da, ama oradaki bakışları üzerinde hissediyorsun resmen. Burada bakmadıkları gibi, sen ne kadar saçma olursan ol, senden saçmasını çok rahat bulabildiğin için için rahat. 
  • Derste sıkılınca 'oooh, get me away from here, i'm dying' diye şarkı söylemeye başlayınca sana eşlik edebilen insanların varlığı da güzel bişey bence. 
  • Şu şehirde (yağmurun yağmaması ve çok soğuk olmaması ön koşul) ayağımda rahat ayakkabı ve kulağımda müzik olduğu sürece sokaklarca yürüyebilirim sanırım. Neredeyse hiç yokuş olmadığı için Manhattan'da, yormuyor insanı fazla. Yazın en çok o aktivitesini özliycem sanırım. İki hafta önce hava çok güzeldi mesela, The Girl From Ipanema'yı repeat'e alarak 59'un (Central Park) doğu yakasından aşağı 14'lere (Union Square) kadar inip batı yakasından (Chelsea) yukarı Times'a çıkmıştım yürüyerek ve fotoğraflar çekerek. Parklarda oturup arada kitap okumuş, insanları seyretmiş, kahve içmiş, bişeyler atıştırmıştım. O gün ne mutlu hissetmiştim yarappim. 
  • Asılanları bile komik yahu, geçen gün ayakkabım ayağımdan çıkıp duruyordu, Duane Reade'den silikon zımbırtılarından aldım, ayakkabımı çıkarıp içine yapıştırırken herifin teki geldi diz çöküp 'yoksa siz sindirella mısınız, ayakkabınızı mı kaybettiniz, bulsam benim olur musunuz' dedi. babam yaşında bir öküzün tekiydi (bana asılanlar niye hep aynı profile ait olmak zorunda? yakışıklı bir delikanlı olaydın ya :P), 'yeah right, i'm ok' diye başımdan savdım ama çok güldüm yani :P 

Daha yazacak çok şey var aslında, sevdiğim şeyler bu kadarla sınırlı değil, o kadar da değil. :P Not almalıyım aklıma geldikçe bu tip şeyler. Ama artık ödeve de başlamalıyım. 40 dakika olmuş. Off biter umarım. 

PS: Başlık'ı Simon and Garfunkel'ın The Only Living Boy in New York'undan uyarladım. Hala şarkı isimlerinden gidiyoruz yani, seviyorum bu konsepti. 

Monday, November 01, 2010

The State I Am In

Her allahın günü şuraya yazılar döşemek istiyorum, ama bir türlü toparlayamıyorum kafamı. Konsept belirleyemiyorum; bir şey mi tanıtayım, mutlu bir yazı mı olsun, damardan mı girsem, komiklikler mi yapayım, günlük mü olsa diye bakıyorum saatlerce şu yeni kayıt ekranına. Çünkü hepsini aynı anda hissediyorum şuraya geldiğimden beri, bir gün mutlu, bir gün depresif, bir gün eğlenceli değilim resmen. 

Ama sonunda baktım olmayacak, yazmaya başlayayım, belki gelir gerisi dedim. 

Genel olarak bakılırsa, New York'ta yaşıyor olmama rağmen ilginç bir hayatım olduğu söylenemez. Gece hayatım hatta İstanbul'da daha hareketliydi resmen. En büyük sebebi maddi tabii, bir gece dışarı çıkıp 100 dolar harcayacak lüksüm yok şu anda. Hadi onu geçelim, para harcamadan da çıkarsın neticede dışarı, ama gelin kabul edelim, tek başına çıkıp bir gecede bir sürü arkadaş edinebilecek bir sosyal böcük olmadığım bilinen bişey. Yapayalnız olduğumu iddia edemem, vakit geçirmelik bir sürü insan var, okuldakilerle de yeni yeni de olsa kaynaşmaya başladık, ama yine de ne bileyim, her gün - hatta her günü geçtim, her hafta - dışarı çıkmak için gerekli enerji kalmamış bende ya. 


Okul da etkiliyor tabii, ciddi anlamda zor burada üniversite okumak. Yani zor kavramı da göreceli elbette, onu da şöyle açayım: şimdi biz İTÜ'de ödevsiz, devamsızlığımız kimsenin umurunda olmayacak şekilde sadece sınav ve proje dönemlerinde kasarak geçmeye alışmış bireyleriz. Amerikan okullarıysa ödevlere ciddi olarak önem veriyor. Dersler, zor, tamam, ama İTÜ'dekinden zor diyemem. Amma lakin ki işin içine her hafta hayvan gibi ödevler girince, benim gibi sevmediği bir konuda yapması gerekenler olduğu zaman hayatı zindana dönen biri için işkence oluyor. Bir de sallama şansımız da yok yani, notumuzun büyük bir yüzdesini kaplıyor bu ödevler. Vee o not ortalamasının yükselmesi lazım master istiyorsam burada. Ki istiyorum da. 

Planlarımı tam olarak buraya yazmiycam, çünkü daha bişey belli değil ve pamuk ipliğine bağlı resmen, korkuyorum çok olmazsa diye. Olursa, burs alabilir de Parsons'a kabul edilebilirsem o kadar mükemmel olucak ki. O kadar mükemmel olacak ki, hatta, sırf o yüzden olmayacak gibi geliyor. Şu zamana kadar ne zaman istediklerim tam olarak oldu ki? Bir bedeli oldu hep gerçekleştirdiğim hayallerin. Of, aman, öyle işte...

İşte, o yüzden biraz gerginim son zamanlarda açıkçası. Geleceğim bir gram belirli değil, master olmazsa iş bulmaya kasıcam ancak bu ekonomide amerikanlar iş bulamazken beni işe almaları için onlara sunacak  bişeyim yok, umudum da az o yüzden. Of, bilmiyorum, geriliyorum, konuyu kapatıyorum :P

Onun dışında günlerim İstanbul'dakinden pek farklı geçmiyor açıkçası. Hala kitap okuyorum bol bol, hala film/dizi izliyorum bol bol. Tek farkı bunlara ev geçindirme denen iğrenç şey eklendi işte. Temizlik ve yemek yapma zorunluluğu o kadar boğuyor ki bazen. Anne evinden ilk defa uzaklaşmış biri için fazla geliyor bu kadarı tabii. 

Ama onun dışında en çok tadını çıkardığım şey özgürlük tabii. Gecenin köründe, canım sıkılınca met'e gidicem diye (buranın migrosu gibin) evden çıkıp iki tur atıp gelmek, kimseye bağlı olmamak, hesap verme zorunluğu olmaması, kendi kendine yetmenin verdiği haz güzel şeyler. 

Tabii bu da iki sonuç doğuruyor o anki halet-i ruhiyeme - bazen de hormonlarıma - bağlı olarak. Bazen, özellikle tek başıma çıkıp kulağımda müziğimle daha önce görmediğim güzel sokaklarda dolaşırken şansıma inanamıyorum. Flatiron District'in oralarda mimari de çok güzel mesela, oralardayken özellikle de elimde evle ilgili basit bişey (temizlik malzemesi, yemeklik vs) o binalara bakıp bakıp mutlu oluyorum, 'yaşamak için bulunduğum şehre bak. turist değilim ben. bu insanlar I love NY tişörtleri alıp bu binaları unutmamak için beyinlerine kazımaya çalışırken benim öyle şeyler yapmama gerek yok, çünkü burada yaşıyorum ben. tek başıma,' diye. Ve tabii tek başına bambaşka bir ülkede yaşarken, her şeyi arkanda bırakıp hayatına yeni baştan başlayabilme özgürlüğüne sahip olduğunu bilmek de mutluluk ve tatmin veren şeylerin en önemlilerinden.

Ama bu mutluluk ve tatmin veren şeyin ta kendisi de bazen durup dururken depresyona sokabiliyor. Evet, bu özgürlük -en azından benim için- çok güzel bir şey, ama madalyonu çevirip arkasına baktığında da görüyorsun ki bu özgürlüğün de hayatında aslında kimsenin olmaması, yapayalnız olman gibi bir bedeli de var. Metroda yolculuk yaparken, yolda yürürken, evde otururken bazen aklıma düşüyor, 'şurada ölsem, koskoca ülkede gerçekten umursayacak kimse yok,' diye. Hani evet, sınıf arkadaşlarım, ev arkadaşım, üzülecek, o kadar da küçük Emrah'a bağlayacak halim yok. Ama herkes hayatına olduğu gibi devam edecek, gerçekten de etkilemeyecek yokluğum kimseyi. Bu gerçek, panik seviyesine bile getiriyor bazen. 

Öyle işte. 



Tuesday, September 14, 2010

Feeling Good

And I'm feeling good. Hakikaten öyle. Kendimi çok iyi hissediyorum bugün, uzun zamandır ilk defa hatta. Onu da gelip burada paylaşayım istedim.

Önce sabah tenis dersi vardı, ayıptır söylemesi, I kick ass!!! Hayatımda hiç oynanamıştım daha önce, çok istemiştim, hep ayarlamaya çalışmıştım da olmamıştı. Meğer doğal yeteneğim varmış ayol. :P Hocayla birebir yaptığımız her rally ve valley'de "beautiful!" "very nice" diyip durdu, götüm nasıl kalktı, anlatamam. Arkadaş da edindim üzerine. Bu FIT kızları bir tuhaf, gerçi tuhaf da sayılmazlar, artık hepsi senior olmuş, mezuniyet derdinde, arkadaş ortamını, grubunu kurmuş, yenisine ihtiyaç duymayan insanlar. Haliyle 3. hafta oldu, gülümseşmekten öteye gidemedim kimseyle. Ders bitince basıp gidiyorlar çünkü. Çoğu derste de ara yok, blok yapıp bitiriyorlar. Neyse işte, teniste hocayla birebir oynamak için sıra vardı, sıram geçti, koşarak sıranın arkasına geçtim işte. Önümdeki çocuk raketini kaldırarak 'You kicked ass! high five! or racquet, whatever' dedi çaktırdık raketleri. Ve ilk defa bir FIT öğrencisiyle beş kelimeden fazlasını telafuz ettim, bayağı bir muhabbet ettik. Bir de derste yetenekli olduğumu keşfettikçe ekstra mutlu çıktım dersten. Sonra üstümü değiştirip kotumu giyerken her zamankinden biraz da olsa daha bol olduğunu da fark etmem katmerledi mutluluğumu. 

Ardından Finishing dersinde, hoca bir ara boş bıraktı bilgisayar ve projektörü ayarlamak için, yanımda 4-5 kız True Blood finalini tartışıyorlardı, atladım haliyle, ingilizce bir şekilde dizi tartışmak da ekstra sevindirik etti. Sonra yanımdaki bilgisayarında çanta alışverişi yapıyordu internetten, güzel online shopping sitesi var mı bildiğin diye sordum, bir sürü davetiye gönderdi bir sürü site için. Bu kısım maddi açıdan kötü oldu biraz, zira siteye girince kendimden geçtim. :P 

Akşam da nihayet Ennoia'nın aylardır başımın etini yediği teslimat işini hallettim, sorunsuz bir şekilde emanetleri aracı kişiye teslim ettim, üzerimden büyük yük kalktı. Buluşmayı Times'da yapmıştık, Times'da da Forever 21 açıldığını görmüştüm ama hiç girmemiştim. Forever 21, bilmeyen varsa, şahane bir yer. 5-10-15 dolara şahane t-shirtler, gömlekler, pantolonlar, kazaklar alabiliyorsun. Öyle çirkin falan da değil, gayet hoş şeyler. H&M bir, Forever 21 iki, Loft da üçtür zaten nazarımda. Çok güzelmiş Times mağazası, kendimden geçtim, ucuz ucuz bir sürü şey aldım. 

Tam kasa kuyruğunda da ödemeyi yaparken benden önceki adamın telefonunu unuttuğunu gördüm, etrafıma bakındım ama göremedim adamı, kasiyere teslim ettim. Mağazadan çıkınca metroya doğru koşarken (saat gece 12ye geliyordu ve benim hala yapmam gereken ödev vardı) tam istasyona girecekken caddenin karşısında, adamı gördüm, delicesine çantasını karıştırıyordu yüzünde endişeli bir ifadeyle. Karşıya geçmesi çok uzun süreceği halde kendim aynı durumda olsam ne kötü hissederdim onu düşündüm ve geçtim, adama telefonunun yerini söyledim. Adamın minnettarlığı kendimi daha da iyi hissettirdi.

Metroda 'off akşam yemeği de yemedim, çok açık, yemek yok, param yok, ne yesem' diye hayıflanırken sevgili ev arkadaşımdan gelen 'tavuk ayırdım sana dolapta' mesajı büyük sevgiyle doldurdu içimi, buradan kendisine sevgiler, saygılar. :P 

Kısacası, bugün güzel bir gündü. Yazdıklarımı şöyle bir okuyunca ne kadar mal, ne kadar ufak şeylerden mutlu olmuşum lan falan demedim değil, ama küçük şeylerden mutlu olan neslin çocuklarıyız biz, tamam mı! :P 

En çok My Brightest Diamond versiyonunu seviyorum, ama onu paylaştım, derhal Muse'u veriyoruz buradan.



PS: Bu post'u gece uykulu uykulu yayınladım sanıyordum, ama ekranı indirivermişim, şimdi yayınlıyorum, siz dün yazıldı varsayın. Hatta tarihi de değiştireyim.

Wednesday, September 08, 2010

Beelzebub Has A Devil Put Aside For Me


Soldaki kapak İblis Crowley, sağdaki ise Melek Aziraphale'e adanmış olan kapak. Kitabın iki başrolü.

Uzun zamandan sonra sonunda yine bir kitap yorumu yapıciim. Aslında uzun zamandan beri okuduğum ilk kitap diyemem, ama bu kadar bayıldığım, elimden bırakamadığım, okuduktan sonra bile açıp açıp baktığım uzun zamandır ilk kitap. Neil Gaiman ve Terry Pratchett gibi iki dehanın elinden çıkmış olması zaten ne kadar eğlenceli, zekice ve yaratıcı bir kitap beklememiz konusunda bir fikir veriyor olmalı. Beklentilerimin üzerinde bir kitap buldum hatta.

Türkçe'ye Bir Kıyamet Komedi'si diye çevrilmiş, ama çevirisi ne kadar iyidir bilemem. Zaten yapılabiliyorsa orjinalinin okunmasını tavsiye ederim, çünkü kelime oyunları çok var ve çeviride bunların kaybolmaları ihtimali çok yüksek.

Arka kapağında verilen konusu şöyle:

Monday, September 06, 2010

Back To School


Evet sayın takipçiler, 2010-2011 eğitim-öğretim hayatımın ilk haftasını geride bırakırken sevgili ecnebi okulumun biririnden tuhaf hocalarından bahsetmezsem olmaz. Aslında bugün de pazartesi, teknik olarak ders günü, ancak Labour Day bugün bunların, hava da güzel, eve tıkılı kalmak istemedim, ben de aldım laptapımı, verdim kendimi Manhattan'ın parklarına, sokaklarına. 

Pazartesi günüyle başlayalım, Textile Converting & Costing isimli dersimiz ile. Bizim İTÜ'de kullandığımız tekstil kitaplarının falan yazarı, bayağı taşaklı bir profesör Ingrid Johnson. Bayağı sıçacakmış ağzımıza geçmiş öğrencilerden duyduğumuz kadarıyla, ne diyelim, hayırlısı :P Daha henüz tam olarak tanışamadım kendisiyle, ama zorlu olacak gibi duruyor. Çılgın ödev veriyormuş. Ama çok ilginç bir tarafı yok.

Salı sabahları Psikoloji var. Açıkçası hep psikolojiyle ilgilenmek isteyen ama doğru kaynakları bulmaya dahi üşenen bir insan olmuşumdur şu zamana kadar, o yüzden en heyecanla beklediğim dersti. Ama sanırım bundan daha fazla hayal kırıklığına uğrayamazdım. Tipi zaten hiç alakası yok, 70'lerde kalmış sanki kadın, saçlarla adeta bir Farah Fawcett. Pembeler içinde giyinmiş falan. Tam anne gibi. Ama görünüş aldatıcıdır tabii dedim, dinlemeye başladım. Öncelikle Amerika'ya geldiğimden beri ismimi yazılı görüp de bana isiii demeyen tek kişi, ece de demiyor tam olarak da esi dedi, essie dermiş gibi. En azından bir isme benziyor diyerek bir puan verdim kendisine. Ama sonrası.. Amanın. Tam anne ya. Öncelikle müfredatı tamamen psikolojinin bilimsel, klinik (nedir doğru kelime onu da bilmiyorum ya..) tarafına odaklanmış durumda; beyin nasıl çalışır, göz nasıl görür, psikolojik hastalıklar falan... Büyük hayal kırıklığı.. Sonra işte güncel olaylar üzerinden gidecekmişiz hep, işte ilk ders diye kendisi bir kaç örnek getirmiş. 16 yaşında dünyayı yelkenlisiyle dolaşan bir genç kız hakkında bir makale. "Psikolojik olarak bu doğru mudur sizce? İzin verilmeli miydi? Üstelik erkek de değil, kız. Ailesi sizce de hata yapmamış mı? Ya da diyelim 70 yaşında bir yaşlı yapsaydı bunu, ona izin verilmeli mi? 70 yaşına gelmiş biri kendine bakabilme yetisine sahip midir? Peki ya psikolojik olarak?" falan diyip durdu. Delirdim ya. Diğer psikoloji sınıflarına baktım, hep çakışıyor programımla.

Salı sonraki dersim tenis, onda bir tuhaflık yok, sadece dönem sonunda yazılı bir sınav olacakmışız, ama bu güzel bişey. Tamamen tenisteki yeteneklerimize göre değerlendirilseydi dönem notumuz, hocanın tamamen inisiyatifine bağlı kalıyor. Seni sevmediyse sıçtın. En azından şimdi notumun %40'ı güvence altında. :P Aaa US Open ile ilgili bir fun fact bulmam gerekiyor yarın için, iyi hatırladım... 

Salı günü 6.30'tan 9.30'a kadar (evet, bence de, oha) olan dersimse textile finishing. Yunanlı bir amcam veriyor dersi, Yasemin demişti, gelir gelmez Türkiye ve Yunan haritası çizer diye, hakikaten de öyle yaptı adam. Çeşme'yi ne çok severmiş de, yazın Sakız adasına gittiğinde nasıl her gün Türkiye'ye bakarmış da.. Ama çok eğlenceli adam, 'burası bir yetişkin sınıfı, niye sansürlü konuşmak zorunda kalayım ki' diyip durdu, shitler, bullshitler havada uçuştu. Fuck bile dedi, şaşırdım çok. Özellikle sabahki 'anne'den sonra. 

Çarşamba günü Printing dersimiz var. Allahım ne nefretlik bir adamdı öyle!!! Irkçı, muhafazakar ve Türklerden ölesiye nefret ediyor! 4 Türk varız işte onun dersinde, ama sanki bütün sınıf Türkmüş gibi, gelir gelmez suratında bir nefret ifadesi, 'siz Türkler şöyle kabasınız, siz Türkler şöyle immature'sunuz' diye bağırmaya başladı. Nasıl sinirleniyorum yerimde, tam ağzımı açıp bağıracaktım 'ulan sen kimsin lan' diye de konuyu değiştirdi. Ama neye... İşte nasıl Amerika'nın gittiği yol yol değilmiş de, zaten böyle bir başkanları oldukça ne olabilirmiş de, Amerika'nın sonunu getirecek olan gençlerin bu hali ve Amerikan değerlerinin gittikçe ölmesi ve yabancılaştırılmasıymış da bilmemne de... Sonra kapıyı açıp biri girdi içeri. Geç kalmış işte, direk yerine oturdu. Hoca çocuğa 'are you one of the Turks?' dedi sinirlenerek. Çocuk 'no' dedi işte ne alaka dercesine. Ha iyi, tamam o zaman dedi ve sakinleşti herif. Sonra gene verip veriştirmeye başladı, yok efendim geçen seneki türkler nasıl iğrenç insanlarmış, hocalara çok çektirmişler de bilmemne de... "Ama ben diğer hocalar gibi odama gidip 'niye beni sevmiyorlar' diye ağlamam. Ben odama gider, onlardan nasıl kurtulurum diye düşünürüm" dedi. Şerefsiz herif ya. Değiştirmek istedim dersini de, offf çakışıyor, lanet olsun! Nasıl ayarladılarsa...

Perşembe günkü hoca sanırım en sevdiğim hoca. Public Speaking dersi, en korka korka gittiğim de dersti aynı zamanda. Zaten gencedik, şişman bir Michael C. Hall'a benziyor. Ama inanılmaz eğlenceli. Misdirection diye bir introduction çeşidi varmış, bir şey anlatırken başka bir şeymiş gibi anlatarak seyircinin ilgisini çekme metodu. Örnek vercek işte başladı konuşmaya. "Günde ortalama bilmemkaç bin kişi bu aktiviteyi yapıyor. Gerçi gelin itiraf edelim, bu sonuca nasıl varmışlar, bu testi nasıl uygulamışlar bilmek istemeyiz, değil mi? Çok fazla yapmak ellerde ve bileklerde ağrılara sebep olur. Yanlış pozisyonda uygulamak bel, sırt ve boyun ağrılarına yol açar. Aşırıya kaçmak ise gözlerde körlüğe sebep olabilir. Working girller tarafından da perform edildiği görülmüştür.' Tam konuşma böyle değildi, bir kaç örnek daha vardı, daha belirgin. Ben neden bahsediyorum sizce, diye sordu. Biz sapık mısın la hoca? ifadesiyle bakarken, "Typing! I'm talking about typing! And no, I'm not talking about that other thing that starts with an M and I'm not gonna say what it rhymes with. And that's your lesson one,' dedi. :P En güzeli de ekstra kredi için yapmamız gereken ödev. Karaoke! "Bence karaoke evil'lığın son noktası, eğer onu yapabiliyorsanız, size öğretecek bir şeyim yok" dedi. İşte videoya çekip sınıfta izleticez. :P Ve bir liste şarkı verdi, eğer o şarkılardan seçersek 5 puan daha vericekmiş. Neler mi var? Bee Gees'in Staying Alive'ı, herhangi bir ABBA veya Micheal Bolton şarkısı, bir kaç salak rap şarkısı ve REM 'it's the end of the world as we know it' şarkısı. Önce aa iyi REM var, ne alaka ki dedim de sonra aklıma nakarat dışındaki kısımlarının nasıl tekerleme gibi olduğu geldi. :P Onları söylemeye çalışırken pekala da rezil olur insan. Özellikle de İngilizce ana dili olmayanlar. Ve elbetteki bu ödevi yapıciim, 15 puan almak için bu kadar eğlenemez herhalde insan. :P Evet, severim Karaoke'yi. 

Cuma günü de Knitting dersimiz var, çok tuhaf, fazla neşeli, fazla babanne havalı minik ve süslü bir teyze giriyor derse. Dışarda görsen 'aha altın gününe gidiyor herhalde' diyeceğiniz türden. Ama ders kolay, weft knitting bu, warp knitting gibi daha hayvansı zor olan versiyonunu AA ile geçmiş bir insanım :P Weft knitting bu bildiğimiz bir ters bir yüz olan versiyon, tabii el örmesi değil, makina hali. :P Laboratuara indik de derste, bundan sonraki derslerimizi geçireceğimiz ve örgü tezgahlarıyla akraba olacağımız laba, o kadar güzel ki! İTÜ'nün labları halt etmiş, kusura bakmasın hiç, üstelik İTÜ bir mühendislik okulu yani, tekstil labının bir moda okulununkinden kat kat aşmış, kat kat teknolojik olmasını beklerdim. Bir duvar özellikle baştan sona ipliklerle dolu, renk tonlarına göre dizilmiş, her elyaftan var, her renkten var. İTÜ'de geçen sene dokuma yaparken anamız ağlamıştı iplik bulacaz Osmanbey'lerden diye. Allahım keşke 4 seneyi de burada okuyabilseydim! Gerçi şu zamana kadar yaptığım gibi yata yata geçemezdm herhalde dersleri, burada gerçekten kasıyorlar. Ödev olayı var zaten bir kere burada, her hocanın çok ciddiye aldığı bir şey. İlk haftadan hayvan gibi ödev verdiler. Hiçbirine de başlamadım daha, nolcak bilmiyorum. Dahası, daha defter almadım. :( Neyse, Yahudi Tatillerini seviyoruz, bu hafta tatil dolu. Önümüzdeki haftasonu için bir kaç planım var ama dur bakalım... Neyse, kafamda bir kaç post daha var, bunu bitireyim de onlara geçeyim. 


Wednesday, September 01, 2010

These Days


I've been out walking
I don't do too much talking these days
These days
These days I seem to think a lot about the things that I forgot to do
And all the times I had the chance to


I stopped my rambling
I don't do too much gambling these days
These days
These days I seem to think about how all the changes came about my ways
And I wonder if I'd see another highway


And if I seem to be afraid to live the life that I have made in song
It's just that I've been losing
So long


I've stopped my dreaming
I won't do too much scheming these days
These days
These days I sit on cornerstones and count the time in quarter tones to ten


Please don't confront me with my failures
I had not forgotten them.

Metro'da dinlerken sözlerini aydınlanma yaşadım, ne güzelmiş sözleri de melodisi de. Çok sevdim.

Friday, August 20, 2010

People Are Strange

Manhattan'ımdan insan manzaraları isimli eserime hoşgeldiniz. :P

İnternetimiz nihayet bağlandı eve, haliyle bir post yapıştırmak farz oldu blogcuğuma. Evde çok iş var, bulaşıklar zaten allaha emanet, ev arkadaşı gelmeden postu bitirirsem onlara da girişmeyi umuyorum. Eğer evi bıraktığın gibi bulursan sevgili Yasemin, üzgünüm! Ama canım hiçbişey yapmak istemiyor :( Neyse..

Değişik amerikanyalılardan bahsedicektim di mi...

Önce bu insanların saçma derecesindeki kibarlıklarından bahsedeyim. Saçma değil de.. işte alışkın değil insan. Şöyle ki, sürekli sorry ya da excuse me diyen insanlar. Yanlışlıkla çarpınca, önünden geçince, hatta herhangi bir interaction olmasa bile rahatsız ettiklerini düşündüklerinde sürekli sorry. İlk başlarda ne diyeceğimi şaşırıyordum, it's ok, it's alright diye diye bir hal oluyordum, şimdi ben de alıştım. hı-hı diyip geçiyorum, bu millet de öyle çünkü. sorry demeye alışmışlar ama denmeye de alışmışlar, teşekkür edince ya da özür dileyince hı-hı diyorlar sürekli :P Teşekkür etme var tabii bir de, sürekli teşekkür ediyorsun sağda solda çünkü gerçekten hayvan değiller. Bir kapıya yaklaşırken senin geldiğini biri gördüyse açar hemen o kapıyı, arkasını dönüp gitmez. Ya da arka arkaya bir kapıdan gireceksen biriyle, illa ki tutar o kapıyı sen geçene kadar. Asansörler keza. Geçen gün okulda hele, asansörden çıkıcam, "buyrun" "aa lütfen siz buyrun" muhabbeti yaşadım yani bir profesörle. Sonra ne bileyim, kasiyerler, sürekli mutlu, neşeli. Herkeste bir hal hatır sorma şeysi. İşin komiği, ilkokulda öyle alışmışım ki "how are you?" "fine, thanks, and you?" demeye, cevap vermeye zorlanıyorum yemin ederim. Öküz öküz thanks diyordum ilk başlarda sadece de artık alıştım "i'm good, how are you?" diyorum. Kasa kuyruğunda benden öncekileri dinleye dinleye :P Velhasıl kelam, öküzlük, hayvanlık yok kanlarında bu insanların. Başka her konuda vurdumduymaz, umursamaz, güvenilmeyecek insanlar belki, ama böyle sokaklardayken insanın yüzünü güldürmeyi başarıyor bu ecnebiler. Taksiciler dışında. Onlar bildiğin hayvan. Ama zaten onlar da Amerikan değiller. Amigolar da kibar değiller pek bak. Hispanikler yani. Ama genel Manhattan insanları işte..

Gelince gözüme batan şeylerden biri de kadınlar oldu. Giyim tarzları. Her şeyden önce rahat bu insanlar. Başkalarının ne düşüneceği umurlarında değil. Çünkü zaten kimse kimsenin umurunda değil, senin giyindiğin şey başkalarını germiyor. Minicik şortlarla, incecik badilerle gezebilme rahatlığının da ötesinde bir durum var. Şıklık, rüküşlükten de bahsediyorum. Milyon çeşit insan var zaten bu şehirde, kimin hangi ulusa bağlı, kimin neyi desteklediği, kimin hangi tarz giyindiğinin çetelesini tutacak değilsin, o yüzden kimse kimseyi yargılamıyor, yargılıyorsa bile içinden yapıyor, öküz öküz, alenen yapmıyor bunu. Bu da insana bir rahatlık veriyor. Neden mi bahsediyorum? Kocaman popolarına, çılgın selülitlerine rağmen (hani öyle böyle değil, ben de ince bir insan değilim ama zenci poposundan bahsediyorum, bildiğin yarım dünya) lob gösteren şortlar, koca göbeklerine rağmen göbeği açık, sırtı açık badiler giyebilme rahatlığından (bu sıcak havada niye zorla kapalı şeyler giysinler ki, kimin umurunda nasıl göründükleri), ne bileyim plaj terliğiyle sokaklarda dolaşabilme rahatlığından bahsediyorum. Makyajsız, uçları çıkmış ojelerle dolaşabilme rahatlığından bahsediyorum. Tamam, bütün bunları kendimizi iyi hissetmek için yaptığımızı söylüyoruz belki kızlar olarak, ama neticede amaç başkalarına güzel görünmek değil mi zaten? Ben Türkiye'de bakkala giderken bile en azından gözlerime kalem çeken bir insanım, öbür türlü keşe benziyorum çünkü. Bu kompleksi aşmış buradaki insanlar. Çirkin gözüküyorlar belki, ama bize ne kardeşim. Ben hala belki makyajsız ve ojelerim düzgün olmadan çıkmaya alışamadım belki, ama okula plaj terliğiyle gitme rahatlığı paha biçilemez. Türkiye'de bırak terliği, sandalet giyiyorsun da öküz gibi bakıyor millet. Bu sıcakta mini şortlar ve etekler giyebilme rahatlığı ise bambaşka. 

Bir de geçen sene gittiğimde de, bu sene geldiğimde de hep görür, tuhaf bulduğum bir rahatlık var. Şık giysilerin altına şıpıdık terlik giyinme modası diye bir şey var. Böyle ne bileyim şık etekler, elbiseler, yapılı saçlar, hoş takımlar falan. Ama altlarında şıpıdık terlik! Terliklerden gözüken yarısı çıkmış çirkin ojeler falan. Bu ne lan diyordum, madem şık giyindin, şık da bir ayakkabı giysene altına. Topuklu giyemiyorsan bile babetler var topuksuz.. Meğer bu ablalar çalışan ablalarmış, topuklu ayakkabılarını ofislerinde bırakıyorlarmış, metrolarda sürünürken ayakları rahatlasın diye parmak arası terliklerle dolanıyorlarmış. Takdir ettim tabii...

Ah sonra lüleli yahudi amcalarım... Alışmamışız, tuhaf geliyor gözüme. Ne de çoklar. Gözüme daha da tuhaf gelen görüntü ise, bu amcalarımın en geleneksel kılık kıyafetleri üzerlerine çekmiş halde ellerinde starbucks kahveleri ve kulaklarında ipod kulaklıkları takılı hade hızlı hızlı yürümeleri. Yakıştıramıyorum, ortaçağdan birine yirmibirinci yüzyıl aleti götürmüşsün gibi geliyor, uzay-zaman sürekliliğinde hata verdiriyor. :P Ama onlar da tuhaf gelmemeye başladı artık, alışıyorum yavaştan.

Yağmurlu havalarda manhattan sokaklarında yükselen "ambrıla ambrıla ambrıla" sesleri de ilginç bak. Uzun bir süre ne olduğunu anlamadım, sonra dur bakim neymiş diye olayın derinine inince, seslerin şemsiye satan çinli abilerden geldiğini keşfettim. Öyle işte. 

Ha bir de ilginç ve hoşuma giden bir olay... Bir kere durağa giderken bir ıslık sesi duydum. Adamın biri Sweet Child O' Mine'ın introsunu çalıyordu. Sonra bir kaç adım attıktan sonra dükkanın önünü süpüren bir çinlimsi bir amca da davullar girdikten sonraki kısmını mırıldanmaya başladı. Eh, zamanı gelince de benim "she's got eyes that it seems to me reminds me of childhood memories" diye girmem icap etti. Böyle de uyumlu, mutlu bir mahalleyiz. :P

Bizim mahalleden bahsetmişken... İlk geldiğim gece ödümü kopartan da bir olay aynı zamanda bu. Akşamları, hava mava kararddıktan sonra böyle ürkütücü, korkutucu, korku filminden fırlamış gibi melodi yankılanmaya başlıyor sokaklarda. Ne mi? Dondurmacı kamyonları. Evet. Burada dondurmacı kamyonları, akşam 10-11 arası dolaşmaya başlıyorlar. Ama bir ara kaydedicem sesini, dinlemeniz lazım, böyle creepy bir şey olamaz. Hani filmlerde katilin sahnede belirmeden önce çalan müzikler var ya, aynı o. Bir de ben bunu ilk kez duşta duydum. İlk geldiğim gün, akşam girdim duşa, ev arkadaşı da evde yok, dışarı çıkmış. Sokaklarda bu müzik yankılanmaya başladı. Allah, dedim, vallahi katil geliyor. İlk günden geberip gidecez buralarda, al sana american dream. Camdan da görünen bir yerde değil kamyon, anlamadım ilk sesin neyden geldiğini, kaynağını öğrenene kadar korkutucu anlar yaşadım. :P

Başka neler vardı bahsedilcek.. Tuhaf insan çeşidi çok da, not almak lazım bir yere, dur yazcam diye başına oturunca gelmiyor aklına insanın bişey. Vol 2 yaparım artık napalım. 

2 haftayı özetlersek kısaca: hala ev yarım yamalak, ev düzmek ciddi anlamda uğraş gerektiren bişeymiş. Sürekli bir şeylerin eksik olduğunu fark ediyoruz. Sürekli para harcanıyor.. Ha ama paradan ve fakirlikten yakınıp yakınıp, gider 37 inchlik lcd ekran alır mıyız? Kablo tv bağlatır mıyız? iphone 4 alır mıyız? elbette bebeyim. TV alışımız da komik aslında, önce ikeada çılgın indirime girmiş, bir daha bulamayız, nasılsa eninde sonunda alıcaz diye bol raflı TV unit aldık. Sonra internet ve telefon bağlatırken eve 3lü paket alırsak çok daha ucuza geleceği keşfettik ve şimdilik tv olmasa bile eninde sonunda olcak, biz bağlatalım, bulunsun dedik. Sonra Best Buy'a gidip ekranları görmemiz ve görüntü kalitelerine apışıp kalınca almalıyıııız moduna girdik. Ve eh, koyacak yerimiz var, kablolu yayınımız var, bir tvmiz de olsun madem diyip aldık. He, şimdi parasızlıktan kırılıyoruz, ama yapacak bir şey yok, çalışıcaz, para kazanıcaz. Başka yolu yok. 


Saturday, August 07, 2010

What's the Story, Morning Glory

İlk kültür çatışmamı yaşadım. Bu Sunnyside denilen yerde çok Türk varmış, beni ilgilendiren kısım açıkçası bu değil, ama bir kaç block ötede Türkiyem Market diye bir market olması ve içinde bildiğin bütün Türk şarküteri markalarının olması ve gitmeden 'ahhh bunu son kez yiyorum' şeklinde gözyaşlarıyla yediğim her şeyin bulunması beni fazlasıyla mutlu eden bir şey oldu. Ciddiyim, tamek reçeller, muratbey peynirler, bizim mutfak makarnalar, knorr çorbalar, biskremler, tadım çekirdekler, çaykur çaylar her şey ya! Zaten Yasemin de beni evden sabah sabah, hadi kahvaltı için simit almaya gidelim diye çıkardı. Gittik zaten adam türk, müşteriler türk falan, simitse henüz gelmemiş, biz de börek aldık. Sonra bir dinerdan da çay aldık, gittik bir parktaki masalara oturduk. Böreklerimizi yiyip çaylarımızı içerken, baseball oynayan çocukları izledik ve böyle biralı miralı barbekü partisi hazırlıkları yapan japonlara bok attık ('o öyle olmaz' 'ah şimdi orada patates, biber közleyeceksin' 'bak bak dallar öyle dizilmez, bi bok bilmiyor bunlar lan' 'kırık faraş olmadan barbekü zevki mi olurmuş yahu...' gibi). Böyle de bütün kültürleri birbirine sokarız işte. 


Thursday, August 05, 2010

Moving to New York

Sonunda New York'tan bildiriyorum! Jet lag sağolsın sabahın 5inde ayaklanınca, bari blog yazayım dedim. Bir önceki yazımdaki depresif hal bayağı bir saçmaymış hakkaten zira havaalanına gider gitmez uçup gitti resmen hepsi. Hele bir de inip sevgili roommie'cimle karşılaştıktan ve evimizi gördükten sonra hiiiiç kalmadı! :P 

Önce bir uçak yolculuğumdaki saçma insanlardan bahsetmek istiyorum. Bir evlat gibi büyütüp alıştığım iPod'umla Blackberry'mi sattığım için, elimde baba yadigari telefon ve bilgisayardan başka hiçbir teknolojik alet yoktu, bırakın müzik dinleme cihazını.. Ki müziksiz yapamayan, eli ayağı boşalan bir insan için çok zor böyle saatlerini müziksiz geçirmek. Ama bu da bana ilk defa çevremdekileri gözlemleme imkanı sundu işte. 

Her şeyden önce SEDA SAYAN vardı lan uçağımızda, ötesi var mı! :P Biznıs klasta oturuyordu elbet, görmedim orada da ama uçakta sağımda solumda oturan teyzelerde hareketlenme ve birbirlerini 'imza alsak mı kıııız' suretiyle dürtmelerle anladım. Gerçi Immigration kuyruğunda bildiğin birlikte bekledik saatlerce, tam yan kulvarımdaydı, ters durduğu için tam karşımdaydı, gözgöze gelmemeye çalışarak zor anlar yaşadım. Kendini bir bok sanmasın aaa! :P 11 saat uçak yolculuğu demeden bir süslü giyinmiş, saçlarına bir özenmiş ki sormayın. Amerika'da ne işi varsa...

Wednesday, August 04, 2010

It's the End of the World As We Know It (But I Feel Fine)

Hayatımın en büyük dönüm noktasındayım sanırım şu anda. Yarın artık 2 seneliğine Amerika'ya gidiyorum ve Türkiye'ye dönsem bile bir daha asla hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. 

Böyle dramatik girişler de yaparım ablası. Duygulandık ama napalım... Bundan iki sene sonra ne yapıyor olacağımı bırak kestirmeyi hayal bile edemiyorum, o derece ne yapacağımı bilmiyorum. Oldu da hani bir baltaya sap olamadım da geri döndüm diyelim, buradaki hayatım da çok farklı olacak ki. Bu boş beleş öğrencilik hayatım gibi olcak mı sanki? Geride bıraktığım insanlardan iki sene boyunca kopmadan, uzaklaşmadan aynı şekilde devam edebilecek miyim ki? Ben yokken onlar birbirlerine yakınlaştıkça beni daha da unutçaklar ve eski bir arkadaş olcam sadece onlar için. Kaldı ki geldiğimde hepimiz iş güç sahibi insanlar olcaz, bambaşka hedeflerimiz, bambaşka zevklerimiz olcak. Gelip İTKİB'deki gibi bir ofis hayatı da yaşamak sanırım en büyük kabuslarımdan biri ama... Ah bir kapak atabilsem oraya. Beni sev New York, beni koru, beni sahiplen, beni benimse, bana oturma izni ver, olur mu! 

Çok malca bir yazı oldu lan, halbuki ben buraya iki göbecik atmaya geldiydim yarın sonunda gitçem diye. Şu vize, ev, çeviri problemleri yüzünden zerre hevesim kalmamıştı ama şu son iki üç gündür bavul hazırlarken falan dank etti işin gerçekliği, heyecan bastı. İlk kez hayatımda kendi bir evim olacak ve bir sevimli bir sevimli! Sevgili roommateçiğimin çektiği videolardan bile şimdiden ısındım evciğime. 

Hazırlıklar yordu ama ya, geçen gidişimde sürekli 'ah şunu getirmeliydim istanbuldan' dediğimi hatırlıyorum ama bunların ne olduklarını hatırlamıyorum bir türlü. Giysi bavulum hazır iki gündür ama işte o yüzden ötekiyle bakışıyoruz iki gündür. Hani bir de New York gideceğim yer, bulunamayacak şey yok neticede. Ama işte...

Hayyyyvan gibi kitap alışverişi yaptım ama, Murat Uyurkulak ve Emrah Serbes sağolsun, çağdaş türk edebiyatı aşkım kabardı, bir sürü kitap aldım, yirmiye yakın var. Elesem mi, hepsini mi götürsem ona karar vermeye çalışıyorum işte... Alkım kartın suçu ama hep, %25 indirim veriyor, güzel de bir kitapevi Kadıköy'deki, girince kendimi kaybediyorum, kendime geldiğimde bir bakıyorum elimde onlarca kitap. :P 

Neyse New York... İlk defa da 11 saatlik bir uçak yolculuğunda tek başıma olcam. Bırak 11 saati, ilk defa tek başıma yurt dışına çıkçam lan. Kaybolmam umarım gümrüklerde. :P 

Sözün özü, geçen sene Ağustos'tan beri beklediğim o gün geldi çattı işte, hayatımın bir sayfasını kapatıyorum bavulumla birlikte ve yenisi yarın JFK'de başlıyor. Bir boka yararım, elime gözüme bulaştırmam, birşeyler başarırımm umarım. Başarırım di mi?



Friday, July 30, 2010

Unvanquished


Bu yaptıklarına ayıp derler ama. Canımız ciğerimiz Battlestar Galactica'nın spin-off'u olup ilk sezonuyla kendisine aşık eden Caprica adlı dizimiz geçtiğimiz sezonda sadece 9 bölüm yayınlayarak ağızlarımıza birer parmak bal çalmış ve sezonun geri kalan kısmını Ocak'ta yayınlayacaklarını buyurmuşlardı. Hayır, zaten Ocak'a kadar beklemek zor, bir de utanmadan şahane şahane fragmanlar yayınlıyorlar daha Ağustos gelmemiş, sıkıysa bekle Ocak'a kadar... Be vicdansızlar, bari şöyle Kasım falan gibi yayınlayın, hazır unutmuşuz, yaramıza tuz basmayın di mi ama. Comic-con'da yayınlamaları lazımdı tabii, ama olsun. :P Neyse, buyrun, izleyin, siz de. Ha eğer tabii ilk sezonu izlememişseniz ve Battlestar Galactica'yı sevmişseniz (hatta sevmeseniz de olur, BSG'den farklı ve bence böyle giderse çok daha güzel bir dizi) hemen koşup download sitelerinden ilk sezonu bir indirin. E hadi, ne duruyorsunuz?


Başlığın ismi de ikinci sezonun ilk bölümünün adından geliyor. Onlar da açıklanmış, hemmen koyalım.
  1. "Unvanquished"
  2. "Retribution" 
  3. "Things We Lock Away"
  4. "False Labor"
  5. "Blowback" 
  6. "The Dirteaters"
  7. "The Heavens Will Rise"
  8. "Here Be Dragons"
  9. "Apotheosis"

Wednesday, July 28, 2010

Promethiade


Bu sene doğumgünü hediyeleri konusunda şanslıydım, zira bir tanesi de tiyatro bileti suretinde geldi. 

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projelerinden "Promethiade" kapsamında 3 gün boyunca Rumeli Hisarı'nda sahne alan Zincire Vurulmuş Prometheus adlı oyuna gittik. 

Detaylı bilgi isteyenler şu siteye yönlenebilirler, ama kısaca özetlemek gerekirse Zeus'a karşı gelip ateşi insanlığa hediye ettikten sonra Kafkas Dağlarında zincire vurulan Prometheus'un ıstırabını anlatan bir tragedya. Ortaokul yıllarından beri Yunan Mitoloji'sine bayılan (kullanıcı adım "persephone" ele veriyordur zaten muhakkak) bir insan olduğum için bayıla bayıla gittim. 

Oyun üç ayrı dilde: Türkçe, Almanca ve Yunanca. Hatta yalnızca yüzde otuzu Türkçe'ydi diyebilirim. 

İnanılmaz etkileyiciydi, Prometheus'u Yetkin Dikinciler canlandırıyordu zaten, canlandırdığı her rolün hakkını veren sevdiğim bir oyuncudur kendisi. Ortam da müsaitti, Rumeli Hisarı zaten bir Antik Yunan havası yaratıyordu, sahnenin arkasında da boğaz ve dolunay olmuş ay hoş bir atmosfer yaratıyordu. Koro ve diğer oyuncuların da performansı fazlasıyla etkileyiciydi yine. Bir görsel sanattı tam anlamıyla, metnin yarısından çoğunu anlamadığım için daha çok video klip misali izledim. 

Dekor da iyiydi, bağlantıyı çözemedim ama sahne yüzlerce gözlükle kaplıydı, hoştu. 

Ancak... Bana yüzeysel diyebilirsiniz ama, bu bana yetmedi açıkçası. Tamam, belki bir İlyada misali bilindik bir tragedyada uyarlama, belki metni değiştirmeyip direk ondan okumuşlardır, ama bilmek zorunda değilim, sahnede ne konuşulduğunu bilmek isterdim. Özellikle bir ara sahneye girip tamamen yunanca konuşan Io'dan hiçbir halt anlamadım. Tamam, Prometheus Türkçe cevap veriyordu belki, ama cevapları alakasız olabiliyordu gayet de. Keza Hermes de almanca konuştu, delirdim. Yunanca kısımlar daha konsepte uygundu, kulağa etkileyici geliyordu ama konuyu anlamadıktan sonra bir süre sonra da bayıyor, konudan kopuyor insan. Hele bir de oturan bir teyze vardı, onun ne kim olduğunu anladım, ne elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu anladım ne de neden bahsettiğini... Bir altyazı sistemi kurmaları ya da en azından bir metin dağıtmaları - hatta satsınlar ulan ona da razıyım - gerekiyordu. Ya da Türkçe yapsınlar tamamen, çok mu zor...


Bir de tabii açık hava sahnesi olmasının verdiği bir dezavantaj vardı, oyun tam başladı Yetkin Dikinciler sahneye girdi, etraf sessiz, arkadan gergin müzik veriyorlar, hepimizin konsantrasyonu tam derken bir anda 'İstanbul Belediyesinin bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri karı koca ilan ediyorum' diye bir ses gelmeye başladı. Oha noluyoruz derken takribi bir on dakika içinde çifte telli çalmaya başladı. Meğer arkada düğün varmış. Haliyle ne atmosfer bıraktı ne bir şey, Yunanca tiradlar da uzayınca bir ara iyice koptum oyundan. Neyse, çok uzun sürmedi ama bir ara rahat bir on beş-yirmi dakika boyunca oyuncular yükselen çiftetelli ve arabesk müzikleri arasında seslerini bize duyurmaya çalıştılar. Komik bir andı tabii, kendimi kaybedip kahkahalarla gülmemek için kendimi zor tuttum, çünkü zaten bir yandan da sinirleniyorum düğün sahiplerine. 

Ama her şeye rağmen, Yetkin amcam ve geri kalan kadro çok iyiydiler, aradaki 15-20 dakikalık saçmalık dışında oldukça da etkileyici bir oyundu, dil sorunları yüzünden yer yer kopsam ve sıkılsam da. Bir de kiralık süngerlere 2.50 lira vermemek için o taşlarda oturma organım acıdı durdu, tam rahat pozisyon buldum "hah bitene kadar idare ederim" böyle dedim, çat oyun bitti. Çıkışta da sevgili otopark mafyası amcaların arabamızı getirmesini beklerken Özgür Özberk'le bekledik, ergenliğe henüz girememiş sesini ve yanındaki sarışını falan gördük. 

Ulan ne yüzeysel bitti post, artistik ve derin bişey bulamadım valla yazcak. :P

Sunday, July 25, 2010

Musicbox

Ne zamandır müzikli post yazmıyorum, bu yazım tatilime damgasını vuran şarkılarla ilgili olsun madem. Televole ağzı da yaparım çok pis.

Önce bir kaç şarkı var döndürüp döndürüp dinlediğim, önce onlardan sonra da dinleye dinleye eskittiğim albümleri yazıciim.

Şarkılar groovesharktan widget şeysini de ekledikçe uzadı da uzadı post, görüntü kirliliği olmasın diye burada kesiyorum, aşağıdan devam edip playliste ulaşabilirsiniz.


Miss Brown Went to the Seaside

Ben tembel bir insanım. Üzerimde bir sorumluluk olduğu zaman bir türlü rahatlayamıyorum, kalbimin üzerinde bir ağırlık oluyor amma ve lakin o sorumluluğu tamamlamayı da erteleyebildiğim kadar erteliyorum anlamadığım bir şekilde. Hani bazı insanlar vardır, her işini son güne bırakır ama bunu isteyerek yapar, inanılmaz bir rahatlık vardır üstlerinde o son gün gelip götleri tutuşana kadar. Ben öyle de değilim, hatta itinayla uyuz oluyorum o insanlara. Ama saçma bir şekilde, işimi ilk günden bitirip rahatlayacağıma, işimi son güne bırakıp o son gün gelene kadar vicdan azabı çekmeyi yeğliyorum. Yeğlemiyorum ama elimden bir şey gelmiyor, o işin başına kurulsam bile kafamın içindeki gerizekalı bir kısım daha çok günüm olduğunun bilincinde olduğundan aklımı çeliyor, bambaşka şeyler yaptırıyor. Odamın en temiz olduğu zamanlar en sıkışık olduğum zamanlardır mesela. Keza o zamanlar yine bilgisayarımın masaüstü, film ve müzik klasörlerim de pek bir düzenlidir. Blogumun temasını bile çeviri ve finaller başımdayken yaptım. Sanırım en sevmediğim, nefret ettiğim, ameliyatla alınmasını istediğim bir özelliğim varsa o da budur. 

Çeviri işi o yüzden benim için ideal meslek değil. Tamam, belki Time Out Barcelona'yı çevirirken işler biraz daha benim alehimeydi, gezi rehberi çevirmek ciddi ciddi sıkıntı verici bir şey olduğu yetmiyormuş gibi, özellikle tarih ve ilçelerin tanıtımının yapıldığı yerler gerçek anlamda zordu. Cümleler 8-10 satırlık, kelimeler hayatımda ilk defa duyduğum kelimeler... Haliyle her cümleyi çevirişimden sonra rahat bir nefes alıyordum ve ilk zamanlar günde 2-3 sayfada öteye gidebilmem imkansız gibi bir şeydi. 2 ayda tamamlayabilmem içinse günde en azından 5-6 sayfa çevirmem gerekiyordu. İdeali 10 tabii. Bir de üstüne bir türlü toparlayamadığım dikkatim, pamuk ipliğine bağlı konsantrasyonum eklenince o çevirinin hayatımı zehir edeceğini daha ilk aydan anlamam gerekiyordu belki de. Neyse, bitti gitti, ama bir daha uzun bir süre çevirmenlik kariyerime döneceğimi sanmıyorum. Dönersem o da ancak Epsilon'un varoluş amacı olan uyduruk aşk romanlarına ya da Twilight gibi young adult serilere dönerim. Ah o Eclipse ne kolaydı... 

Durum böyle olunca, benim gibi biri için ideal tatil nedir? Hiçbir zorunluluğun olmadığı, tek amacın bütün gün sereserpe yatıp müzik dinleyerek kitap okumak olduğu bir deniz kenarı tatili, elbette. Öyle ki bir yerden sonra yemeklere yetişmek bile fazla uğraş gibi geliyordu. Ah bir de tabii deniz ve suyla ilgili her şeye bayılma durumum var. Astrolojiyle ilgilenenler bunun su burcu olan Yengeç olmamla alakalı olduğunu söyleyeceklerdir muhtemelen ama ben böyle bir genellemeye gerek duymuyorum, seviyorum işte, açıklaması yok. Hayatta en büyük zevklerimden biri denizde, havuzda, okyanusta suyun üzerine sırt üstü yatıp gözlerimi kapatmak, hareketsiz kalmak ve kendimi akıntıya bırakmak. Beşer dakika aralıklarla gözlerimi açmak suretiyle akıntının beni nereye sürüklediğine şöyle bir bakıp gerekirse olmam gereken yere geri yüzüyorum ve olası tehlikelerden de koruyorum kendimi. Ah o ne büyük zevkti ama, şimdi İstanbul'un sıcağına geri dönünce gene bir özledim. Sadece o da değil gerçi, lenslerimle suya o yüzden giremem ben, denizde yapılabilecek her şeyi yaparım. Dalarım, takla atarım, oraya buraya yüzerim, atlarım, suyun dibinde kalırım, tuhaf tuhaf hareketler yaparım hepsi de büyük zevk verir. Suya daldığımda da gözüm kapalı duramam, en tuzlu denizde bile açarım gözümü. E bunları yaparken de lens mens kalmaz haliyle. 

En sevdiğim deniz türü de dalgalı denizdir. Eğer güzel bir dalga varsa, saatlerce çıkmam o sudan. Atlarım, batarım, çıkarım, oynarım saatlerce dalgalarda. 22 yaşıma geldim, çocukluğumdan beri değişmeyen sayılı zevklerimden biri sanırım. :P Tamam, belki kardeşimle birlikte gelen her büyük dalgaya bir Hollywood felaket filmi tadında tepki verip 'NOOOoooo!!!!!' diye bağırarak ağır çekimde sahile yüzmeye çalışmak/birbirimizi kurtarıyormuş gibi yapmak yarım saat sonra kabak tadı vermeye başlıyor belki ama yine de eğlenmediğimi söyleyemem. :P 

Denizsel aktiviteleri de çok severim. Antalya'da bir defasında rafting yapmıştım mesela, yaşadığım en güzel deneyimlerden birisiydi. Bir ara da sürekli kanoya biniyordum, denizde yapayalnız kalana kadar kürek çekiyordum. Her iki aktivitede de kollarım kendinden geçecek derecede yorulsa da kürek çekmekten, inanılmaz zevk alıyordum. 

Sadece içine girmekle de sınırlı değil bu su sevgim; deniz kenarına oturup saatlerce denizi seyretmek bütün yorgunluğumu alabilir, bütün stresimi yok edebilir. Okula gidip gelirken en dört gözle beklediğim saatlerin motor/vapur anları olduğunu da bilmem söylememe gerek var mı... Sanırım o yüzden Ankara gibi bir şehirde asla yaşayamam. New York'un dört tarafı nehirlerle çevrili bir ada olması büyük şans. 

Tabii suyla ilgili her şeyi bu kadar seven biri için denizin dibinden, yosunlardan ve balıklardan alabildiğine korkmak da sadece bana özel bir çelişki olabilir sanırım. Denizin dibindeki yengeçlere basmaktan korktuğumdan dolayı su dizlerime gelir gelmez kendimi yüzeye atıp ayaklarımı yerden çekerek boyumu geçen yerlere bütün gücümle yüzmek, en ufak yosun vücudumun herhangi bir yerine değdiğinde çığlığı basmak, ola ki bir balık gördüm olay yerinden hızla uzaklaşmak da yine denizdeyken sık yaptığım aktivitelerden. Yerde kocaman bir taşa çarpıp 'Oha, kesin Karetta Karetta'ydı bu!!!' diye bağırırken rezil oluyor insan bir yerde. 

Bütün bu gerizekalıca fobilerime rağmen hayatımın bir evresinde scuba diving de yapmak istiyorum. Zaten benimki korku değil, tuhaf bir şekilde balıklardan ve yosunlardan tiksiniyorum, yere basıp yengeçleri öldürcem diye korkuyorum. Belki üzerimde dalış takımları olursa bunu da yenebilirim, belli mi olur. 


Saturday, July 24, 2010

Ballad of a Comeback Kid

Bir aylık falan sıkıntım, dertlerim hepsi bitti, geçti. Temmuz problemlerle geldi, arada psikolojimi bozdu, sinir krizlerine soktu falan ama hepsi, geçti gitti. Bende bir aksilik olduğunda bütün her şeyin üstüste gelmesi gibi bir durum var da, problemler teker teker gelmiyor, bir kaç ay hiçbir sorun çıkmıyor, mutluyum falan diye düşünürken çatır çatır çatır ne olduğumu şaşırıyorum. Ha, düzelmeyecek, halledilmeyecek şeyler değildi, ama balataları sıyırmama engel değil bu, değil mi? Ama neredeyse geldikleri hızda, bütün problemler aniden çözülüverdi, üstüne bir de 1 haftalık her şeyden uzak bir tatil yaptım, sapasağlam bir psikolojiyle geri döndüm. :P Time Out Barcelona'nın çevirisi nihayet bitti, ev tutuldu, artık alabildiğine özgürüm. Tatilde de şimdiden 3 kitap bitirdim, daha mutlu olamam sanırım. Yeni yaşıma falan girdim arada, 22'yi de devirdik. Bir kendime geleyim, yepisyeni postlarla blog alemine de dönüş yapacağım. 

Ha, iki hafta sonra New York'a da gidiyorum artık lan.. Şaka gibi!

Saturday, July 17, 2010

22: the Death of All the Romance

Evet, artık yazmak lazım sanırım bişeyler. Önce geçen cumartesi yazmaya başladığım, ancak böyle aniden gelen bir tembellik dalgasıyla bırakıverdiğim postu tamamlayıp göndereyim de havamızı bulalım. (yazarın notu: bu paragraf 25 Temmuzda yazılmış olup the following takes place on 17 Temmuz :P bir de son iki paragrafı şimdi yazdım).

22'yi de doldurduk hayırlısıylan bu hafta. Genel olarak kutlu doğum haftam pek güzeldi, arada çeviri-related sıkıntılar yaşansa da atlatıldı ve eğlenildi. Sevgili nur, Ankara'lardan teşrif etti, keza Dilda da buralarda yaz dolayısıyla. Emre de sağolsun gitmedi memleketine bir kaç gün(gerçi 2-3 aydır, yok kalamam o zamana kadar diye deli ediyordu, o ayrı), Can da yaz okuluna kalan bir tembel olduğundan buradaydı. Bu doğumgünümle ilgili hatırlayacağım en güzel şey Imogen Heap konseriydi sanırım. Gitmeye pek hevesliydim ama tam almaya gittiğimde öğrenci biletlerinin bitmiş olduğunu görünce heves meves kalmamıştı açıkçası. Dilda da isteksiz görünüyordu, gidecek adam da yok diye gitmiycem herhalde diyordum. Ama biricik editörüm, canım arkadaşım Eren, Cuma günkü doğum günü içmecemizde doğum günü hediyem olarak bana konser bileti alacağını söylediğinde pek bir sevindirik oldum takdir edersiniz ki.

Cuma günkü bilindik bir pendor içmecesiydi, hönönösüyle, white russianlarıyla, tekila shotlarıyla... O günle ilgili hatırlanacak tek şey - daha sonra detaylı anlatacağım vize sıkıntılarımın bitme günü olmasının yanı sıra - gece bardan çıktıktan sonra yağan hayvan yağmurdu. Neyse ki iki kişiye bir şemsiye düşecek şeklinde bir dağılım olmuştu, benim şemsiyenin plus one'ını de hemen Emre kapmıştı tabii ki. Ama bilmiyordu tabii o sırada bir halta yaramayacağını, istiklal caddesinde mcdonaldsın oralardan 110'a gidene kadar üzerimizde ıslanmayan tek bir doku - deri/tekstil/saç hepsi - kalmamıştı. İyi gene, hasta olmadım.