Friday, August 20, 2010

People Are Strange

Manhattan'ımdan insan manzaraları isimli eserime hoşgeldiniz. :P

İnternetimiz nihayet bağlandı eve, haliyle bir post yapıştırmak farz oldu blogcuğuma. Evde çok iş var, bulaşıklar zaten allaha emanet, ev arkadaşı gelmeden postu bitirirsem onlara da girişmeyi umuyorum. Eğer evi bıraktığın gibi bulursan sevgili Yasemin, üzgünüm! Ama canım hiçbişey yapmak istemiyor :( Neyse..

Değişik amerikanyalılardan bahsedicektim di mi...

Önce bu insanların saçma derecesindeki kibarlıklarından bahsedeyim. Saçma değil de.. işte alışkın değil insan. Şöyle ki, sürekli sorry ya da excuse me diyen insanlar. Yanlışlıkla çarpınca, önünden geçince, hatta herhangi bir interaction olmasa bile rahatsız ettiklerini düşündüklerinde sürekli sorry. İlk başlarda ne diyeceğimi şaşırıyordum, it's ok, it's alright diye diye bir hal oluyordum, şimdi ben de alıştım. hı-hı diyip geçiyorum, bu millet de öyle çünkü. sorry demeye alışmışlar ama denmeye de alışmışlar, teşekkür edince ya da özür dileyince hı-hı diyorlar sürekli :P Teşekkür etme var tabii bir de, sürekli teşekkür ediyorsun sağda solda çünkü gerçekten hayvan değiller. Bir kapıya yaklaşırken senin geldiğini biri gördüyse açar hemen o kapıyı, arkasını dönüp gitmez. Ya da arka arkaya bir kapıdan gireceksen biriyle, illa ki tutar o kapıyı sen geçene kadar. Asansörler keza. Geçen gün okulda hele, asansörden çıkıcam, "buyrun" "aa lütfen siz buyrun" muhabbeti yaşadım yani bir profesörle. Sonra ne bileyim, kasiyerler, sürekli mutlu, neşeli. Herkeste bir hal hatır sorma şeysi. İşin komiği, ilkokulda öyle alışmışım ki "how are you?" "fine, thanks, and you?" demeye, cevap vermeye zorlanıyorum yemin ederim. Öküz öküz thanks diyordum ilk başlarda sadece de artık alıştım "i'm good, how are you?" diyorum. Kasa kuyruğunda benden öncekileri dinleye dinleye :P Velhasıl kelam, öküzlük, hayvanlık yok kanlarında bu insanların. Başka her konuda vurdumduymaz, umursamaz, güvenilmeyecek insanlar belki, ama böyle sokaklardayken insanın yüzünü güldürmeyi başarıyor bu ecnebiler. Taksiciler dışında. Onlar bildiğin hayvan. Ama zaten onlar da Amerikan değiller. Amigolar da kibar değiller pek bak. Hispanikler yani. Ama genel Manhattan insanları işte..

Gelince gözüme batan şeylerden biri de kadınlar oldu. Giyim tarzları. Her şeyden önce rahat bu insanlar. Başkalarının ne düşüneceği umurlarında değil. Çünkü zaten kimse kimsenin umurunda değil, senin giyindiğin şey başkalarını germiyor. Minicik şortlarla, incecik badilerle gezebilme rahatlığının da ötesinde bir durum var. Şıklık, rüküşlükten de bahsediyorum. Milyon çeşit insan var zaten bu şehirde, kimin hangi ulusa bağlı, kimin neyi desteklediği, kimin hangi tarz giyindiğinin çetelesini tutacak değilsin, o yüzden kimse kimseyi yargılamıyor, yargılıyorsa bile içinden yapıyor, öküz öküz, alenen yapmıyor bunu. Bu da insana bir rahatlık veriyor. Neden mi bahsediyorum? Kocaman popolarına, çılgın selülitlerine rağmen (hani öyle böyle değil, ben de ince bir insan değilim ama zenci poposundan bahsediyorum, bildiğin yarım dünya) lob gösteren şortlar, koca göbeklerine rağmen göbeği açık, sırtı açık badiler giyebilme rahatlığından (bu sıcak havada niye zorla kapalı şeyler giysinler ki, kimin umurunda nasıl göründükleri), ne bileyim plaj terliğiyle sokaklarda dolaşabilme rahatlığından bahsediyorum. Makyajsız, uçları çıkmış ojelerle dolaşabilme rahatlığından bahsediyorum. Tamam, bütün bunları kendimizi iyi hissetmek için yaptığımızı söylüyoruz belki kızlar olarak, ama neticede amaç başkalarına güzel görünmek değil mi zaten? Ben Türkiye'de bakkala giderken bile en azından gözlerime kalem çeken bir insanım, öbür türlü keşe benziyorum çünkü. Bu kompleksi aşmış buradaki insanlar. Çirkin gözüküyorlar belki, ama bize ne kardeşim. Ben hala belki makyajsız ve ojelerim düzgün olmadan çıkmaya alışamadım belki, ama okula plaj terliğiyle gitme rahatlığı paha biçilemez. Türkiye'de bırak terliği, sandalet giyiyorsun da öküz gibi bakıyor millet. Bu sıcakta mini şortlar ve etekler giyebilme rahatlığı ise bambaşka. 

Bir de geçen sene gittiğimde de, bu sene geldiğimde de hep görür, tuhaf bulduğum bir rahatlık var. Şık giysilerin altına şıpıdık terlik giyinme modası diye bir şey var. Böyle ne bileyim şık etekler, elbiseler, yapılı saçlar, hoş takımlar falan. Ama altlarında şıpıdık terlik! Terliklerden gözüken yarısı çıkmış çirkin ojeler falan. Bu ne lan diyordum, madem şık giyindin, şık da bir ayakkabı giysene altına. Topuklu giyemiyorsan bile babetler var topuksuz.. Meğer bu ablalar çalışan ablalarmış, topuklu ayakkabılarını ofislerinde bırakıyorlarmış, metrolarda sürünürken ayakları rahatlasın diye parmak arası terliklerle dolanıyorlarmış. Takdir ettim tabii...

Ah sonra lüleli yahudi amcalarım... Alışmamışız, tuhaf geliyor gözüme. Ne de çoklar. Gözüme daha da tuhaf gelen görüntü ise, bu amcalarımın en geleneksel kılık kıyafetleri üzerlerine çekmiş halde ellerinde starbucks kahveleri ve kulaklarında ipod kulaklıkları takılı hade hızlı hızlı yürümeleri. Yakıştıramıyorum, ortaçağdan birine yirmibirinci yüzyıl aleti götürmüşsün gibi geliyor, uzay-zaman sürekliliğinde hata verdiriyor. :P Ama onlar da tuhaf gelmemeye başladı artık, alışıyorum yavaştan.

Yağmurlu havalarda manhattan sokaklarında yükselen "ambrıla ambrıla ambrıla" sesleri de ilginç bak. Uzun bir süre ne olduğunu anlamadım, sonra dur bakim neymiş diye olayın derinine inince, seslerin şemsiye satan çinli abilerden geldiğini keşfettim. Öyle işte. 

Ha bir de ilginç ve hoşuma giden bir olay... Bir kere durağa giderken bir ıslık sesi duydum. Adamın biri Sweet Child O' Mine'ın introsunu çalıyordu. Sonra bir kaç adım attıktan sonra dükkanın önünü süpüren bir çinlimsi bir amca da davullar girdikten sonraki kısmını mırıldanmaya başladı. Eh, zamanı gelince de benim "she's got eyes that it seems to me reminds me of childhood memories" diye girmem icap etti. Böyle de uyumlu, mutlu bir mahalleyiz. :P

Bizim mahalleden bahsetmişken... İlk geldiğim gece ödümü kopartan da bir olay aynı zamanda bu. Akşamları, hava mava kararddıktan sonra böyle ürkütücü, korkutucu, korku filminden fırlamış gibi melodi yankılanmaya başlıyor sokaklarda. Ne mi? Dondurmacı kamyonları. Evet. Burada dondurmacı kamyonları, akşam 10-11 arası dolaşmaya başlıyorlar. Ama bir ara kaydedicem sesini, dinlemeniz lazım, böyle creepy bir şey olamaz. Hani filmlerde katilin sahnede belirmeden önce çalan müzikler var ya, aynı o. Bir de ben bunu ilk kez duşta duydum. İlk geldiğim gün, akşam girdim duşa, ev arkadaşı da evde yok, dışarı çıkmış. Sokaklarda bu müzik yankılanmaya başladı. Allah, dedim, vallahi katil geliyor. İlk günden geberip gidecez buralarda, al sana american dream. Camdan da görünen bir yerde değil kamyon, anlamadım ilk sesin neyden geldiğini, kaynağını öğrenene kadar korkutucu anlar yaşadım. :P

Başka neler vardı bahsedilcek.. Tuhaf insan çeşidi çok da, not almak lazım bir yere, dur yazcam diye başına oturunca gelmiyor aklına insanın bişey. Vol 2 yaparım artık napalım. 

2 haftayı özetlersek kısaca: hala ev yarım yamalak, ev düzmek ciddi anlamda uğraş gerektiren bişeymiş. Sürekli bir şeylerin eksik olduğunu fark ediyoruz. Sürekli para harcanıyor.. Ha ama paradan ve fakirlikten yakınıp yakınıp, gider 37 inchlik lcd ekran alır mıyız? Kablo tv bağlatır mıyız? iphone 4 alır mıyız? elbette bebeyim. TV alışımız da komik aslında, önce ikeada çılgın indirime girmiş, bir daha bulamayız, nasılsa eninde sonunda alıcaz diye bol raflı TV unit aldık. Sonra internet ve telefon bağlatırken eve 3lü paket alırsak çok daha ucuza geleceği keşfettik ve şimdilik tv olmasa bile eninde sonunda olcak, biz bağlatalım, bulunsun dedik. Sonra Best Buy'a gidip ekranları görmemiz ve görüntü kalitelerine apışıp kalınca almalıyıııız moduna girdik. Ve eh, koyacak yerimiz var, kablolu yayınımız var, bir tvmiz de olsun madem diyip aldık. He, şimdi parasızlıktan kırılıyoruz, ama yapacak bir şey yok, çalışıcaz, para kazanıcaz. Başka yolu yok. 


Saturday, August 07, 2010

What's the Story, Morning Glory

İlk kültür çatışmamı yaşadım. Bu Sunnyside denilen yerde çok Türk varmış, beni ilgilendiren kısım açıkçası bu değil, ama bir kaç block ötede Türkiyem Market diye bir market olması ve içinde bildiğin bütün Türk şarküteri markalarının olması ve gitmeden 'ahhh bunu son kez yiyorum' şeklinde gözyaşlarıyla yediğim her şeyin bulunması beni fazlasıyla mutlu eden bir şey oldu. Ciddiyim, tamek reçeller, muratbey peynirler, bizim mutfak makarnalar, knorr çorbalar, biskremler, tadım çekirdekler, çaykur çaylar her şey ya! Zaten Yasemin de beni evden sabah sabah, hadi kahvaltı için simit almaya gidelim diye çıkardı. Gittik zaten adam türk, müşteriler türk falan, simitse henüz gelmemiş, biz de börek aldık. Sonra bir dinerdan da çay aldık, gittik bir parktaki masalara oturduk. Böreklerimizi yiyip çaylarımızı içerken, baseball oynayan çocukları izledik ve böyle biralı miralı barbekü partisi hazırlıkları yapan japonlara bok attık ('o öyle olmaz' 'ah şimdi orada patates, biber közleyeceksin' 'bak bak dallar öyle dizilmez, bi bok bilmiyor bunlar lan' 'kırık faraş olmadan barbekü zevki mi olurmuş yahu...' gibi). Böyle de bütün kültürleri birbirine sokarız işte. 


Thursday, August 05, 2010

Moving to New York

Sonunda New York'tan bildiriyorum! Jet lag sağolsın sabahın 5inde ayaklanınca, bari blog yazayım dedim. Bir önceki yazımdaki depresif hal bayağı bir saçmaymış hakkaten zira havaalanına gider gitmez uçup gitti resmen hepsi. Hele bir de inip sevgili roommie'cimle karşılaştıktan ve evimizi gördükten sonra hiiiiç kalmadı! :P 

Önce bir uçak yolculuğumdaki saçma insanlardan bahsetmek istiyorum. Bir evlat gibi büyütüp alıştığım iPod'umla Blackberry'mi sattığım için, elimde baba yadigari telefon ve bilgisayardan başka hiçbir teknolojik alet yoktu, bırakın müzik dinleme cihazını.. Ki müziksiz yapamayan, eli ayağı boşalan bir insan için çok zor böyle saatlerini müziksiz geçirmek. Ama bu da bana ilk defa çevremdekileri gözlemleme imkanı sundu işte. 

Her şeyden önce SEDA SAYAN vardı lan uçağımızda, ötesi var mı! :P Biznıs klasta oturuyordu elbet, görmedim orada da ama uçakta sağımda solumda oturan teyzelerde hareketlenme ve birbirlerini 'imza alsak mı kıııız' suretiyle dürtmelerle anladım. Gerçi Immigration kuyruğunda bildiğin birlikte bekledik saatlerce, tam yan kulvarımdaydı, ters durduğu için tam karşımdaydı, gözgöze gelmemeye çalışarak zor anlar yaşadım. Kendini bir bok sanmasın aaa! :P 11 saat uçak yolculuğu demeden bir süslü giyinmiş, saçlarına bir özenmiş ki sormayın. Amerika'da ne işi varsa...

Wednesday, August 04, 2010

It's the End of the World As We Know It (But I Feel Fine)

Hayatımın en büyük dönüm noktasındayım sanırım şu anda. Yarın artık 2 seneliğine Amerika'ya gidiyorum ve Türkiye'ye dönsem bile bir daha asla hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. 

Böyle dramatik girişler de yaparım ablası. Duygulandık ama napalım... Bundan iki sene sonra ne yapıyor olacağımı bırak kestirmeyi hayal bile edemiyorum, o derece ne yapacağımı bilmiyorum. Oldu da hani bir baltaya sap olamadım da geri döndüm diyelim, buradaki hayatım da çok farklı olacak ki. Bu boş beleş öğrencilik hayatım gibi olcak mı sanki? Geride bıraktığım insanlardan iki sene boyunca kopmadan, uzaklaşmadan aynı şekilde devam edebilecek miyim ki? Ben yokken onlar birbirlerine yakınlaştıkça beni daha da unutçaklar ve eski bir arkadaş olcam sadece onlar için. Kaldı ki geldiğimde hepimiz iş güç sahibi insanlar olcaz, bambaşka hedeflerimiz, bambaşka zevklerimiz olcak. Gelip İTKİB'deki gibi bir ofis hayatı da yaşamak sanırım en büyük kabuslarımdan biri ama... Ah bir kapak atabilsem oraya. Beni sev New York, beni koru, beni sahiplen, beni benimse, bana oturma izni ver, olur mu! 

Çok malca bir yazı oldu lan, halbuki ben buraya iki göbecik atmaya geldiydim yarın sonunda gitçem diye. Şu vize, ev, çeviri problemleri yüzünden zerre hevesim kalmamıştı ama şu son iki üç gündür bavul hazırlarken falan dank etti işin gerçekliği, heyecan bastı. İlk kez hayatımda kendi bir evim olacak ve bir sevimli bir sevimli! Sevgili roommateçiğimin çektiği videolardan bile şimdiden ısındım evciğime. 

Hazırlıklar yordu ama ya, geçen gidişimde sürekli 'ah şunu getirmeliydim istanbuldan' dediğimi hatırlıyorum ama bunların ne olduklarını hatırlamıyorum bir türlü. Giysi bavulum hazır iki gündür ama işte o yüzden ötekiyle bakışıyoruz iki gündür. Hani bir de New York gideceğim yer, bulunamayacak şey yok neticede. Ama işte...

Hayyyyvan gibi kitap alışverişi yaptım ama, Murat Uyurkulak ve Emrah Serbes sağolsun, çağdaş türk edebiyatı aşkım kabardı, bir sürü kitap aldım, yirmiye yakın var. Elesem mi, hepsini mi götürsem ona karar vermeye çalışıyorum işte... Alkım kartın suçu ama hep, %25 indirim veriyor, güzel de bir kitapevi Kadıköy'deki, girince kendimi kaybediyorum, kendime geldiğimde bir bakıyorum elimde onlarca kitap. :P 

Neyse New York... İlk defa da 11 saatlik bir uçak yolculuğunda tek başıma olcam. Bırak 11 saati, ilk defa tek başıma yurt dışına çıkçam lan. Kaybolmam umarım gümrüklerde. :P 

Sözün özü, geçen sene Ağustos'tan beri beklediğim o gün geldi çattı işte, hayatımın bir sayfasını kapatıyorum bavulumla birlikte ve yenisi yarın JFK'de başlıyor. Bir boka yararım, elime gözüme bulaştırmam, birşeyler başarırımm umarım. Başarırım di mi?