Showing posts with label Okul. Show all posts
Showing posts with label Okul. Show all posts

Sunday, July 17, 2011

Hey Ho

I'm a student no more, bitches! 

Aslında bayağı önce bitti de nedense blog yazma hevesim de öğrencilikle gitti gibi oldu bir ara. Hala bazen çok yazasım geliyor de ne yazacağımı bilemiyordum. Hala da bilmiyorum ya, açtım, belki ilham gelir diye. 

Yazacak da çok şey var aslında. Mesela eski evimden çıktım. Asla yaşamayacağımı düşündüğüm olaylar yaşayarak üstelik. Detay vermeyeceğim ama tatsız olduklarını söyleyebilirim. Hayatımın o bölümünün kapanması acı oldu ama kapandıktan sonra da rahatladığımı fark ettim. Zaten daha iyi oldu gibi. 

O zaman... Previously on Persephone's Life, Universe and Everything.

En son Nisan'da bırakmışım. Nisan'dan itibaren sevgili ZSA ile New York'ta ne kadar beleş etkinlik varsa hepsinin tadını çıkarmaya baktık. Quentin vs Coens sergisi ve Tribeca Film Festivali açılışı özellikle yakaladığımıza pek sevindiğim etkinlikler. Tribeca Film Festivali açılışı ücretsizdi, tabii first come first serve şeklinde olduğundan aslında girmesi de o kadar kolay değildi, ama ilk defa çılgın amerika'lıları ezip geçmiştik onda. Akşam 7'deki etkinlik için sabahın 10'unda gittik sıraya girdik ve en önden biletimizi kaptık (bilet dağıtılan yerden elimizde bilekliklerimizle çıktığımızda dışardaki sıra bir block ve bir avenue uzunluğundaydı. biz de bileklikleri sallaya sallaya yanlarından geçtik, pek tatmin ediciydi). Üstelik sadece film de değildi. Zaten film dediğim şey de Cameron Crowe'un çektiği Elton John belgeseliydi The Union isimli zaten. O yüzden filmin ardından Elton John konser verdi, ortalığı da yaktı yıktı hatta. Ben ki hiçbir zaman Elton John ile ilgilenmemiş bir insanım yani. Film ve konser öncesinde de The Bangles bir iki şarkı söyledi ve Martin Scorsese konuşma yaptı! Düşünün, ben canlı canlı Martin Scorsese görmüş bir insanım artık. 

Onun dışında iki yazar söyleşisine katıldık. Biri Tina Fey'di! Ha ha, evet, yeni kitabı Bossypants'in tanıtımı amaçlı bir söyleşiydi. Hayyyvan gibi kalabalıktı, Tina Fey'yi yakından görmek ve kitap imzalamak dışında pek de bir olayı yoktu, ne yalan söyleyeyim. Onun dışında bir de Nicole Krauss söyleşisi vardı. Bu tam yazar söyleşisiydi ama, zaten Hunter College'daydı, çok çok daha az insanla, 'biz bize' denebilecek bir şeydi. Great House kitabından bir pasaj okudu ve daha çok soru-cevap şeklinde ilerledi. En önde de oturduk, kadını da pek sevdik. 

Sonra, projeyi bitirdik hayırlısıyla. Cinco de Mayo'da (5 mayıs :P) sunduk, tahmin ettiğimden iyi geçti. Introduction bana aitti, esprili bir dille başlayayım dedim, salonun güldüğünü duymak da ayrı cesaret verdi. Keşke bana iş verseler gidince :( Neyse, proje boyunca peşimizde dolanan yönetmen teyzenin hazırladığı video. Bizimkisi RUDE. 



Ve sonra da mezun oldum işte! Adımı 'eys örmın' diye okudular, delirdim. Ama neticede artık bir Fashion Institute of Technology mezunuyum.

ta-daaaa!
Sonra da evimi boşaltıp İstanbul'a geldim işte 2 aylığına. Aslında oralar da maceralı bayağı, eşyaları storage'a taşımalar, her şeyin son dakikaya kalması sonucu yaşanan bir dolu saçmalık, havaalanındaki olaylar falan... Sonra Baseball maçına falan gittim Amerikan arkadaşlarla, Bronx Zoo'ya falan gittim ki onlar da başlı başına birer post. Onları başka bir ara anlatırım. 

İstanbul'a geldiğimden bu yana da deli tepmiş gibi gezdim. Ve içtim. Ve gezdim. Ve içtim. Tatile gittim. Yüzdüm. Arada One Love'a gittim. İTÜ mezuniyetime katıldım (bölüm birincisiymişim bu arada, deli gibi hediyeler, paralar, şan, şöhret, göt kalkması). Cuma Patrick Wolf konserine gittim. Ve içtim. Ne iş aramak, ne okula gitmek, ne de başka bir stres sebebi bişeyim olmadan, sadece ve sadece tatil yapmak için İstanbul'a gelince ne kadar eğlenceli olabildiğini de anlıyormuş insan bu şehrin. Tabii güzel bir takım arkadaşlarla. 

Şimdi yaklaşık 20 günüm falan kaldı, sonrası ne olacağı belli değil. İş bulur muyum, bulamaz mıyım, bulursam nasıl bir iş bulucam, para nerden bulucam vs vs. Aklıma geldikçe geriliyorum. Sonra birlikte eve çıkacağım kişi de ortada bırakınca beni Türk ev arkadaşı arayışlarıma bir son verdim ve Craigslist'e daldım. Şimdilik bir aylık bir sublet buldum, uygun fiyatlı, güzel bir oda. İşin bombası, bu yenisinin eski evimin yanındaki daha lüks olan binada olması tabii. Binada laundry olduğunu da belirtmek isterim! Ama tabii sonrası nolacak o da belli değil. Bir gideyim de. Offf gene çok gerildim çok!  

Tuesday, April 05, 2011

Relax (Take It Easy)

Kafayı yiycem şu sınavlardan ve ödevlerden.  Bir şey yapmasam da, procrastination'ın allahını yapsam da orada olmaları sürekli gergin dolaştırıyor. Bütün hocalar kendi derslerinden başka ders almadığımızı zannediyorlar ve birlikte ders aldığım amerikanlar da çıldırmışçasına organize insanlar, sınavlara bir hafta öncesinden falan çalışıyorlar, inanılır gibi değil. Gerçekten günü gününe ders çalışan, eve gider gitmez o gün verilen ödevleri bitiren insanların varlığına inanmazdım, ütopik gelirdi bana bu. Ama varmış. Ve hepsi bizim bölümde. Hele bir de grup ödevi yapıyorsak aman yarabii... Saat başı text, dakika başı e-mail. Ya bebeğim, relax, haftaya pazartesiye kadar üç yüz kere bitiririm ödevi diyorum, yok, illa bugün yapıp bitiricez dün verilen ödevi. Güzel bir şey de azıcık sakin olun lan. Azıcık erteleyin. Psikolojimi bozuyorsunuz. 


Hele bir de Amanda diye bir hatun var bizim bölümde. Ben böyle bişey görmedim, robot mübarek. Sürekli ajandası elinde, deadline manyağı bişey. Ha, grup projesi yapılıyorsa kesinlikle grubunda olmasını istediğin kişi, çünkü her şeyi eline alıyor, inanılmaz proaktif, her şeyi yapıp bitiriyor ama bütün diğer gruplar sakinken en stres içinde yaşayan bizleriz resmen. Sayesinde bayağı bir öndeyiz herkesten ama cidden, daha öğrenciyiz lan. Bu kadar stres iyi değil. 

Bitirme projesi gerçi bu bahsettiğim, önemli böyle önde olmamız, özellikle de projemizi Bloomingdale's'e sunacağımızı öğrendiğimizden beri iyice dikkate almaya başladım Amanda'nın e-maillerini ve textlerini. Alışkın değilim ama ya. Zor geliyor valla. Sosyal hayat kalmadı. 

Kurdeleli olanlar arkalı önlü, Las Vegas'lı olan RUDE'un arkası.

Neyse, proje bayağı iyi gidiyor ama. Heyecanlanmaya başladım. Elceğizlerimle ve kıt illustrator bilgimle tasarladığım etiketler geldi (yukarda), bilgisayarda tasarlamak neyse ama böyle kanlı canlı görünce bir gaza geldim anlatamam. Postayla benim evime geldi bir de, zarfın üzerinde benim adımın hemen üzerinde de R.U.D.E. Jeans yazıyor, sanki gerçekten bir firmaymışız gibi. Gerçek artık, bir fikir değil. Tasarladığımız kotların da prototipleri gelmiş, perşembe photo shoot yapıcaz. 

Yeni gerginlik sebebi de şu 5 Mayıs'taki Alumni Dinner. Yüzlerce insanın arasında Bloomingdale's de olacakmış, business planmişçesine sunucaz, satın alıp gerçekten üretime sokma ihtimalleri varmış. Veee 8 kişilik grubumuzda 3 kişi konuşma yapıcakmış sadece, introduction da kime gitti dersiniz? Yours truly. Geril geril geril geril... Closing de benim, 1.30 dakikalık bir açılış ve kapanış konuşması hazırlamam lazım. Daha da fenası gidip bir ara elbise almam lazım en formal'ından. 

İyi oldu ama bu Bloomingdale's'in gelmesi. Gerçekten de fikrimizi satın alacaklarını sanmıyorum ama şahane bir deneyim olacak gelecek için. Neticede 4-5 ay sonra potansiyel işverenim olabilir o insanlar. Tabii bir de projenin başındaki hoca da bölümün dekanı. Bölümdeki herkes nerdeyse şimdiden iş buldu - Ralph Lauren, Tommy Hilfiger gibi yerlerden bahsediyorum - ve çoğuna iş bulan da Jeffrey'miş. Arayı iyi tutmak, kendimi göstermem lazım. Çünkü bu arkadaşları bu hoca 4 senedir, beniyse 4 aydır tanıyor. 

Ay neyse, yarınki vizeye çalışmam lazım benim, esen kalın sevgili takipçiler. 


Wednesday, March 16, 2011

Southern Point

Pazartesi günü güneyin incisi North Carolina'daydım. North olduğuna bakmayın, has be has güneyli, y'all diye konuşan hillbilly'lerin mekanı. Ve güney eyaleti tabii. İnci minci de değil tabii ki, amerikanın köyü, hiçbir bok yok. Gezmeye de gitmedim zaten, okul götürdü. Şu aralar gidip gidebileceğim tek seyahat olduğu için yazıya başlarken kullandığım 'geçenlerde miami'deydim' havasını affediverin. Bölümde benim dışımda herkesin Cancun'a falan gidiyor olmasının acısını atlatmaya çalışıyorum. Niye NC peki? Şimdi biz tekstil bölümüyüz ya, tekstil söz konusu olduğunda en önemli doğal kaynaklarından biri pamuk ya, Cotton Incorporated'in genel merkezi de North Carolina'da ya. O yüzden. Alabildiğine de lüzumsuz bir geziydi, sabah gün doğarken bindik uçağa, gün batarken New York'umuze geri döndük. 

Niye yazıyorsun bunu bloguna o zaman derseniz de bişey diyemem, haklısınız, şu anda yazmam gereken paper'ı ertelemesi dışında hiçbir işlevi de yok bu yazının. Ha, ama diyebilirim ki, haftalardır yaptığım tek değişik aktivite, sırf o yüzden bile bir yazıyı hak ediyor bence. 

Cotton Inc lablarını gezerken şeyi fark ettim ama, şaka maka 4 sene boşuna gitmemiş. Tekstiller konusunda ciddi bir birikimim varmış. Geçen sene open end yarnla ring spun arasındaki farkları sorsan, onlar ne ki derdim. Şimdi onlarla ilgili yapılan esprilere falan gülüyorum, o derece. Bir de bir an cool hissettim lan. Air jet spinning makinalarının olduğu labda dolaşırken özellikle, o minik robotumsu cihazlardan oluşmuş makinaları gördükçe insanı makina mühendisi olmak istemeye yönelten o gücü anlayabiliyor insan canlı canlı görünce. Elyaf teşhis labındaysa tanıtım yapan teyzeden kopup kafamda televizyon dizisi ürettim derhal. Teyze kumaşta gördükleri minicik bir defonun nedenini saptarken kullandıkları teknolojinin ve onun ne kadar cool olduğunu falan anlatıyordu da aklıma son zamanlarda sardırdığı Bones geldi. Meğersem ben inanılmaz yetenekli bir tekstil uzmanıymışım, şak diye bir kumaş parçasının orijinini söyleyebiliyormuşum. FBI da beni cinayet vakalarında yardımcı olmam için tutmuş. Her hafta kumaş teşhisi yaparak insanların hayatını kurtarıyormuşum meğersem. Takribi 4-5 dakika sonra dünyaya indim gerçi böyle bir şeyin saçmalığını kavrayarak. Mütevazılık değil bu saçmalığın kavranması, yanlış anlaşılmasın, istesem o biçim bir tekstil uzmanı olurum da öyle bir iş yok muhtemelen, pek bir işe yaramaz FBI'ın. Kaldı ki Bones'a göre tekstillerin tehşisini herkes yapıyor. Allahım ne kadar boş bir mesleğim var... Evet, iki dakikada dünyayı kurtarmaktan kendine acımaya çevirebilirim bir paragrafı. Benim süpergücüm de bu olsun mesela. 

Güneylileri sevmiyorum ama. Tamamen aksanları yüzünden bu arada, yoksa çok kibarlardı, bir neşeli bir mutlu insanlar ki sormayın. Ama her kelimeyi uzatmaları, y'all'ları falan katlanılacak gibi değil. Yemekleri rezil gibi bir de. Cole slaw, tavuk/domuz barbekü, mısır ekmeği ve yer fıstığı bütün cuisine'lerini oluşturan şey. 

Koskoca yolculuğun tek güzel kısmı dönüşüydü. Bunu da metaforik anlamda söylemiyorum, cidden North Carolina Raleigh/Durham havaalanındaki kısım pek bir eğlenceliydi. Gezi beklenenden kısa sürdü anladığım kadarıyla çünkü 3'te geri döndük havaalanına. Uçağımız da 5.45'teydi. Kızlar bir winery bulmuşlar, hadi şarap içelim dediler. Olur dedim ben de, uçakta uyutur, biraz dinlenmiş olurum dedim. Normalde pek şarap sevmeyen bir insan olarak o winery'de içtiğimiz cabarnet sauvignon'un inanılmaz leziz olduğunu belirtmeliyim. Orada zaten kafa biraz iyi oldu, sonra sınıfın geri kalanının da brewery'de olduğunu öğrendik yüce facebook sayesinde. Kalktık oraya gittik bira içmeye. Marzen diye bir bira içtik orada da bir kaç tane. Uçuş saati geldiğinde artık hepimiz havalarda uçuyorduk, bayağı bir rezil ettik kendimizi güneylilere ama sürekli 'we're new yorkers, who cares what north carolina people think!' diye bağırışıp rezilden ziyade iğrenç insanlar olduğumuzu gösterdik. O kafayla havaalanlarındaki o yürüyen şeritlerin bize inanılmaz bir oyun alanı haline geldiğini söylememe bilmem gerek var mı. Sarhoş halde uçağa binmek de bayağı bir enteresan bir deneyimdi. Allahtan bizim profesör Silberman diğer uçaktaydı da görmedi bizi. Gerçi duyduğuma göre o da esaslı bir içiciymiş. Geçen seneki Alumni Dinner da tekila shotları götürürken görüntülenmiş. Birlikte içtiğim kızlar inanılmaz derecede baseball hayranılar, ben bırak hiç izlememeyi, sporun kurallarını bile bilmediğimi söyleyince çok heyecanlandılar, ilk baseball maçına biz götürcez seni dediler, ama bakalım ne kadar tutacaklar sözlerini. Güzel olur hatırlarlarsa, merak ediyorum ben de o ortamı. 

Neyse, günden çıkarılacak ders New York'luların Amerikalı'ların köylüleri arasına düştüğünde ne kadar iğrenç olabildikleri sanırım. 

Bir de bu denim project dersi için video hazırlanıyor her sene bu yemekte gösterilmek için, o yüzden her derste her hareketimizi görüntüleyen kameralar bu gezide de vardı. Her anımızı görüntülediler, nereye gitsek peşimizden kameramanlar falan geliyor, kendimi bir bok sandım, bilmem söylememe gerek var mı. Geçen senekiler burada, merak eden falan olursa. Bizimkisi nasıl olcak, onu merak ediyorum.

Neyse, daha fazla ertelemeyemem, gidip bir business proposal yazmam gerekiyor, arivederçi y'all! 

Friday, March 11, 2011

Somewhere Between Waking and Sleeping

Gün itibariyle uyku düzenimi yoluna koydum, yurdun çeşitli yerlerindeki şenlikler artık başlayabilir. O kadar bok gibi yaşıyordum ki anlatamam. Sabaha kadar otur, 8 gibi sız, sabahki dersi kaçır, akşamki derse git, sabaha kadar otur. Ya da Sabaha kadar otur, giyinip derse git, dersin son 1 saati öleceğini san, o derece uykun gelsin, koşa koşa 'dur 3-4 saat uyuyayım, dinç bir şekilde akşamki derse gelirim' yalanıyla eve git, tabii ki 8-9'a kadar uyu, uyanıp 'eh, kimi kandırıyordun bebeyim' diye kendi kendine kız ve gene sabahla. Böyle saçma sapan bir rutindeydim. Ta ki çarşamba günü sabahki dersime bir daha gitmezsem kalacağımı, öğlenki dersimin mid-term'ü olduğunu ve akşamki derste term projectin anlatılacağını öğrenene kadar. Sanırım hayatımın en zorlu sınavını verdim o gün. Mid-term değil ayol, o bayağı kekti, 10 short answer, 50 de true-false, bala göte geçicem o dersi gibi duruyor. Ama bu şartlar altında uyanık kalmak... İşte asıl imtihan. Üstelik sabahtan akşama kadar olan dersler şu şekil: Renk Psikolojisi -- Tekstil Pazarlama -- Uluslararası Ekonomi. Sleep Fest resmen. 

Renk psikolojisi eğlenceliydi gene. Ders konuları gerçekten de marketing, ekonomi, global sourcing gibi dersler almasaydım dünyanın en sıkıcı ders konuları olmaya aday olabilirdi ama daha kötüsünü de gördüğüm için ve profesörü çok komik bir adam olduğu için gözlerimi açık tutabiliyorum. Tek kötü yanı sabahın 8'inde olması.  Öyle olduğu için de 7 kişi falan alıyoruz dersi, ilk gün 12 kişiydik ama acı bir şekilde her hafta doğal seleksiyonla gittikçe azaldık. Ama hoca çok komik, zaten italyan asıllı, Dominic Carbone diye bir herif (bunların hepsi aynı konuşuyor ama, o kadar çok hareketinde ve konuşmasında Tony Soprano'yu gördüm ki anlatamam. Onun biraz ibnemsi olanı. Ama değilmiş, karısının resmini gösterdi bir kere. Bir kere de köpeğinin resmini gösterdi. Adam sürekli bize fotoğraf gösteriyor. neyse), bazen böyle derste alabildiğine sıkıcı bir konuyu anlatırken ve hepimiz uyurken, anlattığı şeyin sonunu öyle bir şeye bağlıyor, öyle bir şey söylüyor ki önce jeton düşmüyor bizde 'did he just say that?' oluyoruz, sonra da sınıfça dağılıyoruz. Çok ciddi bir şekilde söylüyor çünkü, şaka yapar gibi değil, adam gerçekten komik. Mesela en son akromatik renk körlüğünü anlatıyordu, ben gene kopmuşum dersten, bambaşka diyarlardayım, konuya nerden geldi bilmiyorum ama anlattığı hikayeyi olağanca ciddiyetle 'so naturally I was convinced they were vampires' diyerek bitirdi. Bazen de uyumayalım diye slide'ları bize okutuyor, kendi yazmamış çoğunu, başka yerden almış, arada okurken 'fuck it, sweetheart, that's bullshit,  let's drop this subject' diyip kapatıveriyor konuyu. Dönem projesi olarak da renk paleti oluşturmamız ve o renk paletiyle bir ürün, olay, mekan yaratmamız gerekiyor. Renk paleti ismini bize kendi verdi (O.P.I. ojelerinin isimlerinden çalmış), geçen dersi de o isminin bizde yarattığı çağrışımları tartışarak geçirdik. Benimki kolaydı, Barefoot in Barcelona idi (hayatımdan bir türlü çıkamıyor şu şehir, eninde sonunda yaşayacağım şehir mi olacak ne) ama bir arkadaşın renginin ismi 'you don't know Jacques'tı. Oradan konu 'frere jacques' isimli çocuk şarkısına ve nasıl her kültürde o şarkının oluşuna geldi. Sonra nasıl olduğunu anlamadan kendimi sınıfa 'başparmağım, başparmağım, nerdesin?' isimli parçayı seslendirirken buldum. Hoca istedi, bakmayın öyle :P Yaşadığım en ilginç deneyimdi ama akademik hayatımdaki sanırım.  Geçen derste de kırmızıyı işliyorduk, hintlilerde kınayla ilgili bir sürü gelenek varmış, dedim hoca orada dur. Başladım kına gecelerii anlatmaya. :P 

Neyse bu ders bir şekilde geçiyor da o Textile Marketing dersi ölüyü bile bir kez daha öldürür, o derece. Yazmıştım buraya daha önce nasıl bir hocası olduğunu, bugün de sınavı var diye seviniyordum ders yapmaz diye. Ama herif sınavı son bir saat yaptı. İlk iki saat boyunca hayatımız boyunca asla ilgimizi çekmeyecek olan bir takım gazete küpürlerini okudu. 

Ekonomide artık o kadar ölmüş bir vaziyetteydim ki cidden acı çektim göz kapaklarımı açık tutcam diye. 3 kere uyuyakaldım, ilk ikisinde usulca zıplayarak uyandım. Ama sonuncusu bayağı rezildi. Dirseğimi o sandalyelerin defter konan masamsı aparatlarına koyup başımı dayamak suretiyle uyuyakalmışım. Dirseğim de dosyamın üzerindeymiş, herhalde ondan kaymış, dirseğimin o masamsı aparattan düşmesiyle kafam da düştü, ardından dosyalar, kalemler, kağıtlar, telefonum hepsi yerde buldu kendilerini. O şaşkınlıkla etrafıma bakarken sınıfın tamamının bana baktığını ve hocanın da bana bakıp sırıtarak 'good morning, sorry to wake you up, I'll try to keep it down' dediğini fark ettim. i'm sorry, maym sorry diye mırıldanırken 'go wash your face, have a cup of coffee' falan dedi ama kızmadı pek. Delikanlı kadınmışsın hoca dedim, no i'm ok diyip oturmaya devam ettim. 5 dakika sonra gene uyumuşum ama bu sefer bir elimi alnıma koyup öbür elimle de kalem tutarak yazı yazmaya odaklanıyormuş gibi gözükmeye çalıştım. Başka vukuat olmadı allahtan, işe yaramasa bile ders sağ salim bitti. 

Eve giderken de - allahın emri o artık - metroda tabii ki de uyumuşum. Tren son durağa gitmiş, ters istikamette yeniden yola çıkmış, ben bizim eve 1-2 durak kala uyandım. 'allah, durağı kaçırmışım!' diye ilk durakta indim ters istikametteki trene binip eve gidicem diye. Doğru istikamette olduğumu tren gidip istasyonda yalnız kalınca fark ettim. Böyle komedi filmlerindeki gibi bir sahne oldu, ortam sessiz kaldı, önümden yapraklar uçuştu falan. İşin komiği, 7 treninin son durağı olan Flushing'e hep gitmek istiyordum, bir türlü fırsat olmamıştı. Gitmişim ama haberim yok, şaka gibi.

Her neyse, eve gittiğimde saat 10 olduğu için, biraz daha oturdum ve medeni bir saatte uyudum. Ertesi sabah yine erken kalktım, okula gittim, akşama kadar dersim vardı, eve gelince 11 gibi uyudum ve bu sabah dersim olmamasına rağmen 9 gibi uyandım! O kadar mutluyum ki! Sabahtan beri o kadar iş yaptım, saat daha 2! İnanılmaz bişey! Odamı bok götürüyordu, çamaşırlar o kadar birikti ki giyecek pantolon kalmadığından okula etek giyip duruyordum bu soğukta. Sabah güzel bir kahvaltı yaptım, odamı toparlayıp süpürdüm, şimdi de çamaşır yıkıycam. Dünyanın en işkence işi burada çamaşır. 3 blok ötede olması laundrymat'in en büyük etken bu procrastinationımda tabii. Git, çamaşırları at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, kurutucuya at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, çamaşırları al, eve gel. 3 blok elde kirli çamaşır dolu bir çuvalla yürümek de güzel bir katkı değil duruma. 

Sonra da yemek yapmam lazım. Gerçek yemek. Ağzıma sebze grubundan herhangi bir besin maddesi en son ne zaman girdi, gerçekten hatırlamıyorum. Kabak mı yapsam yoksa karnıbahar mı yapsam bilemedim. Kabak yapayım lan, cidden en son anamın evinde yediydim. Ah anam, kadın anam. Bilemedim yemeklerinin değerini. Evde çamaşır makinası oluşunun değerini bilemedim. Ne güzel kirlenince bir şey atardım sepete, sonra o sihirli bir şekilde temiz ve ütülenmiş olarak dolabımda olurdu. Ah, the price we pay to be alone....

Monday, February 14, 2011

For What It's Worth

Artık bu gidişe bir dur diyip bir blog yazısı patlatmamın zamanı gelmişti bence. İkinci dönem başladı, mezuniyet yaklaştı, ben de paniklerden paniklere koşuyorum. İş aramaya mı odaklansam, yüksek lisansa mı, iş aramaya odaklansam nerden başlicam, yüksek lisansa odaklansam elimdeki alternatifler ne olabilir, bunları düşünmekten delireceğim. Alternatif bulmak kolay diyorsunuzdur, internete ve google'a bakar iş diyeceksiniz, ama öyle değil gerçekten. Okulların sitelerinin içinden çıkılmıyor, adeta bir kara delik, bir websitesinde de açık açık yazsa valla yarın application'ımı teslim edicem. Ama burs lazım, öyle keyfe keder başvuramam. Öte yandan bölümümle alakalı olmalı ki bana burs verebilecekleri kadar iyi bir statement of purpose'ım olsun. Ve bunca alternatif, düşünecek, karar verilecek bunca şeyin olduğu her zaman yaptığım gibi şimdilik günlerimi hiçbir şey yapmayarak değerlendiriyorum. Neyse, buraya depresyona girmeye gelmedim, kapatıyorum konuyu derhal. Verdiğim arada neler izledim/okudum/dinledim temalı bir yazı da yazıcam bundan sonra. Neden bundan sonra, çünkü buna başlarsam çok uzayacak, sonra sıkılıp bırakıcam. En iyisi o amaçla başına oturmak.

Ama neler yaptığımı anlatabilirim. Aman tanrım, çok önemli şeyler yapıyorum, paylaşmalıyım bunu biricik okurlarımla manasında değil tabii de... Of aman, size ne, şu zamana kadar niye yazdıysam ondan yazıyorum işte :P

Bahar döneminin üçüncü haftası başladı bugün. Çok iğrenç ama bir o kadar da güzel bir ders programım var. Şöyle ki her gün okula gitmek hem yorucu hem de zaman kaybı oluyor diye canla başla günlerimi boş bırakmaya çalıştım bu dönem. Başardım da, Salı ve Cuma günlerim boş neyse ki. Ancak o dolu olan günlerde ders saatlerim o kadar saçma ki... Hem sabahçı hem de ikinci öğretim gibiyim. 3 gün hem sabah 9-12 dersim var, hem de akşam 6.30-9 dersim var. Hele Çarşamba günleri sabah 8'de başlıyor, öğlen de dersim var, akşam 9'a kadar. Hem de yalan dersler de değil; sabah renk psikolojisi (hadi onu salla diyelim), öğlen Tekstil Pazarlama, akşam da Uluslararası Ekonomi. Hele Marketing dersi dünyanın en sıkıcı dersi sanırım. Cidden ömrümden ömür aldı sadece 2 derste. Yaşladım. Yaşama sevincimi yitirdim. Zaten adam öldü ölecek, dünyanın en yaşlı adamı falan. bir de ciddi ciddi aynı buldoga benziyor, hele bir de konuşurken sürekli kafası sallanıyor, hani var ya arabalara konan kafası oynayan buldog bubble head'ler... adam onun dile gelmiş, büyük versiyonu resmen. Hiçbir şekilde odaklanamıyorum, her an havlayacakmış gibi hissediyorum. Kabaca biraz bu tanım da, emekli ol be adam, artık öğretmenlik yapma lütfen, bir ayağın çukurda. Fabrikadaki işinden emekli olunca başlamış zaten profesörlüğe, bence bu bir işaret. Neyse...

Çarşamba günlerini bir kenara bırakırsak, ne yapacağımı bilemediğim Pazartesi'leri ve Perşembe'leri var. 11 gibi sabah dersim bitiyor, diğer derslerim 6.30'a kadar başlamıyor. Hava soğuk olmasa, ya da unlimited metrocard'lara zam gelmemiş ve ben almış olsam eve giderim de şimdi hem üşeniyorum hem de gidiş-dönüş 4.50 dolar vermeyi yemiyor bir tarafım. Yaza doğru havalar ısınınca gezmek için bahane olacak bu aralar da şöyle de bir şey var, yaza doğru ödevler artacak. Hele bir de mezuniyet projemiz var, şimdiden başladık deli gibi. Neyse işte, ben de bu boş vakitlerimi okulde geçiriyorum. Kantinde takılmıyorum artık çok, çünkü anlamsız bir şekilde bu buz gibi havalarda klima açıyorlar. Cidden anlamadım mantığını okulun, sınıflarda olsun, başka yerlerde olsun basıyorlar sıcağı, kantinde donuyoruz. Ki zaten bu dönem hem maddi açıdan hem de sağlıklı beslenmek açısından (kantinde salatalar da var tabii de aç aç girince her ne kadar 'ben salata yiycem' diye şartlasam da kendimi, ne olduğunu anlamadan kendimi kızartmalar kuyruğunda buluyorum. Çok güzel Philly Cheesesteak yapıyorlar allahsızlar. Hele bir de waffle fries diye bir şey var ki hayatımda yediğim en güzel patates kızartması sanırım. canım çekti gene öf!) girmiyorum bile kafeteryaya artık. Okulu keşfetmeye başladım, kütüphane olsun, binaları birbirine bağlayan hallwayler olsun, millet hep oralarda. Favori yerim ise 7. kattaki koridor. Kat zaten Student Life'a ait, bilardo odaları, xbox odaları, televizyon odaları falan da var. Benim mekanım ise Hall of Art isimli koridor. Bir sürü rahat koltuklar ve masalar atılmış, duvarlar öğrencilerin yaptığı eserlerle dolu, bir de televizyon var kocaman. Millet geliyor, yayılıyor, uyuyor, kitap okuyor. Ben de bilgisayarımı getiriyorum, ödev varsa onu yapıyorum, yoksa uzanıp Netflix'in bana sunduğu güzelliklerden faydalanıyorum. Ya da televizyonda kaçırdıysam haftalık dizilerimi izliyorum kanalların sitelerinden. Şu anda da oradayım zaten.

Hatta demin geçen dönemki Public Speaking hocam geçti, selam verdim, muhabbet ettik de ben film izlerken gene daha önce, hi demiş, ama duymamışım bile. Hakikaten, farkında bile değildim. Çok iyi adammış lan, dönem bitince son derste 'bir şeye ihtiyacınız olursa, çekinmeyin gelin' demişti de tınlamamıştım 'hep öyle derler beyim' diye. 500 kere sordu, var mı yardıma ihtiyacın, yapman gereken sunum varsa gel, resume ya da cover letter konusunda zorluk çekersen mail at falan diye. Tam da zamanını bulmuş, daha dün resume yazmakla cebelleşiyordum, hemen atladım, appointment verdi, yazıcaz beraber. Tey tey, İTÜ hocaları da ne zaman gitsek 'meşgulum' desin daha... Koskoca department headimiz Ingrid Johnson bile zamanını ayırmıştı, olası kariyerim hakkında konuşmuştuk, referans mektubu verecekti. Bense kıçıkırık bir İTÜ hocasından zamanında istemiş, 'normal mektup yazmaya zamanım yok, şablon varsa getir imzalayayım' cevabını almıştım. Neyse...

Mezuniyet projemiz dedik, ondan da bahsedeyim. Gruplara bölündük, her grup bir kot markası yaratıyor. O kadar da kalmıyoruz, ciddi ciddi tasarımını yapıyoruz, üretiyoruz, etiketini, fiyatını hepsini yapıp reklamını bile biz çekiyoruz. Kadın ve erkek kotu markaları grupları var, ben kadın kısmındanım. Ev arkadaşım zamanında 'görev dağılımında etiket tasarımını seç, işin erkenden biter kurtulursun' demişti. Ama bizim grup pek bir 'takım' ruhuna sahip, görev dağılımı falan yapmadık, her şeyi birlikte yapıcaz anlaşılan. İşin trajikomik tarafıysa etiketler ajandamızda yapılacak ilk şey olduğu için, ilk onun mevzusu geçti ve ben hemen atladım 'biraz illustrator bilgim var, label'ları hallederim' diye. Sonrasıysa kan revan..

- tasarımların flat template'lerinin çıkarılması gerekiyor
-AJ, illustrator biliyormuş, halleder.

- desenlerin kumaşa apply edilmesi gerekiyor.
-AJ photoshop biliyordu sanırım, ona forward edin.

vs vs vs... Bunları da tabii discussion board'da okuyorum. Bizim okulun ANGEL diye bir sistemi var, hocalar ders notlarını oraya koyuyor, biz ödev yapınca oraya koyuyoruz, her dersin discussion board'u falan var. Hoca her hafta 1 post 2 de reply'ı şart koştu, 20% etkiliyormuş notu. Sırf o 20% için saçma sapan şeyler yazıyorum 'i agree with Jade.' 'i LOVE that idea, Amanda!' 'a yes from me, as well, Abby' gibi. Neyse, bana paslanan görevlere şimdilik bişey demiyorum, çünkü için development kısmına elimi sürmedim resmen, millet gidip iplik seçmiş, elyaf seçmiş, kumaş seçmiş, hiçbiriyle alakam yok. Ama bunları gerçekten yapmam gereken zaman geldiğinde ne bok yiycem bilmiyorum. Etiket yapacak kadar illustrator bilgim var, tamam ama flat nasıl yapılır ne bileyim ben. Tutorial'lar indirdim, onları izliycem bakalım.

Biraz da salak grup üyelerim.. salak değil de kafaları karışık. Temamız 50'ler, inspiration'ımız James Dean falan. Müşteri profili çıkartıyoruz, rebel with an attitude dedik, ona da tamam. Ama birden dantelli kot giyinen, süper zengin, Las Vegas'ta bir condo'da oturan bir executive oldu çıktı. Neren rebel bacım?! Sonrasında da kotları 60-70 dolar yapmaya karar verdiler. Orada dedim durun. Aklınız başında mı bacılarım? Öncelikle executive fikrini unutun, rebel yapacaksak isyan edecek bir sebep verin Tess kardeşimize (adını Tess koyduk :P), kaldı ki süper zengin bir yönetici niye yeni çıkmı 60-70 dolara satılan kıçı kırık bir kot giyinsin. Ayrıca dantel ne ola? Tabii zamanla onlarındaki 'rebel' figürünün 'artiz seksi hatun' olduğunu fark ettim, çok şey yapmadım, ama yine de bir orta yol bulduk. Bunlar işin eğlenceli kısımları tabii de Mayıs'a kadar kotu üretmiş, reklamımızı çekmiş olmamız gerekiyor. Zira Alumni Dinner'da bilmemkaç yüz kişiye sunacakmışız kotumuzu.

Neyse, yeter bu kadar. Bugün de sevgililer günüymüş, cidden benim kadar alakasız biri olamaz sanırım. Sabahki derste en azından bir kaç defa 'bugün ayın kaçı' diye sordum, okulda duvarlara yapıştırılmış kalplere falan bir süre anlam veremedim falan. Kandilmiş de bugün, Türkiye bugün ekstra mübarek anladığım kadarıyla. Neyse, kutlayanlar için hepi velıntayns dey diyip, kutlamayanların sırtını sıvazlayarak çekiliyorum ortamlardan.

P.S. dün var ya, bir poğaça yapmışım... Bir leziz oldu, bir kabardı ki aklınız durur. Ama tarifi annemden almıştım, ölçüleri ikiye, dörde hatta altıya bölmek aklıma gelmedi ve sonuç: evde orduyu doyuracak kadar poğaça var. Okula beslenme çantası olarak taşıyorum ben de. Ama şahane oldu valla.

P.P.S. (Mary and Max'e saygı duruşu yaptım arada :P) Bu böbürlenişimin sebebi ilk defa ölçüyü tutturmam oldu. Suç tamamen Amerikan mallarındaymış meğersem, gittim bütün malzemeleri Türkiyem Market'ten temin ettim ve aynı kadın anamın poğaçasından oldu.

Tuesday, December 21, 2010

We Rule the School

Aylar sonra günlük yazısı yazıcam, çok heyecanlıyım. :P Çok sevgili okulum Broadway biletleri gibi şahane faydalar sağlıyor olsa da anamı ağlattı şu 5 ay boyunca. Haliyle ne blog kaldı ne de adam gibi bir sosyal hayat. Ama güz dönemini hayırlısıyla nihayete erdirdik, ben de ilk iş koşa koşa buraya geliyorum. Tabii o da yalan, ilk olarak koca bir haftasonunu uyuyarak geçirdim, pişman da değilim. Her neyse, sadede gelip kısa bir Previously on Life, Universe and Everything yapıyoruz derhal.

Okuldan başlayalım bu postta. Sağsalim atlattım gibi, notlar daha açıklanmadı ama kalmam hiçbirinden. Devamsızlığım başa bela sadece. Son derste gene geç kaldım (hayatımın en dehşet dolu dakikalarını yaşadım ama sanırım. Portfolio'nun yazılı kısımlarını evde print edemedim, printerın kartuşu bitmiş, ben de sabaha bıraktım. Sabah flash diske atıp dosyaları bilgisayar labının yolunu tuttum. Erken de gittim, son derse bari erken gireyim diye, aheste aheste takılıyorum falan. Flash diski bilgisayarlardan birine bir taktım, belge hiç kaydedilmemiş haliyle bütün haşmetiyle karşımda. Bir kaç gün önce yapmaya başlamıştım, üçte birini falan tamamlamıştım. Geri kalanını bir gece önce yapmıştım. O yaptıklarımın hiçbiri yok! 15 dakika bilgisayar ekranına dehşet içinde bakakaldıktan sonra kendimi toparladım, oturdum baştan yapmaya başladım. Ezberlemiştim zaten yaptığım her şeyi, ama örme dersi bu, ördüğüm kumaşların knitting sequence'larını tek tek yapmak o kadar illet ve el oyalayan bir şey ki... Ders 10'da başlıyordu, ben işimi 12de bitirdim. Üstelik portfolio'ya yapıştırırken, kullandığım çift taraflı bantın işin ortasında biteceği tuttu. Yanımda oturan kızda uhu vardı, onu kullandım, ama öyle bir görüntü oldu ki sanki tükürükle yapıştırmışım, o derece iğrenç. Neyse, sonunda derse çıkınca hoca kenara çekti beni, azarladı bir güzel 'you're always late' diye. Seneler sonra ilk defa da böyle azar işitiyorum, o ayrı. Ayrıca not always yani, erken geldiğim dersler de oldu, uydurmasın şimdi. neyse.), ayrıca psikolojinin de devamsızlığı allaha emanet, umarım not kırmaz. Public Speaking'de de tek dayanağım sağımda solumda oturan kızların hocanın attendance'ı umursamadığını iddia etmesi, umarım sallamıyorlardır. Tenis'te de hepi topu 3 devamsızlığım vardı, benim için bir rekor sayılır yani, yine de hoca kenara çekti beni napıcaz senle diye. Ama seviyor beni, ben 'yeeaa turkish religious holiday'di, şöyleydi böyleydi' diye ıkınırken koca bir A (absence yani :P) yazan haftalardan birini karaladı, kimseye söyleme, senin iyi bir öğrenci olduğunu biliyorum dedi. Ver o mübarek ellerini öpeyim hoca dedim. :P Demedim tabii ama gözlerim konuştu. :P

Örme Lab'ımız. Benim emektar örme makinamın resmini çekmeyi unutmuşum, üzüldüm.

Tenis dışında kurtulduğum için göbecikler atma hisleriyle içimi doldurmayan ders yok zaten. Finishing'in hocası tamam, iyi adam (biz türkler aramızda çok konuşursak dersi yunanca anlatmaya başlayan, yanımıza gelip gelip 'çeşme negzel di mi' diye türkiyeden bahsetmeye başlayan, küfürünü neyini sakınmayan eğlenceli bir amcamız) gel gör ki herif ödeve doymuyordu yarabbim. Her hafta 2şer 3er assignmentlar, bırak anamı, bütün sülalem ağladı be. Onun dışında Public Speaking de mesela herif süper (mail atarken smiley koyan, derste bir konu anlatırken aklına bir video gelip yutubu açan, bize izleten, sonra konudan tamamen uzaklaşıp yarım saat 45 dakika 'bakın bu video süper' diye video izleten, credibility konusunu anlatırken hotornot.com sitesini açıp bir 15 dakika sınıfça çıkan resimleri oylatan bir adam yani) ama o public speech hazırlama zorunluluğu resmen omuzlarımda bir yüktü. Bir de aklıma geldi, inanılmaz derecede kullandığı bir terim vardı, 'like nobody's business' terimi, hep gülerim duyduğumda, çok komik geliyor nedense. Sınavda kedilerle ilgili introduction yazmamızı istemiş 'you can make stuff up like nobody's business' yazmış sınav kağıdına, aldı mı beni bir gülme. Knitting de eğlenceliydi aslında, ama çok uğraştırdı, gerek yok o kadar uğraşmaya. Aha buldum internetten bizim labın resmini, biri çekip koymuş, işte bir dönem boyuncaki en yakın dostlarımdan. Duvarın oradaki makina benimki, 6 cut Dubied Hand Flat Rib Knitting Machine. :P  

Norbert pamuk ipliğini merserize ederken.
Knitting'den bahsetmişken Norbert'dan bahsetmezsem olmaz. Adamım ya, gerçekten de şu okulda en sevdiğim insan sanırım. Kendisi örme labında Dumbledore tipindeki bir teknisyenimiz. Tipi Dumbledore ama onunla uzaktan yakından bir alakası yok, zira kendisi küfür eden sosyalist bir Vietnam gazisi. Zaten birisine Norbert (Hagrid'in ejderhasıydı lan!) diye seslenmek tuhaf geliyor hala, bir de bu Norbert böyle biri olunca daha da komik oluyor. :P Bir gece o vardı nöbette labda, örme teknisyeni amca 10'da kapatıp gidicekmiş, benim de daha işim bitmemişti, Norbert'ı da kilitlediydim bir güzel 'nasıl olcak göstersene yeeaaaa' diyerek. 10'a çeyrek mi ne var, teknisyen amca geldi, saatini gösterip 'çoluğum çocuğum var benim, eve gidicem artık, hadi bitir, kapatıyoruz' falan dedi sinirle. Norbert'a bir telaşla ben de 'ya çok az kaldı, bir 15-20 dakika lazım, bir daha gelmek istemiyorum' falan dedim (çünkü gerçekten o makinaları kurmak, 100'e yakın iğneyi dizayn repeat'e göre yerleştirmek, iplikleri 500 delikten geçirmek, offf işkence!) sonra Norbert da 'tamam, sen çabuk bitir, ben oyalarım' dedi ve adamın yanına gidip vietnam'dan bahsetmeye başladı. Çok komikti ama ya, 'gözlerimin önünde öldü' 'neler yaşandı neler' falan gibi ibret dolu bir sesle anılarını anlatmaya başladı. Hassas bir konu diye sesini çıkarmıyor tabii amca da. Ben yarıla yarıla kumaşı bitirdim, çantamı topladım 'Thanks Norbert, I'm done' der demez, hikayesini yarıda kesti, bana 'Alright, see you later' dedi, sanki hiçbir şey olmamış gibi arkasını döndü, gitti, amca da kaldı orada öyle.  Çok güldüm ya. Daha önce de benim kumaşı yaparken ipliğim kopup duruyordu, onu çağırdım 'ne iş, kopup duruyor' diye de, o da örmeye başladı makinada ipliklerle, gerçekten saçma iplik seçmişim, o da yaptıkça kopuyor, koptukça sinirlenip 'shitty fucking yarn' diyor, 5 saniye sonra 'pardon my french' diyor, gene 5 saniye sonra 'well, you're foreign, i can swear' diyor, 1-2 dakika sonra gene iplik kopuyor ve aynı döngü devam ediyor falan. Bir ara alakasız, kimliğini çıkardı, resmini gösterdi 'bak sakallarım daha da uzundu eskiden' falan dedi anlamsız yere.  Ahahha bir kere de hoca bize sinirlenmişti gösterdiklerini not almak yerine fotoğrafını çekiyoruz diye, bağıra çağıra ortamı terk etmişti, arkasında 'she needs a man' dedi de dağıldık. Çok alem adam kesinlikle.

Valla okul hayatımla ilgili yazacağım başka bişey yok, okul işte. Seviyorum ama okulu ya, İTÜ'deyken kantinde asla vakit geçirmezdim, eve gitmeyi iple çekerdim. Burada işim gücüm yokken bile takılmayı seviyorum. Arkadaş da edindim, FIT'den de kafa dengi insanlar bulunabiliyormuş. Dizi zevklerimizin çok benzediği birini bile buldum hatta. O da şoka girmişti hatta, 'bu saydığım dizileri bırak izlemek duyanını bile ilk defa görüyorum, seni allah göndermiş' diyip durmuştu. Ben de mutlu oldum, çünkü Amerika'ya gelirken, 'allaaaah, izlediğim dizilerin anavatanına gidiyorum, bir diziden bahsederken suratıma eblek eblek bakmayacaklar' diye düşünürken hayal kırıklığına uğradım gelince. Gerçi okuğum okulla da alakalı da, okulda popüler diziler dışında öyle çok dizi izleyen yok. Hatta kantinde bazen laptoplarında The Office, How I Met Your Mother izleyenler falan görüyorum da, yanlarına gidip sarılarak 'arkadaş olalım mı' diyesim geliyor. Amy o yüzden mutlu etmişti bayağı. İlk fırsatta ikimizin de izlemediği bir şeyin maratonunu yapalım dedik, The Walking Dead günü düzenledik bir kaç arkadaşını da katarak. Benim için de ilginç bir deneyimdi, zira ilk defa yabancılarla oturup bir şey izlediğimden dolayı arada bulunduğum ortamı unutum 'öldü mü laan!' diye bağırdığım anlar oldu. :P Daha da güzeli, benim Türkçe tepki verdiğimi, ortamdaki herhangi birinin 5-10 saniye sonra 'Did you just speak Turkish?' diye soruncaya kadar fark etmeyişim oldu. Ya da Türkçe'yle İngilizce tepkileri birbirine karıştırdığım anlar da var ki onlar daha feci. 'oha what the fuck?!' ya da 'ay gerizekalı, die already!' gibi. Dizi de güzeldi bu arada, öyle aman aman bayılmasam da beğendim, dip notunu düşeyim.

Neyse, bu böyle bir başına okul post'u olsun, geri kalanlar için ayrı bişey ayarlarım. :P


Tuesday, September 14, 2010

Feeling Good

And I'm feeling good. Hakikaten öyle. Kendimi çok iyi hissediyorum bugün, uzun zamandır ilk defa hatta. Onu da gelip burada paylaşayım istedim.

Önce sabah tenis dersi vardı, ayıptır söylemesi, I kick ass!!! Hayatımda hiç oynanamıştım daha önce, çok istemiştim, hep ayarlamaya çalışmıştım da olmamıştı. Meğer doğal yeteneğim varmış ayol. :P Hocayla birebir yaptığımız her rally ve valley'de "beautiful!" "very nice" diyip durdu, götüm nasıl kalktı, anlatamam. Arkadaş da edindim üzerine. Bu FIT kızları bir tuhaf, gerçi tuhaf da sayılmazlar, artık hepsi senior olmuş, mezuniyet derdinde, arkadaş ortamını, grubunu kurmuş, yenisine ihtiyaç duymayan insanlar. Haliyle 3. hafta oldu, gülümseşmekten öteye gidemedim kimseyle. Ders bitince basıp gidiyorlar çünkü. Çoğu derste de ara yok, blok yapıp bitiriyorlar. Neyse işte, teniste hocayla birebir oynamak için sıra vardı, sıram geçti, koşarak sıranın arkasına geçtim işte. Önümdeki çocuk raketini kaldırarak 'You kicked ass! high five! or racquet, whatever' dedi çaktırdık raketleri. Ve ilk defa bir FIT öğrencisiyle beş kelimeden fazlasını telafuz ettim, bayağı bir muhabbet ettik. Bir de derste yetenekli olduğumu keşfettikçe ekstra mutlu çıktım dersten. Sonra üstümü değiştirip kotumu giyerken her zamankinden biraz da olsa daha bol olduğunu da fark etmem katmerledi mutluluğumu. 

Ardından Finishing dersinde, hoca bir ara boş bıraktı bilgisayar ve projektörü ayarlamak için, yanımda 4-5 kız True Blood finalini tartışıyorlardı, atladım haliyle, ingilizce bir şekilde dizi tartışmak da ekstra sevindirik etti. Sonra yanımdaki bilgisayarında çanta alışverişi yapıyordu internetten, güzel online shopping sitesi var mı bildiğin diye sordum, bir sürü davetiye gönderdi bir sürü site için. Bu kısım maddi açıdan kötü oldu biraz, zira siteye girince kendimden geçtim. :P 

Akşam da nihayet Ennoia'nın aylardır başımın etini yediği teslimat işini hallettim, sorunsuz bir şekilde emanetleri aracı kişiye teslim ettim, üzerimden büyük yük kalktı. Buluşmayı Times'da yapmıştık, Times'da da Forever 21 açıldığını görmüştüm ama hiç girmemiştim. Forever 21, bilmeyen varsa, şahane bir yer. 5-10-15 dolara şahane t-shirtler, gömlekler, pantolonlar, kazaklar alabiliyorsun. Öyle çirkin falan da değil, gayet hoş şeyler. H&M bir, Forever 21 iki, Loft da üçtür zaten nazarımda. Çok güzelmiş Times mağazası, kendimden geçtim, ucuz ucuz bir sürü şey aldım. 

Tam kasa kuyruğunda da ödemeyi yaparken benden önceki adamın telefonunu unuttuğunu gördüm, etrafıma bakındım ama göremedim adamı, kasiyere teslim ettim. Mağazadan çıkınca metroya doğru koşarken (saat gece 12ye geliyordu ve benim hala yapmam gereken ödev vardı) tam istasyona girecekken caddenin karşısında, adamı gördüm, delicesine çantasını karıştırıyordu yüzünde endişeli bir ifadeyle. Karşıya geçmesi çok uzun süreceği halde kendim aynı durumda olsam ne kötü hissederdim onu düşündüm ve geçtim, adama telefonunun yerini söyledim. Adamın minnettarlığı kendimi daha da iyi hissettirdi.

Metroda 'off akşam yemeği de yemedim, çok açık, yemek yok, param yok, ne yesem' diye hayıflanırken sevgili ev arkadaşımdan gelen 'tavuk ayırdım sana dolapta' mesajı büyük sevgiyle doldurdu içimi, buradan kendisine sevgiler, saygılar. :P 

Kısacası, bugün güzel bir gündü. Yazdıklarımı şöyle bir okuyunca ne kadar mal, ne kadar ufak şeylerden mutlu olmuşum lan falan demedim değil, ama küçük şeylerden mutlu olan neslin çocuklarıyız biz, tamam mı! :P 

En çok My Brightest Diamond versiyonunu seviyorum, ama onu paylaştım, derhal Muse'u veriyoruz buradan.



PS: Bu post'u gece uykulu uykulu yayınladım sanıyordum, ama ekranı indirivermişim, şimdi yayınlıyorum, siz dün yazıldı varsayın. Hatta tarihi de değiştireyim.

Monday, September 06, 2010

Back To School


Evet sayın takipçiler, 2010-2011 eğitim-öğretim hayatımın ilk haftasını geride bırakırken sevgili ecnebi okulumun biririnden tuhaf hocalarından bahsetmezsem olmaz. Aslında bugün de pazartesi, teknik olarak ders günü, ancak Labour Day bugün bunların, hava da güzel, eve tıkılı kalmak istemedim, ben de aldım laptapımı, verdim kendimi Manhattan'ın parklarına, sokaklarına. 

Pazartesi günüyle başlayalım, Textile Converting & Costing isimli dersimiz ile. Bizim İTÜ'de kullandığımız tekstil kitaplarının falan yazarı, bayağı taşaklı bir profesör Ingrid Johnson. Bayağı sıçacakmış ağzımıza geçmiş öğrencilerden duyduğumuz kadarıyla, ne diyelim, hayırlısı :P Daha henüz tam olarak tanışamadım kendisiyle, ama zorlu olacak gibi duruyor. Çılgın ödev veriyormuş. Ama çok ilginç bir tarafı yok.

Salı sabahları Psikoloji var. Açıkçası hep psikolojiyle ilgilenmek isteyen ama doğru kaynakları bulmaya dahi üşenen bir insan olmuşumdur şu zamana kadar, o yüzden en heyecanla beklediğim dersti. Ama sanırım bundan daha fazla hayal kırıklığına uğrayamazdım. Tipi zaten hiç alakası yok, 70'lerde kalmış sanki kadın, saçlarla adeta bir Farah Fawcett. Pembeler içinde giyinmiş falan. Tam anne gibi. Ama görünüş aldatıcıdır tabii dedim, dinlemeye başladım. Öncelikle Amerika'ya geldiğimden beri ismimi yazılı görüp de bana isiii demeyen tek kişi, ece de demiyor tam olarak da esi dedi, essie dermiş gibi. En azından bir isme benziyor diyerek bir puan verdim kendisine. Ama sonrası.. Amanın. Tam anne ya. Öncelikle müfredatı tamamen psikolojinin bilimsel, klinik (nedir doğru kelime onu da bilmiyorum ya..) tarafına odaklanmış durumda; beyin nasıl çalışır, göz nasıl görür, psikolojik hastalıklar falan... Büyük hayal kırıklığı.. Sonra işte güncel olaylar üzerinden gidecekmişiz hep, işte ilk ders diye kendisi bir kaç örnek getirmiş. 16 yaşında dünyayı yelkenlisiyle dolaşan bir genç kız hakkında bir makale. "Psikolojik olarak bu doğru mudur sizce? İzin verilmeli miydi? Üstelik erkek de değil, kız. Ailesi sizce de hata yapmamış mı? Ya da diyelim 70 yaşında bir yaşlı yapsaydı bunu, ona izin verilmeli mi? 70 yaşına gelmiş biri kendine bakabilme yetisine sahip midir? Peki ya psikolojik olarak?" falan diyip durdu. Delirdim ya. Diğer psikoloji sınıflarına baktım, hep çakışıyor programımla.

Salı sonraki dersim tenis, onda bir tuhaflık yok, sadece dönem sonunda yazılı bir sınav olacakmışız, ama bu güzel bişey. Tamamen tenisteki yeteneklerimize göre değerlendirilseydi dönem notumuz, hocanın tamamen inisiyatifine bağlı kalıyor. Seni sevmediyse sıçtın. En azından şimdi notumun %40'ı güvence altında. :P Aaa US Open ile ilgili bir fun fact bulmam gerekiyor yarın için, iyi hatırladım... 

Salı günü 6.30'tan 9.30'a kadar (evet, bence de, oha) olan dersimse textile finishing. Yunanlı bir amcam veriyor dersi, Yasemin demişti, gelir gelmez Türkiye ve Yunan haritası çizer diye, hakikaten de öyle yaptı adam. Çeşme'yi ne çok severmiş de, yazın Sakız adasına gittiğinde nasıl her gün Türkiye'ye bakarmış da.. Ama çok eğlenceli adam, 'burası bir yetişkin sınıfı, niye sansürlü konuşmak zorunda kalayım ki' diyip durdu, shitler, bullshitler havada uçuştu. Fuck bile dedi, şaşırdım çok. Özellikle sabahki 'anne'den sonra. 

Çarşamba günü Printing dersimiz var. Allahım ne nefretlik bir adamdı öyle!!! Irkçı, muhafazakar ve Türklerden ölesiye nefret ediyor! 4 Türk varız işte onun dersinde, ama sanki bütün sınıf Türkmüş gibi, gelir gelmez suratında bir nefret ifadesi, 'siz Türkler şöyle kabasınız, siz Türkler şöyle immature'sunuz' diye bağırmaya başladı. Nasıl sinirleniyorum yerimde, tam ağzımı açıp bağıracaktım 'ulan sen kimsin lan' diye de konuyu değiştirdi. Ama neye... İşte nasıl Amerika'nın gittiği yol yol değilmiş de, zaten böyle bir başkanları oldukça ne olabilirmiş de, Amerika'nın sonunu getirecek olan gençlerin bu hali ve Amerikan değerlerinin gittikçe ölmesi ve yabancılaştırılmasıymış da bilmemne de... Sonra kapıyı açıp biri girdi içeri. Geç kalmış işte, direk yerine oturdu. Hoca çocuğa 'are you one of the Turks?' dedi sinirlenerek. Çocuk 'no' dedi işte ne alaka dercesine. Ha iyi, tamam o zaman dedi ve sakinleşti herif. Sonra gene verip veriştirmeye başladı, yok efendim geçen seneki türkler nasıl iğrenç insanlarmış, hocalara çok çektirmişler de bilmemne de... "Ama ben diğer hocalar gibi odama gidip 'niye beni sevmiyorlar' diye ağlamam. Ben odama gider, onlardan nasıl kurtulurum diye düşünürüm" dedi. Şerefsiz herif ya. Değiştirmek istedim dersini de, offf çakışıyor, lanet olsun! Nasıl ayarladılarsa...

Perşembe günkü hoca sanırım en sevdiğim hoca. Public Speaking dersi, en korka korka gittiğim de dersti aynı zamanda. Zaten gencedik, şişman bir Michael C. Hall'a benziyor. Ama inanılmaz eğlenceli. Misdirection diye bir introduction çeşidi varmış, bir şey anlatırken başka bir şeymiş gibi anlatarak seyircinin ilgisini çekme metodu. Örnek vercek işte başladı konuşmaya. "Günde ortalama bilmemkaç bin kişi bu aktiviteyi yapıyor. Gerçi gelin itiraf edelim, bu sonuca nasıl varmışlar, bu testi nasıl uygulamışlar bilmek istemeyiz, değil mi? Çok fazla yapmak ellerde ve bileklerde ağrılara sebep olur. Yanlış pozisyonda uygulamak bel, sırt ve boyun ağrılarına yol açar. Aşırıya kaçmak ise gözlerde körlüğe sebep olabilir. Working girller tarafından da perform edildiği görülmüştür.' Tam konuşma böyle değildi, bir kaç örnek daha vardı, daha belirgin. Ben neden bahsediyorum sizce, diye sordu. Biz sapık mısın la hoca? ifadesiyle bakarken, "Typing! I'm talking about typing! And no, I'm not talking about that other thing that starts with an M and I'm not gonna say what it rhymes with. And that's your lesson one,' dedi. :P En güzeli de ekstra kredi için yapmamız gereken ödev. Karaoke! "Bence karaoke evil'lığın son noktası, eğer onu yapabiliyorsanız, size öğretecek bir şeyim yok" dedi. İşte videoya çekip sınıfta izleticez. :P Ve bir liste şarkı verdi, eğer o şarkılardan seçersek 5 puan daha vericekmiş. Neler mi var? Bee Gees'in Staying Alive'ı, herhangi bir ABBA veya Micheal Bolton şarkısı, bir kaç salak rap şarkısı ve REM 'it's the end of the world as we know it' şarkısı. Önce aa iyi REM var, ne alaka ki dedim de sonra aklıma nakarat dışındaki kısımlarının nasıl tekerleme gibi olduğu geldi. :P Onları söylemeye çalışırken pekala da rezil olur insan. Özellikle de İngilizce ana dili olmayanlar. Ve elbetteki bu ödevi yapıciim, 15 puan almak için bu kadar eğlenemez herhalde insan. :P Evet, severim Karaoke'yi. 

Cuma günü de Knitting dersimiz var, çok tuhaf, fazla neşeli, fazla babanne havalı minik ve süslü bir teyze giriyor derse. Dışarda görsen 'aha altın gününe gidiyor herhalde' diyeceğiniz türden. Ama ders kolay, weft knitting bu, warp knitting gibi daha hayvansı zor olan versiyonunu AA ile geçmiş bir insanım :P Weft knitting bu bildiğimiz bir ters bir yüz olan versiyon, tabii el örmesi değil, makina hali. :P Laboratuara indik de derste, bundan sonraki derslerimizi geçireceğimiz ve örgü tezgahlarıyla akraba olacağımız laba, o kadar güzel ki! İTÜ'nün labları halt etmiş, kusura bakmasın hiç, üstelik İTÜ bir mühendislik okulu yani, tekstil labının bir moda okulununkinden kat kat aşmış, kat kat teknolojik olmasını beklerdim. Bir duvar özellikle baştan sona ipliklerle dolu, renk tonlarına göre dizilmiş, her elyaftan var, her renkten var. İTÜ'de geçen sene dokuma yaparken anamız ağlamıştı iplik bulacaz Osmanbey'lerden diye. Allahım keşke 4 seneyi de burada okuyabilseydim! Gerçi şu zamana kadar yaptığım gibi yata yata geçemezdm herhalde dersleri, burada gerçekten kasıyorlar. Ödev olayı var zaten bir kere burada, her hocanın çok ciddiye aldığı bir şey. İlk haftadan hayvan gibi ödev verdiler. Hiçbirine de başlamadım daha, nolcak bilmiyorum. Dahası, daha defter almadım. :( Neyse, Yahudi Tatillerini seviyoruz, bu hafta tatil dolu. Önümüzdeki haftasonu için bir kaç planım var ama dur bakalım... Neyse, kafamda bir kaç post daha var, bunu bitireyim de onlara geçeyim. 


Friday, October 02, 2009

Ghost World

Küçük ve hafif bir bilgisayarının olması insanın bayağı iyi bir şeymiş, keza bugün ilk kez sabah dersimin olmasıyla hayatın korkuç gerçeklerinden biriyle yüzyüze geldim: köprü trafiği. Eskiden böyle dertlerim yoktu, beşiktaş-üsküdar motoru isimli yüzyılın icadı sayesinde sabahları rahat ve püfür püfür okula gidiyordum. Şimdiyse ikinci köprü illetiyle tanıştım. Köprüde trafik yok gerçi ama gidebiliyor musun bakalım oraya kadar? Can verdim resmen. Neyse bilgisayarla ne alaka diyeceksiniz, şu alaka, ilk dersi trafik sayesinde fütursuzca kaçırdım, şimdi oturdum blog yazıyorum mesela. Bilgisayar olmasaydı ne bekliycem öteki dersi 'aaa sikerim amaaaa' der, evin yolunu tutardım. Ama artık can sıkıntısı bitti. :P

Telem hocanın ilk dersini kaçırmak ne kadar bilgece oldu bilemiycem ama en azından hoca kızlar nerde diyince H. trafikte demiş, keyfi olmadığını biliyor yani. Aman napim bilmezse de bilmesin. Geçen sene vizesine girdiğim zaman ben seni ilk defa görüyorum, kimsin demiş insan bana kendisi. Gözündeki imajı yenileme çabalarına haftaya başlarım artık.

O değil de CV yazmam lazım benim. Gerçi ne yazacağıma dair hiçbir fikrim yok ama yazmam gerekiyor. Cevza hocayla konuştum, cv'ni yolla ben bir kaç yere yollarım dedi. Bir şey çıkar mı bilmiyorum ama CV yazmak her türlü lazım sonuçta... Bir de öğrenci asistanlığı olayını sordum, varmış bizim okulda. Hocaların araştırma konusuna yardımcı oluyorsun, ya da lab asistanı olursan iplik numarası falan ölçüyorsun, öyle şeyler. Şimdi bunun için fakülte sekreteriyle dekanla konuşmam lazım ama konuşabilmem için de önce kendilerini bulmam lazım. Onları yerlerinde bulma şansımız Tarkan'nın AKP'nin başına geçmesi şansıyla eşdeğer olduğu için, dekanlığın katıyla kantin arasında mekik dokumakla geçiyor okuldaki ömrüm. Ama azimliyim!

Ya ne olursa olsun bir şekilde kendi paramı kazanmak istiyorum artık. Deneyim ya da Amerika için para biriktirmeden öte, artık utanıyorum yani böyle boş boş ailemin parasıyla yaşamaktan. Ailemin beni rahat bırakmamasından yakınıyorum sürekli ama maddi bir özgürlüğüm olmadan başka bir özgürlük talep etmeye ne kadar hakkım var bilemiyorum açıkçası. Hala harçlık alırken, yapmak istediğim şeylerin parasını onlar karşılarken ben nasıl istediğim şeyi yapabilme hakkım olduğunu iddia edebilirim ki bu yaştan sonra? Ayrıca 21 yaşıma gelmişim artık, yük olduğumu da hissediyorum aileme. Tabii onlar için böyle bir durum söz konusu değil, onlara göre onların görevi isteidğim şeyleri karşılamak falan ama benim açımdan değil işte durum öyle.

Bununla birlikte Amerika'da iş bulup kalmayı planlıyorum; herkesin liseden itibaren çalışmaya başladığı bir ülkede CV'mde hiçbir şey yazmaz halde nasıl iş talep edebilirim ki? Kaşıma gözüme ya da ah ne kadar da yüksek notlarıma bakıp almayacaklar herhalde.

Tabii bütün bunlar bir yana, paraya da ihtiyacım var. Orada itiraf etmek istemesem de bayağı para harcadım, haliyle şimdi gelip bana para verin, param bitti diyemiyorum.

Neyse ya, back up planım var en azından. Bir şekilde para kazanılacak, ötesi yok...

Günün şarkısı da yazının başlığına ismini veren Ghost World olsun ve hatta aşağıda yazdığım dizeler de İstanbul'a gitsin. (Klipteki Aimee Mann kişisinin dolaylı da olsa Telem hocayı andırması nasıl bir ironidir? :P İlk defa izliyorum klibi bir de :P)

So, I'm bailing this town
or
tearing it down
or
probably more like hanging around


Monday, September 28, 2009

Me Gustas Tú

Hola!

Sevgili okulum başladı nihayet. Kantinin eski sahibi Murat abi gitmiş, yerine daha sofistike bir kantin gelmiş. Böyle şemsiyeli masa sandalyeler falan var orta bahçede, içeride de eski ilkokul sıralarından bozma yüzyıllık masalar ve sıralar gitmiş yerine renkli renkli masalar sandalyeler gelmiş. Özkaynaktar suyu yerine Pınar suyu içiyoruz artık. Paramızı öderken her 'hepsi ne kadar tutuyor murat abi?' dedikten sonra 'senin için bilmemkaç lira olur' diye cevap verip halimizi hatrımızı soran, hepimizi tanıyan kantinci yerine işini profesyonel bir şekilde yapan kasiyer abiler var. Artık ders aralarında kantinin mutfağına girip kendimiz istediğimiz gibi kendimize tost ya da sandviç yapmayacağız, gidip o pastanelerdeki tezgahımsı şeyden istediğimizi seçicez. Radikal değişiklikler bunlar yemekhane jetonları hala 30 yıl öncekilerinin aynısı olan bir okul için. Ama artık bir Taşkışla'yla ya da Maçka'yla yarışırız belki. Gerçi tamam, long shot.

Bir ilk güne göre fena değildi bugün de. Allahın dağında oturduğumdan geç kalmiyim ilk günden diye erken gittim biraz. Kantinde ve orta bahçede bizimkiler dışındaki bütün arkadaşlarıma bakındım. Yoktu hiçbiri, ben de bayağı erkenden gelmiş olduğumdan (tabii bir de beni görüp el sallamış olmaları da etkilemedi değil) gideyim bari dedim yanlarına. İstemeyerek yanlarına gitmiş olsam da tuhaf hisler uyandırıyorlar bu bizim çocuklar. Sevmediğiniz, sinirinizi bozan ama bir şekilde yine de aynı ortamda bulunduğunuz akrabalarınız gibiler. Yanlarına gittiğimin yaklaşık 2. dakikasından sonra içimden sıkıntıdan sessiz çığlıklar atmaya başlasam da yanlarında olmak garip bir şekilde yakınlık hissi uyandırdı içimde. Aralarında en acayibi de Berkol zaten. En bir şey paylaşmadığım, en vakit kaybı olarak nitelendirdiğim insan, aralarında bana en çok sevgi göstereni neredeyse. Kız kardeşini hatırlatıyormuşum ona dediğine göre, uzun zamandır da görmemiş mi ne, geldi sarıldı o yüzden bana, ne olduğumu şaşırdım.

Tabii bütün bunlar yaklaşık bir 10 dakika sonra kendimi boş sınıfa atmama engel olmadı.

Neyse ki modadaki sevdiğim iki arkadaş Ş. ve S. oradaydı bir tek, ders başlayana kadar muhabbet ettik. Seviyorum bu kızları, zaten hazırlıkta gittiğim o 1-2 ayda da aramız bayağı iyiydi, geçen sene de İstatistik dersini birlikte alınca daha da iyi oldu. Hem kültürlü hem de eğlenceli kızlar, ispanyolca dersinde oldukça eğlenmemin sebeplerinden biri de onlardı. Bilimum pembe dizi şarkıları ve Vicky Cristina Barcelona'dan aklımızda kalan kuplelerle vakit geçirdik derste. Tabii bir de yeni dil öğrenmek her zaman geyik oluyor, çevrede telafuz etmeye çalışan, kendince tekrar eden, şarkılardan duyduklarını hocaya soran tipler falan...

Dil konusunda da yeteneğim var blogcuğum, alçakgönüllü olamayacağım, dilim telafuzlara iyi dönüyor, kelimeler aklımda kalıyor ve en önemlisi gramer kurallarındaki mantığı çok çabuk kavrayıp kendi cümlelerimi kurabiliyorum. İngilizcede temeli bana veren ortaokulda gittiğim kolej bile olsa bu derece ilerleten tamamen kendi şahsi ilgim ve azmim.

Neyse, bütün bu kendimi övüşüm şu sadede gelmek içindi, hoca da bendeki bu ışığı gördü. :P Üstelik bu hoca, geçen senekilerin adından nefretle bahsettiği, hiçbir şey öğretmediğini ve öğrencilere saçma sapan davrandığını söyledikleri hoca.

Şimdi işin bombası geliyor!

Derste bir ara hatunlardan birinin telefonu çaldı, melodisi de Supermassive Black Hole. Hoca aynen şunu dedi 'Her ne kadar melodiyi takdir etsem de derste telefonları kapatalım. Evet, bir Muse ve Twilight hayranıyım bu arada.'

Dumur oldum tabii. Benim kafamdan sosyoloji masterlı, psikoloji doktoralı, biri latince olmak üzere 5 dil bilen kültürlü bir genç kadın nasıl olur da twilight kod adlı çöpün hayranı olduğunu söylebilir diye düşünceler geçerken Hikmet arkadaşım 'aa hocam ece üçüncü kitabını çevirdi onuuun' dedi. Bu arada Hikmet'in alakasız bir şekilde kendisini benim menajerim olarak ne zaman atadığını hatırlamıyorum ama ben bu işe başladım başlayalı okulda benim çevirmenlik yaptığımı bilen herkese söyleyen odur. Amerikada bile hocalara olsun arkadaşlara olsun söyledi sürekli. Bazen fark etmiyor da bazen gereksiz geliyor, herkese yaymanın bir alemi yok yani. Gerçi bu sefer kesinlikle işe yaradı.

Hoca bunu duyunca gözlerinde şaşkınlık ve saygıyla bana baktı ve 'dersten sonra kal konuşalım' dedi. İçimdeki diğer ece göbek atmaya başlarken, ben kendim olur dedim tabii. Ders bitince de gittim yanına. Önce işte çeviri muhabbetini sordu, anlattım, ismimin yazıp yazmadığını sordu, anlattım onu da. Sonra 15 dakika boyunca kitapları nasıl sevdiğini, nasıl güzel olduklarını, 4. kitap çıkınca nasıl kitapçı kitapçı gezip de bir türlü bulamadığını sonra özel siparişle getirttiğini falan anlattı durdu. Ben de tabii gülümseyip başımı sallamakla yetindim. Twilightla ilgili söyleyeceğim güzel bir şey olmadığını düşünürsek. Ama sonra benim düşüncelerimi sorunca elim mahkum bir şeyler zırvaladım. 'Çevirmesi eğlenceliydi, yazım dili rahat, konusu dinamikti, o yüzden çevirmesi bayağı zevkli oldu. Ama diğer kitaplarını da okudum, öyle derin bir konusu yok tabii ama eğlencelik, geyik kitaplar. Gerçi bella karakterinden nefret ediyorum,' gibi diplomatik olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim. Aman tanrım ben de bayılıyorum! diyip kissasslik yapamam ama gerçek hislerimi belli edip ilk günden mimlenmeye de gerek yok di mi :P Sonra bir 5 dakika da Bella'nın gerizekalılığından bahsettik. Tuhaf olan, koskoca üniversite hocasıyla akranımmış gibi bunlardan bahsetmek tamamen normal geldi. Eskiden olsa gerilirdim, böylesine rahat olamazdım. Bak işte, amerikadaki hocalar verdi bana bu güveni. Oradakiler çünkü sana akranınmış gibi davranıyorlar, laubali olmadan. Böylece hem saygı görmüş hissediyorsun hem de saygı göstermen gerektiğini...

Sözün özü, 2009-2010 eğitim-öğretim yılı güz döneminin başlangıcı için söyleyebileceğim tek bir şey:

Pretty fucking good start!

Sunday, September 27, 2009

We're Going to Be Friends

Yarın İTÜ'deki son eğitim öğretim yılımın ilk günü. Bizim gerizekalıları göreceğim ve onların birbirinden salak ve yüzeysel muhabbetlerine tanık olacağım için içim sıkkın ama onun dışında seviniyorum. New York'tan döndüğümden beri yaz tatilinin bana kazandırdığı tek şey katmerli can sıkıntısı ve hatta yer yer depresyon oldu. Artık yarından sonra bir takım şeyler kesinlik kazanacak sayın seyirciler.

Yarınki dersim de Spanish 101 tabii bu arada. Şöyle güzel bir öğreniyim diyorum şu dili. Modacı kardeşlerimizle alıyoruz bu dersi, bayağı kalabalık olcak. Tek tesellimse modacıların bu döneminde arkadaşlarım var sevdiğim ve zaman geçirilesi, en azından ordan biraz kurtarıyorum. Hem okula biraz erken gidip tekstildeki ya da makinadaki arkadaşlarımı da görürüm diyorum. MacBookcuğum da yanımda olcek tabii ki, okulun wireless yeteneklerini sınıycam.

Her şeyin ötesinde tuhaf bir şekilde derslere gitmeyi de özledim. Her senenin başında olur gerçi bana niye tuhaf dediysem.. Bu sene derslerime günü gününe çalışçam! Neyse o yalan tabii de devamsızlık yapmayayım diyorum ya... Geçen senenin bana öğrettiği bir şey varsa o da son güncülüğün bana yaramadığı... Derslere gidip derslerde öğreneceğimi öğrenip bir daha notların yüzüne bakmamak benim işim, öyle getiriyorum AA'ları. Projelerde tabii gene tam gaz son güncülüğe devam da ders çalışma dendi mi orda duracaksın. Çünkü tembel insanım ben, finalden önceki akşam oyalanıyorum oyalanıyorum sonra gece yarısından sabaha kadar o gitmediğim derslerdeki konuları öğrenmeye çalışıyorum. Olmaz öyle bebeğim.

Yepisyeni defter ve kalemler de aldım, hocalar slaytları istedikleri kadar dağıtsınlar kendi notunu kendin tutacaksın arkadaş! Kimseye de vermem artık. No More Miss Nice Girl. Rakipsiniz olm siz!

Neyse, yazımı günün anlam ve önemine kısmen de olsa uyan White Stripes ilen kapatıp ojelerimi tazelemeye gidiyorum. Hasta la vista!

Fall is here, hear the yell,
Back to school, ring the bell,
Brand new shoes, walking blues,
Climb the fence, books and pens,
I can tell that we are gonna be friends.

Tuesday, May 19, 2009

Somewhere a Clock Is Ticking

Yes, it iz leydiz en centılmın. 5 günüm kaldı gitmeye(yay!!), bir sürü şey var daha yapılcak. Ben yokken bizimkiler taşıncakmış öbür eve (Damn it!!) o yüzden gitmeden odayı iyice toparlamam lazım, hani olmadık yerlerden olmadık şeyler çıkmasın diye... Onun dışında alışverişler yapıldı, işte bir tek bavul alamadık hala, ona babamla gitmem lazım çünkü. Malum, araba lazım... Sonraa mp3 çalar düzenlenmesi yapılması lazım. Yolda ne dinliycem! Sonraa eh, bilgisayarımı götürmeyi düşünmediğimden önce bir temizlik yapılması, dizilerin filmlerin dvdlere göçü ve tabii ki müzik arşivimin bir yerde toplanması lazım geliyor. Neyse, yasemin, sana söylemeyi unutursam falan bak yazıyorum buraya bebek, senin hdd'ni may ovn pörsınıl müzik depom olarak kullanıciim haberin ola. Ya, aslında onun dışında pek bir şey yok işte. O kadar. Abartmışım. Neyse. Gözümde büyüyorlar işte, başka işlevleri yok. :D

Bu yazıyı yazmamınsa bir sebebi yok, unutmuşum gibi görünmesin blogu, tek amacı bu :P Yazacak bir şeyim olmadı sadece.

Haa ama bak finallerim bitti! Çocuklar gibi şen'im. Güzel de bitti, yani muhasebe yerlerde sürünüyordu finalim ama BB gelmiş gayet :D Math Modeling'den iyi bir şeyler bekliyorum hayırlısıynan. Sonraa, istatistikten emin değilim, bulamadım Ömer salağını, amerikaya gitmiş, kağıdımı kontrol etçektim, kesin yanlış hesapladı o asistanlardan biri.. Aman ya neyse.. Ödevlerimi verdim zaten, finalim de fena geçmedi. Ama işte şu kek dersten AA alabilecekken.. Off.. Onun dışında Hi-tech, Fabric Quality Assurance falan bunlar iyiydi de Dokumada oturma organımı kullanarak sallamış olabilirim. Ama 3 finalim vardı o gün, ounce/yd2 (yarda kare oluyor, beceremedim üs koymayı :P) kafam döndü, napacağımı şaşırdım falan.. AA gelmeyebilir o da. Bilemiyorum efendim, öyle işte. Üniversite hayatımın en yoğun dönemini de bitirdim ama. Seneye rahatım bebek! 3-5 dersim falan kaldı kız!

Aa bugünkü şarkımızı koymayı unuttum! Geçen gün aklıma geldi eski günler, eski şarkılar falan. Bir direc-t diye bir oluşum, kurum, kuruluş vardı, noldu ona derken aklıma Hasret şarkısı geldi. Pek severdim. :P Sizlere de nostalji olsun diye koyuveriyorum.



Neyse, hpff kadrosuyla buluşma icra ediciiz bugün, E.'nin gelişi ve şahsımın gidişi vesilesiyle. Hazırlanmam lazım şu dakikalarda. Öpücüklere boğuyorum sizi sevgili okurlar, bir dahali gaza gelişime dek, esen kalın!


Saturday, May 02, 2009

Apocalypse Please

Bu biraz amaçsız bir yazı olacak. İstemiyorsan okuma. Evet, sen. Başlık bile alakasız yani o derece. Bu bir son değil, emercensi (ahhaha ciddi ciddi bir yerde böyle yazdığını gördüm) desen hiç değil. Marduk gelecek ama ya, hani ona say istersen. Neyse. Saçmalıyorum muntazaman, değil mi? Ha başlığı diyordum, ne koysam ne koysam bilemediğim için winampta bu ismi gördüm ve koyuverdim. Severim de keratayı, bu bir tavsiyedir he. Ama günün şarkısı o değil. Günün şarkısı yok aslında. Ama uzun yıllar önce dinlediğim bir şarkı vardı, nefret ederek bıraktığımdan değil, sadece sıkılmıştım ya da unutmuştum, hayatımdan çıkmıştı, bugün arkadaşın lastfm sayfasında görünce canım bir çekti bir çekti... Dinlerken de farklı bir tad aldım sanki böyle, yeniden sevdim. Ya da sadece o anki ruh halime uydu bilemiycem. Dur koyayım buraya da dinleyin yani. Sting'den geliyor! La Belle Dame Sans Regrets. Şarkının neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yok -pişmanlık?- ama seviyorum çok, böyle ne bileyim. Alın hadi.



Hmm... Bu yazıyı niye yazıyorum? Uyku tutmadı pek. Yapacak çok şey de var aslında. En basidinden çeviri var yani. O konuda da kendime inanamıyorum ya. Sorumsuzluk değil bu. Başka bir şey. Elim gitmiyor resmen :S Nefret mi ettim? Bunaldım mı? Bilmiyorum. Tek bildiğim artık bitmesi gerektiği. Bak işte bu bir emercensi.

Onun dışında geçen hafta pek bir koşuşturmacalı bir hafta geçti, iğrençti hatta. Hatırlamak istemediğim bir hafta bile diyebiliriz.

Pazartesiden şöyle bir başlarsak... Pasaport işi vardı benim halledilmesi gereken. Ama harç da ödemek istemiyordum, napılcak ne edilcek hiç bilmediğim için bizim okuldaki gerizekalı bir arkadaşa sordum, o demişti zaten "Ece bak para ödemicem ben, ben bir öğrenim bekle beni," diye. İyi dedim. Bir senelik yaptırılabildiğini biliyordum, okuldan yazı alıyorsun ve bir senelik muaf olabiliyorsun harçtan. Ama biz üç senelik olsun diyorduk. Oradayız ya 3 sene, uğraşılmasın her sene her sene. Neyse, ben de ona güvendim bekledim onu. Her gün de soruyorum naptın ne ettin diye. Her seferinde halledeceğine dair güvence veriyor bana... En son bu pazartesi günü sordum buna noldu diye. "E ben hallettim, alıyorum bugün pasaportu, sen de halletsene." Ne hoş di mi... Bu arada yine o gün öğrendim ki çarşamba günü vize için gün alınacakmış ve pasaport gerekiyormuş. Önümde iki gün var. O gün okul içinde ne kadar koşuşturdum bilmiyorum... Tabii olmadı da. Hiçbir hoca yok ki yerinde! Bir yandan da dokuma yapıyoruz, deliler gibi labdayız, evim gibi benimsemişim orayı zaten. Neyse, ertesi güne kaldı, apar topar gittim vergi dairesine okmeydanlarında kayboldum -aslında bu aralar da pek maceralı ama anlatmaya mecalim yok, çok gerekli de değil hani- ama halloldu. Aldım doğruca üsküdar emniyetine gittim. Demesinler mi 12'de bitiyor pasaport işlemleri... Kaldı mı benim iş... Neyse aradık bu vize işlerimize bakan Defne Hanımı da perşembeya attık.. Perşembe sabahı da aldım pasaportumu gittik, aldık günümüzü. 11 Mayıs'ta. Biticek o da işte.

Ama tabii bu esnada yaşadığım en güzel şey de o 11 Mayıs'taki randevuyu alana kadar annem ve babamdan işittiğim "Sorumsuz!" "Son güne bırakılır mı bu?" lafları oldu. Hani sadece lafta da kalsa iyi, bildiğin iki üç gece paso azar işittim, bağrıştık, evde soğuk rüzgarlar esti falan fişmekan...

Dokuma da bitti çok şükür! :D Çok iğrenç bir işlem, dokuma kısmı zevkli belki bir yere kadar ama o hazırlık aşaması yok mu... Minik minik gücü dediğimiz deliklerden kambur olma pahasına
geçirilen 544 iplik! Ondan önce tabii çerçevelere gücü yerleştirme faslı vardı ki evlere şenlik! Her tarafın makina yağı falan, off off kabus :S
Gücü dediğimiz olay işte şu resimdeki çubuklar, onların ortasında da miniminicik delikler var, onlardan geçiriyorsun iplik :( Neyse tam dokumaya geçtik dedik bu sefer de desen çıkmadı falan.. Neyse, panamaya çevirince dizaynı -dimiydi ilk- oldu. Ondan önce öyle çaresizdim ki yeniden çözgü atmayı düşünmüştüm yani.. Bir de bu olay pasaportun çıkamadığı gün olunca böyle bir mutlu oldum ki sorma. Desen de halloldu, dokumaya geçtik derken ipliklerimizin iğrenç olduğunu keşfettik. Kopup durdular.. Adam gibi hızlı ilerleyemedim bile! Sürekli durup ip bapladım düşün... Her gün 9'a kadar falan kaldım neredeyse, böyle evim gibi oldu, yemek falan alıyoruz, müzik açıyoruz falan. Yalnız var ya, artık nasıl bir imaj verdiysem, tekstil mühendisliklerinden kızlar falan gelip bana soruyorlardı hem ne yapmaları gerektiğini :D Mühendislikler hem de düşün! :D Tabii bizim 1 metrelik kumaş dokumamızın da bir etkisi olmuş olacak ki daha bir üstün gözükmüş olmamız normal. Halbuki alakası yok :D Son gün hele, bir grup dişi çözgü geçirmelerini bitirince geldiler önce DID planı çıkarmayı sordular, hallettik onu falan, sonra da mekik doldurmayı öğrettim bunlara. Bir kaç sorunlarında da yardım edince sınıf muhabbeti oldu, sordum kaçıncı sınıfsınız diye. Aynılarmış benimle, ikinci sınıf. Ben "aa ben de öyle" diyince şaşırdılar :D Asistan sanmışlar beni :P Ahaha ne güldüm ama... Ha son gün olan tuhaf bir şey daha. Ben işte 8 gibi falan bitirdim dokumamı. Böyle hoplayıp zıplayıp içimdeki sevinci dışa vuruşum geçtikten sonra toplandım gidiyordum. Benden sonra sona kalan tek arkadaş da işte henüz gücülerden geçiriyordu. Az kalmış, dur bekle de bana dokumayı göster dedi. İyi dedim. Bu arada bu arkadaşın tek başına grup olma sevdası yüzünden ben benim
çok sevgili gerizekalı grup arkadaşımla eşleşmek zorunda kaldım. Gerizekalı dediğime bakma, aslında öyle nefret eder değilim ama, açıkçası hiçbir bok yapmayınca kumaşla ilgili bozuldum kendisine karşı. Neyse. Bu arkadaş işte, daha da gerizekalı bir herif olmakla birlikte bayağı bir uyuz olmaktayım. Salak bir tiptir açıkçası. Sevmiyorum. Ama işte benim şu aptal hayır diyememe şeysim yüzünden kaldım öyle. Bu arada merak etmeyin, bir şey olmicak, öyle heyecanlı bir şey olsa olduğu gün yazardım :P Neyse. Bitirdi gücüleri geçirmeyi, düğüm attık, mekikleri doldurduk, buna dokumayı öğrettim falan. Bu arada da muhabbet ettik. Tahmin etmezdim onun o şekilde muhabbet edebildiğini. Şaşırdım açıkçası. Gündemden haberdar olmasının yanı sıra mantıklı da konuşuyordu. Bir kere bile gözlerimi devirmedim allah seni inandırsın! :P Şaşırttı beni açıkçası. Hala sevmiyorum tabii, değişmedim ama en azından şaşırtabildiğini de görmüş oldum. İlginçti. Ha bak kumaşımı da gösterim de içimde kalmasın. :P

Öyle işte. Bu arada okulum söz konusu olduğunda kibirli, kendini beğenmiş, burnu havada biri gözükebilirim ama elimde değil ne yapayım. IQ'larına bakıp seçerek mi almışlar bilmiyorum ama gerçekten mal insanlar var yahu! İTÜ sonuçta di mi, insan bakar biraz. Üstelik delirtiyorlar da! Kendi sınıfımda katlanabildiğim insanlar var ama şu üst sınıftakiler gerçekten dayanılacak gibi değil... Y. ve B. olmasa napardım bilmiyorum açıkçası. Hoş, seneye öğrencem işte. Offf! Niye onlar benden önce gidiyorlar ya! Niye hazırlık okudum ki? Malım ben gerçekten... Neymiş, bir sene dinlenecekmişim.. Ha, iyi bok yedin, aferin!

Başka.. Bir şey yok ya. Yarın Y. ve annesiyle benim annem tanışacaklar. Ahu'dan beri ilk sanırım bir arkadaşımla ailelerimizin tanışması. Da şimdi Amerika'ya gidicez ya, olması beklenen bir şeydi biraz. Bakalım.

D. da Fransa'ya gel diyor. Off ne güzel olurdu. Da bizimkiler benim Amerika'yı bile nasıl karşılicaz derdindeler, sorabileceğimi bile sanmıyorum yani. Ama güzel olurdu bayağı... Çok güzel olurdu... Off... Para işte. Neyse, zengin olunca olmicak böyle bir problem. Olcam zengin zaten. Bu bir gerçek. Bakma öyle, gerçekten olcam. Bak gör... Önemli olan inanmak ki!

Ders çalışmak lazım. Finaller geldi çattı. Projeler var daha. Neyse Hi-Tech bitmek üzere. Math Modelling var. Hiç bir bok da anlamadım o dersten, adam gibi gidemedim ki... Ne umutlarım vardı o derse dair. Başka ne var? Başka proje yok galiba ya. Geçen sene çılgın atıyordu projeler. Bu sene gene iyi. Ama sınavlar var. Çarşamba günü Fabric Quality Assurance var misal. Cuma da ATA 1o2. Ondan sonraki hafta ise böyle bir tarafa girecek. Fena gircek. Ama ders çalışmak lazım işte. Muhasebeye çalışma arzusu geldi mesela bugün, ananeme gittik bir ara, orada baktım biraz. Böyle istekler gelince bırakmamak lazım ucunu. yoksa hiç gelmiyor, azizim... Onu da anlıyorum gibi. Math modelling gözümde büyüyor, üfff... Neyse. Gereksiz ayrıntılar.

Yazdıkça yazıyorum ben de saçma sapan. Ama demiştim di mi saçma yazı olcak diye. Uyku da geldi sanki ya. Onu da kaçırmim bari. Kırk yılın başı gelmiş, uğramış. Hadi, see ya dude!