Thursday, April 15, 2010

The Happiest Days of Our Lives

Yaklaşık bir haftadır, kültür-sanat namına tek yaptığım şey İTÜ'nün kültür-sanat binasındaki tuvaleti kullanmak olduğundan, yine bir günlük yazısı olacak bu. Ama güncellenmiş dünya görüşüme ve birdenbire gelişmiş ırkçılığıma dair önemli bilgiler edinebilirsiniz.

Açıklıyorum bu görüşü sevgili izleyenler:

Çekikten dost olmaz! 

Japon kızımız Emi, sağolsun, içimdeki Japon sevgisini 36 saat gibi bir sürede yok etti. Artık japon, japonya, japonca tabu kelimlelerimiz grubumuz içerisinde, mümkünse tanıdığım son Japon olsun Emi. Ya da tanımak da değil aslında, tadımlık alındığında çok sevimli geliyor (bkz; bir önceki yazım) ama ne zaman ki olay turist-yerli ilişkisinden çıkıp birlikte yaşamak evresine geliyor; o zaman işte overdose oluyorsun. Peki alt tarafı ikiyüzelli gram olan bu minicik Japon ne yaptı da nefretimizi kazandı? Bu sorunun cevabı, aşağıda anlatacağım olaylar dizisi içinde saklı. Neticede olayı sadece yeni kazandığım dünya görüşümle gölgelemek istemem, şu geçtiğimiz bir kaç gün aslında üniversite hayatımda en eğlendiğim bir kaç günden de biriydi. 

Her şey Pazar günü başladı. O gün hala sevdiğimiz Emi'yi Galata kulesine götürme planları içerisindeydik. Önce Taksim'de Emre ve Can'la buluştuk. Saat daha 12 olduğundan açtık ve fast-food yemek istemediğini ve adam gibi kahvaltı yapmak isteyen Emre ve çok uzağa gitmemek isteyen şahsım sayesinde Gloria Jeans'te oturduk. Neden bilmiyorum, unutmuşum o kadar pahalı olduğunu. Bir yandan yemek yerken, bir yandan henüz Japon kızımızı görmemiş ve genel olarak Japonları sevmeyen Emre'ye Emi'yi ve ne kadar sevimli olduğunu anlatıyoruz. Neyse, kazıklarımızla birlikte tostumuzu da yerken Emi ve Tansel'ler de geldiler. Tanıştılar, ettiler (Emre'yi telafuz edemeyen Emi'nin Emine diyebilmesi de bizlere eğlenceli dakikalar yaşattı). Sonra Taksim'de dolaşalım dedi işte, biz de çıktık. Sonra da aslen Taksim'i o kadar da çok görmek istemediğini, amacının sabah yedikleri simitleri eritmek için yürümek olduğunu öğrenince, dedik madem öyle, hemen geçelim Tophane'ye. Nargile içmediğini, denemek istediğini söylemişti de... Para vermek istemediğimiz için de, Kabataş'a yürüyelim dedim, hem sen egzersizine kavuşmuş olursun hem de biz Füniküler'e vereceğimiz parayı cebimizde tutmuş oluruz. Bu fikrimle de müstakbel İmparator Emre tarafından yeni ülkesinde Maliye Bakanı ilan edildim. Bundan önce Garsonları Masaya Çağırmadan Sorumlu Bakan'dım da. :P 

***
(amanın ikiye bölmeyi öğrendim, uzuuun uzun yazılar kötü görünmeyecek, oley! ama şarkıyı öne koyayım istedim, hikayenin devamıyla ilgileniyorsanız devamını okursunuz)

Bu seferki şarkımız son zamanlarda pek bir taktığım Kaiser Chiefs şarkısı Oh My God olsun. (oh my god i can't believe it i've never been this far away from home sözleriyle durumumla çok da alakasız değil aslında)





***
Tophane'ye gittik, oturduk bir yere. Tansel'le tavla oynadık, bir yandan da Emi'ye kuralları anlatmaya çalıştık falan. Anlamadı, biz de anlatamadık, vazgeçtik. Sonra nargilemiz geldi ve Emi içmek istemediğini beyan etti. Yine de sipsi istedik ona, denesin etsin diye. Sonra bir süre benim çeviri hakkında danışmak istediğim bir kaç kelime vardı, onun muhabbetini yaptık, Wilfred the 'Hairy'ye Türkçe karşılık bulmaya çalıştık (benim konuyu anlatmak için dalgınlıkla kurduğum 'But he was not kıllı at all' cümlesi de iki gün boyunca sevgili arkadaşlarımın dillerine pelesenk oldu, sağolsunlar). Sonra bunun Kolombiyalı (ki dişi bir varlık olsa da bizim kendi aramızdaki Esteban ve uyuşturucu tacirliği geyiklerinden kurtulamadı) ve Tunus'lu falan arkadaşları da gelcekmiş, onlar Eminönü'nde oldukları için biz oraya gittik. Hesap ödenirken Emi'nin nargile içmediğinden dolayı hesaba dokunmayışından anlamalıydık aslında başımıza gelecekleri... Neyse. 

Eminönü'nde saatlerce diğer grubu bulamadık; benim ingilizcem grupta en iyisi olduğundan telefonu bana veriyorlardı genelde. Sonra dördüncü mü beşinci mi ne telefonda ben bir yandan bizimkilerle konuşuyorduk, duymuş onu sanırım 'aa do you speak turkish?' dedi. 'E, evet, Türk'üm ben' dedim. O da 'aa ben seni Emi sanıyordum, ben de Türk'üm' diye cevap verince, dağıldım tabii, son bir kaç telefondur anlaşmaya çalışırken yaşadığımız sıkıntıları düşünerek. Neyse, o şekilde bir şekilde anlaştık, sonunda buluştuk. Ayaküstü beş dakika konuştuktan sonra biz aç olduğumuzdan bir şeyler yiyelim dedik. Eminönünde de balık ekmek dışında nerde ne yenir hiçbir fikrimiz olmadığından ve kazık yemek de istemediğimizden, daha önce gittiğimiz ve bir şeyler olduğunu bildiğimiz Karaköy'e gidelim dedik. Galata köprüsünü geçtikten sonra Tunus'lu Nasip, Eminönündeki arkadaşında bir şey unuttuğunu, geri döneceğini, bize katılacağı zaman bir şekilde ulaşacağını söyledi ve onların kafilesi gitti, biz yine biz bize kaldık. Sonunda Karaköy'deki yerlerinde ucuz olmadığını fark edince, lahmacun yiyelim bari dedik, hem Emi de tatmış olur. O bir tane aldı, biz de ikişer tane işte. Pizza gibi üçgen üçgen keserek yemesine çok güldük tabii. Sonra garson çay isteyip istemediğimizi sordu, biz de olur dedik, Emi hemen 'is it free?' diye sordu, yes hadi yes diyince garson, ok dedi. Bu arada Can da sıkıntıdan Emi'ye ingilizce kelimeler söyletmeye çaışıyordu (apple diyemeyen bir ırktan bahsediyoruz :P) biz de sonra dahil olarak bir süre eğlendik kendi çapımızda (çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?'a kadar gitti bu kelime söyletme oyunu). 

Sonra Serdar aradı, Beşiktaş'taymış, dedik hiç gelme, Kabataş'ta buluşalım. Hava da buz gibiydi şansımıza, tramvay durağında donduk. Ama sağolsun Can, içten ısıtmalı mıdır nedir, soba gibi bir insan, ona sokulup ısındık tramvay gelene kadar. :P Her zamanki yerimiz Kahve Dünyası'nda oturduk. O akşam da Emi Japon yemeği yapacakmış Serdar'larda, siz de gelin dediler. İyi dedik gidelim. Evi de bayağı uzakta olduğu için Emre ve Can kalcaklardı onlarda. Eve varınca saat 8 olunca, şansımı deneyip ben de kalmak için izin alsam mı dedim. Biraz zor oldu ama ikna ettim bizimkileri (tabii kaldığım kişilerin hepsi kız :P) böylece malzemeleri aldık gittik. Şimdi Japon bu, pişirdiği yemek bize uymayabilir diye patates aldık bir sürü kızartırız diye. Emi kendi yemeğini pişirirken, biz de serdarın devasa, açık çekyatına 4 kişi sıralandık, patates soyduk. Hayır, bir de bunlar kendi başlarına yaşayan öğrenci milleti, patates soymada bu kadar başarısız olacaklarını hayatta tahmin etmezdim. Emre'ye bıçağı nasıl tutması gerektiğini bile ben gösterdim, şaka gibi. :P 

Patatesler kızarıverince, köşede yedik onları. Sonra Emi'nin yemeği pişince haliyle doymuştuk. Neyse ki azıcık yapmış, malzeme harcanmasın diye. Lahanalı krep gibi bir şeydi, yiyemiycem diye korkuyordum ama lezzetliydi gayet. Okonomiyaki'ymiş adı da.

Sonrasında da bira içip muhabbet ettik, Emi pek bize takılmadı, kendi halindeydi. Sevgilisiyle problemi mi ne varmış. Emre'yle Grooveshark adlı güzelliği tanıştırdım ve sayesinde sabaha kadar Pulp dinledik. 

Spontane gelişen bir olay olduğu için yanımda neredeyse hiçbir şey yoktu, makyaj çantamı bile evde bırakmıştım ağırlık olmasın çantamda diye. Neyse ki Emi'nin o açıdan bir faydası dokundu, gerekli reinforcementları ondan edindim. Gerçi eşyalarını paylaşmak konusunda çok katı. Neyse, Serdar da hepimize eşofman verdi ve uykumuz gelince de nerde uyuyacağız derdi çıktı. Evi ciddi ciddi minicik çünkü. Odasını Emi işgal etmiş durumdaydı, başka da kimse sığmıyordu. Biz de salondaki çekyata 4 kişi sığdık neyse ki, insanlarla yakınlık fobisi olan emre de çekyatın yanında yere minderleri dizdi, yattı. Gece çok komikti ama ya, Serdar bütün gece uykusunda konuştu. Türkçe, İngilizce, ne olursa. Yanımdaki Can da sağolsun öyle bir nefes alıyordu ki üşüdüm resmen. Ama rahattı gene, çok hareket etmediler, yorgan çekme durumu olmadı, çekyatın rahatsızlığı dışında bir problem yaşamadık. Ertesi gün de sınavım vardı işte İspanyolca'dan, haliyle çok geç olmadan uyandık. Akşama da İTÜ Rockfest vardı, ona gidicektik, ben okula gidip geri dönecek şekilde anlaştık. Sınavıma girdim, muhteşemdi bu arada, altını çizeyim bu noktanın da. 

Ardından Maslak İTÜ'de buluştuk. Önce çimenlerde oturduk, batak oynadık. Sonra donunca, kapalı olan 75'e geçelim dedik. Orda da oynadık saat 6'daki akşam yemeğine kadar. Geçen seneden beri yemekhanede yemek yemediğimden tabldotları ve iğrenç yemekleri görünce nostaljik oldum, ama neticede ucuza karnımızı doyurmuş olduk. O sırada konserler başlamıştı, gittik çay bahçesi gibi düzenledikleri bir yere sahneyi görecek bir şekilde oturduk, ısınmak için de çay içtik. Biz hala deliler gibi üşüyor halde olduğumuzdan, dedik böyle olmayacak, bira alalım. Bir grup insan daha ucuz diye tekele bira almaya gittiler, biz de çimlerde stratejik bir yer bulup oturduk. 

Not: Yazının başlığı olarak Pink Floyd'un bu güzide şarkısını seçmemin sebebi, tam bu sırada konserde çalmakta olan grubun bu şarkıyı çalması ve Emre'yle ikimizin dakikalarca şarkının ismini bulamayıp çıldırmamız sonucu o ana damgasını vurduğu için, ve e tabii güzel de günler olduğu içindi.

Biralarımız geldikten sonra tabii, sık sık tuvalete gitme seansları baş göstermeye başladı. Bunlardan birinde ben hazırlıktan bir arkadaşımı görür gibi oldum. Ne zamandır görüşmüyorduk, severdim de çok kızı, mesaj attım o sen misin, burada mısın diye. Sonra aradı ve hemen buluştuk. Tekmiş de zaten, bizim yanımıza geldi. Sonra Serdar'ın geçen senelerden bildiği ve tavsiye ettiği Sahte Rakı sahneye çıkınca, çimlerden kalkıp sahne önüne gittik. Kafam da artık yavaş yavaş güzelleşmişti, abilerim de sağolsun inannılmaz eğlenceli şarkılar çaldırlar Johnny B. Goode, Mustang Sally, Everybody Needs Somebody to Love gibi ki blues grubuydu. Deli gibi dans ettik, kol kola girip zıpladık, bağırdık çağırdık. Sonra konser bitti, ben babamı aradım gel beni al diye. İTÜ çıkışına giderken de hala kafam güzel olduğundan hala şarkı söylüyordum, ve ben her şarkı söyleyişimde elinde ne varsa kafama geçirmekle tehdit eden Emre bile eşlik etti, David Bowie'nin Cat People'ını düet yaptık. 

Babamı da saatlerce bulamadım, bir yandan otoyol gürültüsü bir yandan iyi kafamla zaten bir şey anlamıyordum, oraları da bilmiyordum, ordan oraya götürdüm adamı arabayla. Sonunda bulunca, Emi'yle vedalaştık ve bindim arabaya, hemen sordu babam zaten 'ne içtin?' diye. Neyse, o kadar kötü değildim, bişey demedi. 

Gelelim Japonlardan neden soğuduğuma. Yazıda cevabı bulacağınızı ima etmiş olabilirim ama, sıkıştıramadım, buraya yazıyorum. Herrrr şeye hoooo diye sesler çıkarması başlarda sevimli gelse de, uzun vadede çekilmez oluyormuş. Artık Serdar'lardaki akşam ağzına ağzına vurasım gelmeye başlamıştı, yeter, tepki verme artık diye. Diğeri de pintiliği. Ben böyle pintilik görmedim arkadaş! Kapalıçarşıda falan, 10 liralık şeyi zorla, param yok diye 5 liraya indirdi, tam adam saracakken 5 liraya 2 tane vermezsen almam dedi. Adam da siktiri çekti haliyle. Tek örnek bu da değil, herrrrrr yerde aynı muhabbet, her yerde fiyatını düşürme çabası. İdareli olmak, her şeye para harcamamak nedir bilirim, çok iyi bilirim hem de, ama alışveriş yapmak amacıyla gidilen bir yer için harcanan yol parası, alınanlara harcanandan daha fazla tutuyorsa bir sorun vardır. Zaten idareli olmak değildi bu, düpedüz pintilik. Her restoranda gidip en ucuzunu alıyor, sonra aç kalıyor, bizimkilere sulanıyor. Tansel pizzanın biberlerini ve kenar hamurlarını ayırmıştı, çatalladı hepsini yedi. Madem o kadar açsın, 2 lira daha ver, daha doyurucu bir şey al yani. Parası yoktur belki diyor olabilirsiniz ama, hala bozdurmadığı yenler varmış ve zaten durumun yoktuysa madem böyle bir gezi için, niye kalkışıyorsun... O onun sorunu, niye bütün Japon halkını suçluyorsun da diyebilirsin ama sonradan edindiğim bilgilere göre, hepsi öyleymiş. Japonca kursuna giden, 'japon kız arkadaşı istiyorum' yazan tişörtler giyen Can bile Japonlardan soğuduysa, tuhaf bir durum değildir bu, inanın bana. 

Aman neyse, uğurladık neticede. 

Dün de onsuz, ingilizce konuşmak zorunda kalmadan tekrar buluşup Baba Zula'nın çıkacağını öğrendiğimiz Rockfeste gittik yine. Gene aynı sırayla yaptık hemen hemen her şeyi, gerçi bu sefer bataktan sıkıldık, Papaz Kaçtı falan oynadık. Kartlara isim vermiştik zaten (Papaz Adnan Bey, Kız Bihter, Vale de Behlül) haliyle oyundaki kimi hamlelerle oldukça eğlenceli durumlar ortaya çıktı. Bu sefer biraları almaya tekele o gün gitmeyenler olarak Emre, Serdar ve ben gittik. Servisi kaçırınca, vadi yurtlarının oraya kadar yürüdük, ulan ne büyükmüş kampüs, canımız çıktı yürüycez diye. İstinye Parkı falan geçiyorsun, o derece. Ama 19 bira alınca, dönüşte servisi beklemek durumunda kaldık. Bir yandan djarum (pazar gününden beri içtiğim djarumların haddi hesabı yok) bir yandan bira içip muhabbet ettik gene. Rabia da geldi sonra. Bu sefer tuvalet sorunu oldu ama, pazartesi günü tuvalete kütüphaneye gidiyorduk, kapatmışlar bu sefer, kültür-sanatın oraya kadar gitmek gerekiyormuş. İlk seferinde ona gittik hep beraber de, bir daha çişleri gelince ayakta işeme kapasitesi olan arkadaşlarımız beni satarak daha yakınlarda işlerini halletmeye başladılar. Neyse, Rabia kendi yurduna falan götürdü, arada Can'ı falan ikna ettim de ben de tek başıma gitmek zorunda kalmadım. Bu sefer Baba Zula çıkınca üşendik sahnenin oraya gitmeye, olduğumuz yerde kalktık karşılıklı göbek attık falan. Güzeldi gene. Muhabbet gerçi bu sefer daha eğlenceliydi, artık günlerdir bir arada olmaktan mıdır, alkolün etkisinden midir, İTÜ ortamından mıdır bilmiyorum ama kızların yanında assla küfretmeyen ve erkek muhabbetine girmeyen Emre bile artık rahat rahat konuşuyordu yanımda. E kaç sene oldu artık, neler yaptık, neler yaşadık, konuşsun bir zahmet! :D Can öyle mi :P Bu sefer zaten kafam daha mı güzel oldu yoksa çevremdekilerin kafası daha iyi olduğu için ben mi zevzekleştim bilmiyorum ama daha da saçmaladık. Yanımızdakiler top oynıyordu, bir ara onların oyununa dahil olmaya çalıştık falan. Tam oynamaya başladık gerçi, gideceklermiş, toplarını alıp gittiler. Sonra bir ara yerlere yatıp öyle resim çektirdiğimizi hatırlıyorum. Pazartesi kendisi de içtiğinden, çok fark ettiğini zannetmiyorum ama dün aramızda hiç içki içmemiş tek Rabia olduğundan sanırım inanılmaz siktim kafasını kızcağızın. Görüşmek ister mi benle bundan sonra bilmem. Ama neyse ki babam gelince arabanın oraya beni o bıraktı da babam kız arkadaşlarım da olduğunu gördü. İyi oldu. :D 

Neyse, artık kapatmam lazım konuyu değil mi... Unutmak istemiyorum bu günleri; Amerika'dayken, İstanbuldaki hayatımın hepten kötü olmadığına dair bir kaç kanıtım olsun. Çok özliycem kerataları zaten! 

No comments: