Monday, November 02, 2009

Deeper Into Movies (1)

Haftasonunda bana ne oldu bilmiyorum ama yıllardır beklediğim an gerçekleşti ve film fever'ını sonunda elde edebildim. Gece gündüz film izledim neredeyse, günde 6 film izlediğim oldu. :P Yay! Kısa kısa kendi kişisel eleştirilerimi yapıciim. Övünç kaynağım ama, yapmazsam olmaz.

O kadar hızlı izledim ki hepsini, sırasını hatırlamıyorum. Ben de alfabetik sıraya göre yapıcam ki zaten hdd'mdeki klasörlerden isimlere baktığıma göre, en kolayı da o.


Afişi sevimli geldikten sonra Office'ten tanıyıp sevdiğimiz John Krasinski'nin oynadığını fark edip ilgimi çeken, sonra sinemada fragmanını görüp 'dvdrip'i çıksın, indiririz' dediğim, Sam Mendes'in yönettiğini görünceyse izlemem farz olan bir filmdir kendisi. Kadın hamile kalınca yaşadıkları yerin çocuk büyütmeye uygun olmadığına karar veren bir çiftin yaşayacak yer bulma çalışmalarını anlatan bir yol filmi. Film boyunca Jim'ciğim (istediği kadar çok filmde oynayabilir, benim için her daim Jim olarak kalacak) kendisine hiç yakıştıramadığım sakallarına ve yine kendisine hiç yakıştıramadığım kız arkadaşı Verona'nın tipine takılmış olsam da bunların filmi daha gerçekçi kıldığını itiraf etmeliyim. Hollywood güzelliği yoktu ikisinde de; sıradan, yan komşunuz olabilecek tiplerdi. Gerçi böyle iki sıradan bir tipin nasıl olur da bütün tanıdıkları bu kadar absürd ve uç olabilir akıl sır erdiremiyorsunuz ama neticede bu karikatürize olmuş karakterler hafiften ağır tempolu bu filme hareket katan öğelerdi, o yüzden bağrımıza basıyoruz. Onun dışında oldukça sevimli ve içten bir filmdi, Alexi Murduch'ın elinden çıkmış müzikleriyse şahaneydi.


1900'lü yılların başlarında geçen Stephen Frears'ın yönettiği Michelle Pfeiffer'ın oynadığı yaşlı metres-genç adam hikayesi. Zamanının gözde kurtizanlarından Lea, arkadaşı ve meslektaşının herkesin Cheri diye hitap ettiği gencecik oğlu ile ilişki yaşar. Altı yılın sonunda Cheri yaşıtı biriyle evlenir ve Lea ile ilişkisini sonlandırır. Bu ikisi için de iyi olmaz. Filmi Dangerous Liaisons ile kalbimi kazanan Stephen Frears için izledim desem yalan olmaz sanırım. Korkunç narrator amca dışında fazla rahatsız olduğum bir nokta yoktu ama film malesef yönetmenin bahsettiğim diğer filmi kadar sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Ağır bir temposu olmasının yanı sıra sonu ve tipik metres hikayelerindeki formülü tersine çevirmiş olmaları dışında öyle ilgi çekici bir yanı da yoktu. Michelle teyzeninse en iyi performansı değildi.


Filmi izlememin tek sebebi isminin ilgimi çekmesiydi ve elimde filmle ilgili başka hiçbir bilgi olmadan oturdum izledim. O isim nedeniyle de açıkçası çoook farklı beklentilerle oturdum karşısına komedi olduğunu bilmeme rağmen ve biraz hayal kırıklığına uğramış olsam da eğlenmediğimi söyleyemem. Simon Pegg yeterince eğlenceli, Kirsten Dunst hanımkızımız çok sevimli ve Jeff Bridges (ki açılış sekansında adını görünce sevinçten uçtum ve beklentilerim olduğundan daha da yükseldi. The Dude'dan bahsediyoruz yani.) her zamanki gibi karizmaydı. Ama çok bir şey beklemeyin, bir kaç saat öldürmek için yeterince iyi bir sebep ama fazlası değil.


Senaryo dalında oscara aday gösterilmiş ve kesinlikle o heykelciği haketmiş bir senaryoya sahip, ters köşeye yatıran, Belçika'da böyle şahane bir şehrin olduğunu şahsıma gösteren, müthiş oyunculuklu (o aksanlarını yerim. hepsinin. ralph fiennes özellikle ne şirindi o aksanla), mükemmel diyaloglu beklediğimden çok daha iyi çıkan bir filmdi In Bruges. Kara mizahlara zaten bayılan bir insan olarak türünün en iyilerinden olduğunu düşündüğüm bu filme de bayıldım. Filmin başrollerinin tek dişisi Harry Potter'ın Fleur'u Clemence Poesy de pek yetenekli bir hanımkızımızmış, sevdik onu da. Sonu özellikle etkileyiciydi, hiç beklemiyordum, kaldım öylece film bitince. Müzikleri de süperdi. Bruges de zengin olunca gidilecek şehirler listesine eklendi.


Hangi motivasyonla indirdiğimi şu an hatırlamıyorum (cidden ama, son on dakikadır onu düşünüyorum, yok hatırlamıyorum) ama her şey çok hızlı gelişti, indiresim geldi, indirdim, izledim. Klasik kanald'de falan verilen hani anne babayla falan izlenen romantik (hatta meg ryantik) komedi filmimiz kendisi - ve hatta izlemiş bile olabilirim televizyonda. 19. yüzyılda yaşayan Leopold ve günümüzde yaşayan Kate'in, kızın eski erkek arkadaşı tarafından bulunan 19. yüzyıla açılan bir portal bulmasıyla başlayan aşkı. Her dakikasını tahmin ederek izliyorsunuz ama, eh, Hugh Jackman'cığımız o aksanıyla konuşsun, filmin konusu hiç fark etmez, otururum izlerim saatlerce. Meg Ryan'ın estetikli ördek dudaklarına ve rahatsız edici şekilde kesilmiş saçlarına bile katlanırım. Yine de film Sting'in Until isimli şarkısını repertuarımıza kattı, o yüzden kazanım olarak sayabiliriz. Yağmur-sıcak çikolata-battaniye-uyku öncesi filmi.


Bu kadar büyütülmüş olan ne bu filme ait bilmiyorum ama işte hayatımın bir daha asla geri alamayacağım iki saatinin ekrana yansımış hali! Bilmiyorum belki ben çok yüksek beklentilerle izledim (her yerdeki 'gülmekten altıma sıçtığım film' yorumlarını göre göre 'ay güleyim azcık ayol' diye saldırdım filme Revolutionary Road'dan sonra) ama bir kaç yerde gülümsetmek dışında bir boka yaramadı film. Sevmedim. Ki genre'ya da karşı bir düşmanlığım yoktur öyle, böyle filmlerden de eğlendiklerim çok ama bu onlardan biri değil ne yazık ki. Zaten izzie (filmdeki ismini bile hatırlamıyorum, greys sağolsun zaten hep izzie kalacak benim için) hamile kaldıktan sonrası klasik romantik komediye dönüştü. Bebeğin kafasının çıkmaya başladığı vajinayı görmemeyse hiç gerek yoktu şahsen. Fazla ürkütücüydü.


Bayılıyorum böyle filmlere. İlk iki filmine de sinemada en az iki kere izlemiş olan ben, üçüncü filme bir türlü gidememiştim. Sonra da vizyondan kalktı ben de dvdripini bekleyeyim dedim. Ama o zaman da unuttum, sonra da zaten izleyesim kalmadı bir daha. En sonunda durup dururken gaza geldim, indirip izledim ve neden sevdiğimi hatırladım bu seriyi. Güzel bir macera, fantastik bir ortam, beklenmedik olaylar, esprili bir dil, eğlenceli sahneler, süper görsel efektler, şizofren bir Jack Sparrow, baba Jack Sparrow Kieth Richards, Johnny Depp, Orlando Bloom, Keira Knightley ve işte size üç saatinizi harcamak için şahane bir sebep. İkinci filmden çok daha fazla sevdiğimi söylemem gerek ama birinci filmin tadını asla yakalayamazlar. Spoiler - savaşın ortasındaki evlilik sahnesine ve pusulanın romu göstermesine yarıldım. :P Beckett'in gemi parçalanırken merdivenlerden iniş sahnesiyse yönetmenlik harikasıydı, bayıldım.

Revolutionary Road


Bir başka Sam Mendes filmi ama Away We Go'nun o iç ısıtıcı atmosferi ve konusunun aksine insanı koltuğuna çivileyip içini karartan bir film. 50'lerde geçmesine rağmen tazeliğini her daim koruyan bir konusu olmasına rağmen esasında konusuyla ön plana çıkan bir film değil. Çünkü gayet sıradan ve bir çok kez işlenmiş bir konu. Ancak diyaloglar, yönetmenin yakaladığı atmosfer ve en önemlisi oyunculuk o kadar muhteşem ki gerçekliğinden şüphe duymuyor ve geriliyorsunuz. Kate Winslet The Reader'da da çok başarılı olsa da oscarı bu filmle alması gerekiyordu kesinlikle. Ama olsun, aldı ya, o yeter bize. Leonardo Di Caprio da inanılmaz başarılıydı ve aralarındaki kimya tartışmasız müthiş. Zaten etkileyici olan kısım da oydu, bir kavga sahnesi vardı ki annem babam kavga ediyormuşçasına endişelendim. Bir de tabii Paris planlarını tek uygulanası bulan kişinin bir deli olması da insanı gerçekten her şeyi bırakıp hayallerin peşinde koşmanın gerçekten delice bir şey mi olduğu yoksa sadece deli olmanın getirdiği özgürlüğün mü bu planı uygulanabilir bulmasını sağladığı konusunda da düşündürüyor. Sevdim kısacası filmi.


Sunshine Cleaning


Little Miss Sunshine'ı yaratan insanlar yaratmış, bu filmin başından da zaten hemen hemen aynı duygularla kalkıyorsunuz. Hem gülümsetip hem hüzünlendiren filmlerden. Amy Adams, Alan Arkin zaten şahaneler ama Emily Blunt bu filmde pek güzel olmuş, hem tip hem de oyunculuk bakımından. Yine bir gerçekçilik durumu bu filmde de alabildiğine mevcut ve hem senaristinin hem yönetmeninin bir kadın olmasının bu konuda büyük faydası olmuş, çünkü en nihayetinde bir kadın filmi (bu demek değil ki sadece kadınlar için). Hep lisede loser olan tiplerin hikayelerini izlerdik, bu filmde ise karşımızda lisede alabildiğine popüler olan ancak mezun olduktan sonra işleri o kadar iyi gitmeyip hizmetçilik yapmaya kadar düşen, her aynaya bakışında 'I'm a winner' temalı bir kaç cümleyle kendisine güven aşılamaya çalışan bekar bir anne var. Kendi işini kurmuş olmanın verdiği gururla baby shower'a gidip kendisini bir hizmetçi olarak görmüş olan lise arkadaşlarına kendisini kanıtlamaya çalıştığı sahneler oldukça etkileyiciydi. Tren sahnesini de pek sevdim. İki kız kardeşin nihayet televizyonda annelerini gördüğü ve since 1963 sahneleri de yine güzeldi. Dede-torunun da bir şeyler yapmaya çalışmaları ve aralarındaki ilişki de yine sevdiğim noktalardan.


The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford


Ne olduğu bilinip ona göre izlenmesi gereken filmlerden ki filmin adı bu konuda ister istemez yardımcı oluyor. Başı sonu belli, hiçbir gizem, hiçbir merak unsuru yok, Jesse James Robert Ford tarafından öldürülüyor işte sonunda. Ama zaten film, Jesse James'in maceralarını anlatan bir macera filmi de değil. Hatta filmin ana konusu o bile değil, ilgilendiğimiz asıl kişi Robert Ford. Jesse James'e duyduğu derin sevginin nasıl olup da onu öldürecek kadar nefrete dönüştüğünü izlediğimiz psikolojik bir gerilim aslında. Çok da güzel olmuş, her sahne bir fotoğraf karesi gibi zaten ve Brad Pitt'e saygımız büyük olsa da Casey Affleck kesinlikle muhteşem. Her duyguyu, ikilemini, psikolojisini öylesine güzel yansıtmış ki. Müzikleriyse Nick Cave'in elinden çıkma olduğunu bildiğim için zaten müthiş bir şey bekliyordum, yanılmadım, süper süper süper. Song for Bob ve Rather Lovely Thing'i defalarca dinledim sayesinde.

Neyse, daha dokuz film daha olduğunu fark ettim, o yüzden bunu şimdilik yayınlayayım, ona devam ederim.