Sunday, September 11, 2011

I Happen To Like New York

'New York'u neden seviyorum' konu başlıklı yazıma hoş geldiniz. Yaklaşık 2 haftadır 'niye kasıyorum ki burada kalmaya bu kadar' diyip duruyordum. Bugün hatırladım neden olduğunu. 

Çünkü gerçekten sürprizlerle dolu şu salak şehir. Öyle büyük sürprizlerden bahsetmiyorum tabii, ama durup dururken mutlu eden ufak şeyler.

Sabah uyandım, baktım hava çok güzeldi. Hafta içi bayağı kötüydü çünkü, bir de hava durumunda yağmurlu olcak gibi gözüküyordu hafta sonu, o yüzden sabah güneşi görünce 'dışarı çıkayım lan' dedim. Kafamda hiçbir plan yoktu, Nook'umu çantama attım, keyfime göre bir parkta kitap okur, azıcık dolanır eve dönerim diyordum.  

Dışarı çıktım, sokaktan çıkıp caddeye çıkınca bir baktım, koskoca cadde kapanmış, kermes kurulmuş! Böyle değişik ülke mutfaklarından yemekler, değişik değişik takılar, eğlenceli ıvır zıvırlar falan. Bir de trafiğe kapanmış haldeki koskoca caddede arabalar olmadan, rahat rahat dolanmak bayağı güzel oldu. Taze taze, hemen tezgahta siparişe göre limon sıkarak limonata yapan biri vardı, hemen aldım, dolandım öyle.

Sonra orayı bırakıp Madison Square Park'a yürüyeyim dedim. Parka bir geldim, çimenlerde bir kalabalık... Meğersem US Open'a özel, açık havada tenis gösterimleri yapılıyormuş canlı canlı. Hem de Federer'le Djokovic'in maçı varmış bugün. Hemen kuruldum çimenliklere tabii. 

Sol: Ekran ve izleyenler. Böyle boş olduğuna bakmayın, bu resmin çekilmesinden yarım saat sonra oturacak alan kalmadı. Sağ: Aynı park, farklı açıyla. Hatta ilerde ekran görünebilir. Ama parkın ortasında böyle bir kafa var. Zen olmasını sağlıyormuş parkın. Neden diye sormayın...

Bu arada 5 dakika sonra falan gökyüzü karardı birden. Oha yağmur mu yağcak derken bir baktım dumanlar. İlerideki binalardan birinde yangın çıkmış. Tabii bu güzel bir şey değil belki ama şehrin asla boş durmadığını kanıtlamak açısından güzel bir örnek. :P

Maç da bayağı güzel bir maçtı zaten, doğru bir karar vermişim oturmakla. Sonra bir ara sevgili ZSA mesaj attı, Lincoln Center'da bedava filarmoni orkestrası konseri mi ne varmış, onun bilet kuyruğundalarmış. Ama inanılmaz sıra varmış, alamayabilirlermiş. Ne olur ne olmaz dedim, ben gideyim karnımı doyurayım, zaten maç da bittiydi. 

Union Square Park'a gideyim dedim bu sefer, yoldan yemek alır, orada otururum dedim. Yürürken bir çin lokantası gördüm, en sevdiğim lo mein noodle'dan paket yaptırdım, gittim parka. Bu parkta hem masalar oluyor, hem banklar hem de çimenler. Masalar doluysa banklarda, banklar doluysa da çimenlerde otururum dediydim. Baktım masalar tıklım tıkış. Tam banklara yönelcekken teyzenin biri, 'ben kalkıyorum sweetie, gel otur, gitme' dedi. Ver o mübarek elini öpeyim teyzem diyecektim ki kendimi tuttum kibar kibar teşekkür ettim. Oturdum, yemeğimi yemeye başladım, kulağımda da kulaklık var, müzik dinliyorum. Şarkı arasındaki sessizlikte baktım başka güzel müzik sesleri geliyor. Kulaklıklarımı çıkarıp sağıma soluma bir baktım, yan tarafımda 4 adet kırklarında amca enstrümanlarını kapmış şarkı çalıyorlar. Bu gayet sıradan bir olay tabii New York parklarında, ama bu amcaların farkı, istek parça kabul etmeleriydi. 2 gitar, çello ve davulları ile kulaklarımızı şenlendirdiler. The Beatles'tan, The Kinks'ten, Rolling Stones'dan, Turtles'dan falan bir sürü şarkılar çaldılar. Ama beni asıl etkileyen başka bir şey oldu... Meğersem bu amcalar gençken grup kurmuşlar, ama hayat gailesiydi şuydu buydu derken dağılmışlar. Bugün yıllardan sonra ilk defa bir araya gelmişler ve enstrümanlarını kapıp parkta yeniden müzik yapmaya karar vermişler. Bir tanesi makinasını çıkarıp izleyicilerden birine verdi, resmimizi çeker misiniz diye. Mutlulukları neredeyse yüzlerinden okunuyordu, o derece samimiydiler, yoksa 'ay para koparmak için uydurdukları hikayedir' derdim. Onun yerine 'ay kıyamam' dedim, gittim para verdim ben de, ki genelde cimriyim bu konuda. Sunny Afternoon istemiştim ben de Kinks'ten, kırmadılar sağolsunlar. :P Bir de şarkıları öyle güzel, öyle neşeli çalıyorlar ki izleyicilerin bir kısmı dayanamadı, çıktılar dans etmeye falan başladılar.

Amcalar gittikten sonra, artık nihayet öncelikli planımı yerine getireyim dedim, nook'umu çıkarıp kitabıma devam ettim. Yarım saat-kırk beş dakika falan okuduktan sonra birden önümde iki kız belirdi. 'Pardon, bir şey sorabilir miyim' dedi biri. Sure dedim. 'New Yorker mısınız?' dedi. 'Bir senede olunabiliyorsa neden olmasın' dedim. 'Aa nerelisiniz' dedi öteki. Türk olduğumu söyleyince önce bunlar omaygad omaygad diye delirdiler, noluyor lan derken biri 'mirheba nasilsiniz' dedi. 'ha?' dedim sadece. 'biz gittik türkiye, çok siviyor biz' dedi öteki. 'oha! really?' dedim. 'girçekten' dediler ve sandalye çekip oturdular. 'eeeööö noluyoruz' falan demeye kalmadan soru yağmuruna tuttular, üstelik bozuk bir türkçeyle. İngilizce cevap verdim ilkinde refleks olarak, sonra sorularına türkçe devam edince ben de türkçe konuşmaya başladım. iki cümlemin arasında da 'this is so weird' diyerek. :P Meğer geçen sene dil ve kültür öğrenmek için Türkiyeye gitmişler bir seneliğine. 'Neden ki?' dedim. 'Türkiye'yi çok seviyor çünkü biz!' dediler. 'Neden ki?' dedim yine. Suratıma baktılar tabii anlamadılar. Sonra Türkçe'lerinin sınırlarına geldiklerinde, alright, dedi, eminim yanına niye böyle geldiğimizi merak ediyorsundur, dedi. Meğersem bu iki kızcağız, misyonermiş, insanlara Jesus Christ aşkı aşılamak en büyük amaçlarıymış. 'you're... kidding, right?' diye sordum. Malesef gayet ciddilerdi. Sonra yarım saat boyunca onlar Hristiyanlığın neden en iyi din olduğunu, ben de onlara neden öyle bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Kızlardan bir tanesi de meğersem hayatı boyunca Ateist yetişmiş, üniversitedeyken İsa'yı bulmuş, daha doğrusu en zor anında İsa  onu bulmuş. Ciddi ciddi İsa'yla kişisel olarak konuşabildiklerini falan iddia etmeye başladılar. 'There is a famous quote... 'If you talk to God, you are praying; If God talks to you, you have schizophrenia,"I believe that's true' dedim, güldüler 'hmmm entellektüel birisin demek ki, o zaman entellektüelitene hitap edecek argümanlarda bulunmamız lazım' dediler. Sonrası eğlenceliydi, onlar bir şeyler anlatıyor, ben onları çürütecek karşı argümanlarda bulunuyorum falan. Yani insanların inandıkları şeylerle dalga geçmeyi sevmem ama bunlar o kadar körcesine, o kadar aptalca inanıyorlar ki sorgulamadan, elimde değildi, ben napayım. Sonunda benden bir şey çıkmayacağına karar verince gittiler, ama kesinlikle çok ilginç bir deneyimdi. 

Hava kararır gibi olunca kalktım, DSW'ya gittim. Ayakkabılarımın hepsini tüketmiştim, ciddi ciddi, zaten indirim falan da vardı, ayakkabı aldım, keyfim daha da yerine geldi. Oradan kalktım Wholefoods'tan meyve tabağı aldım. Parkta banklara oturdum bu defa, çünkü meydanda dans gösterileri vardı bu sefer. Hava iyice geç olunca kalktım eve yürüdüm. Eve gelince de bu günü kaydetmeye karar verdim. Uzun süredir ilk defa hayatımdan inanılmaz memnunum çünkü. 2 haftadır bayağı bir çile çektim zira. Onları öteki yazımda anlatıcam. Aslında ona daha önce başladım yazmaya, ama o çok uzun sürecek, hatta sanırım chapter chapter yayınlıycam. İlerde gerçekten hatırlamak istiyorum, ibretlik bir hikaye. :P O zamana dek, hoşçakalın sevgili takipçilerim!

2 comments:

dildaika said...

Ya hevesle açtım ibretlik hikayeyi yazdın diye, sonra karşıma bu çıktı :( haha misyonerlere çok güldüm :D Ama sen de İslamı yayacaktın karşılık olarak, biz seni oraya ne için gönderdik!!! :D
p.s. New York sevilmez mi lan! + bir sonraki yazı hemen gelsin :)

selen said...

Hahaha supermis bu hikaye! Bu arada biletleri alamadigimizi da buradan not duseyim. Aksam twitter'da Alec Baldwin efendi, Filarmoni konserine gittim cok guzeldi minvalinde bi tivit atmis. Neyse! Biz de Brooklyn Book Fair'de endam ediciiz isallah..