Wednesday, February 17, 2010

I Summon You

Bir de o değil de, temayı değiştirsem diyorum...

Ey, beni izlediğini iddia eden ve kendileri de süper görünümlü bloglara sahip olan kişiler!

Bana tema bulsanıza. :P

Please, Please, Please Let Me Get What I Want

Blog yazmayı özledim. Ama yazcak bir şey cidden bulamıyorum. Daha doğrusu her zamanki gibi serviste, şirkette, yemekte, tuvalette, duşta falan aklıma sürekli blog entry'leri geliyor, ama iş uygulamaya gelince tahammülsüzlüğün sınırlarında dolaşıyorum. Blog yazmaktansa, tanımadığım etmediğim insanların bloglarını gözetlemek daha çok hoşuma gitmeye başladı. Sapıkça bir haz veriyor insanların içlerini döktüğü, hayatlarını, günlerini anlattıkları blogları okumak, sanki onların hayatlarına dahil oluyor, uzaktan gizlice gözetliyormuşum gibi hissediyorum. Hatta takip ettiğim bir kaç tanesi var ki sanki gerçek hayatta da tanıyormuş, arkadaşımmış gibi hissetmeye başladım, bir ara durmam gerek. İyi değilim. Ofis hayatı insanların yaratıcılıklarını gerçekten köreltiyor, içi boş bir nesne haline getiriyormuş demek ki.

Gerçi ciddi ciddi yazacak bir şeyim de yok hani. Başka blogları okudukça, kendi küçük film eleştirilerim de gözüme değersiz, anlamsız gelmeye başladıkları için irkildi, yazasım gelmiyor. Çünkü onlardan fazlasını da söylüyor değilim, neden tekrarlayayım... Müzik desen, yeni bir şey keşfetmeyeli aylar oluyor nerdeyse. Diziler var işte bir tek, onları da bir ara yazarım belki.

Moralim da bozuluyor esasında yavaştan. Umutsuzluk sarıyor dört bir yanımı. New York'a gitme zamanı yaklaştıkça, 'zamanı gelince hallederiz' dediğim şeylerin hepsi gerçeklik kazanmaya başladı, haliyle korkutuyorlar. Bir sene orada yaşadıktan sonra dönmek, şimdiki işim gibi bir ofiste, her geçen gün birbirinden monoton şekillerde çalışmak ve tabii ki 30 yaşıma gelip hala annemlerle yaşayıp onların göreceli de olsa baskıcı tutumları altında yaşamak zorunda kalmak öyle korkutuyor ki. Dönünce her şeyin çok güzel olacağını bilsem ne ala ama olmayacak, biliyorum. Ve gerizekalı ülke de bizi orada tutmamak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar, sağ olsunlar. Mezun olduktan sonraki sene için iş bulsan okula gidemezsin, okula yazılsan çalışma vizesi alamazsın. Öyle salak bir yer işte. E işi napçan, masterını yap işte, mis gibi, diyenler için de, okul fiyatlarının çılgın olduğunu belirtmem gerekiyor. Hayır, hemencecik burs verdikleri mühendislik, doğal bilimler ya da ne bileyim mimarlık, hukuk gibi kesin sonucu olan bir branş değil ki benim ki. Tasarım isteyince nedense 'artistlerin parası olur' diye mi, 'onların eğitim neyine, bizim zamanımızda güzel sanatlar mı vardı, hepimiz alaylıyız!' diye mi düşünüyorlar anlamıyorum ama burs olayı iş tasarıma gelince, özellikle yabancı bir öğrenci için çok zor. Böyle inanılmaz bir doğal yeteneğin falan ya da iyi bir backround'ın olcak ancak. E ikisi de yok bende. Potansiyel ve aşırı büyük bir istek var sadece. Aman, istediğim de ressamlık falan değil, sizin olsun sanatınız, kılık kıyafet dikicem alt tarafı... İnternetten bir sürü hikaye okuyorum insanlarla ilgili, işte azıcık parayla New York'a gidip kendi diktiklerini satıp çok pis para kazanan tipler falan. Bir kere o insanların tanıdıkları, arkasında sağlam bir eğitim veya CV ya da en azından yeşil pasaportu falan olmadan barındırmazlar seni orada. Sınır dışı etmeye yer arıyorlar, okula gitmezsen, işin olmazsa duramıyorsun zaten orada bir kaç aydan fazla. Okul için de para, iş için de sağlam, süper etkileyici bir CV ile tanıdık gerekiyor. Hiçbiri yok, muhteşem visionları olan, hiç görülmemiş tasarımları falan olan birisin, anca o zaman, doğru yerde doğru zamanda bulunursan, doğru kişileri tanır, irtibata geçersen ve süper şansın olursa (mesela Eren olsa, pat bulur bir şeyler :P) gösterirsin kendini, olursun zengin. Bu kadar umutsuz olmak istemezdim, ama umutsuzluğumun da sebebi var sonuçta. Ne demişler: 'Inside every cynical person, there is a disappointed idealist.' Ne sanmıştınız!?

Neyse, master ve burs öyle kolay şeyler olmadığı için öncelikle mezun olduğumda iş bulmaya, OPT'mi yapabilmeye odaklanıcam. Alanımda iş bulmam gerekiyor bir de, yoksa yine kapı dışarı. Bir seneliğine istese dünyanın en sıkıcı işi olsun, bütün gün tek yaptığım fotokopi çekmek olsun, telefonlara bakmak olsun, önemli değil. Bana para versinler ve ülkede kalmama izin versinler, yeter. O ara zaten master'a hazırlanılacak, portfolio hazırlanacak hatta imkan yaratıp kurslara gidilecek. Başka yolu yok bunun.

Off, çok şey mi istiyorum ki...

Saturday, January 16, 2010

These Are the Things

Twitterdı, tumblrdı, unuttum seni kız. Gerçi onlar daha bir amaçsal, buna yazacak şey bulamıyorum. İzleyecek şeylerin kritiğini yapasım hiç mi hiç olmadığı gibi, ayıracak vaktim de yok zaten. E günlük niyetine kullansam desem yaşadığım bir bok olmadığı için iş hayatı dışında. İş hayatını yazabilirim belki ama o da yeterince ilginç değil şu an için.

Ne mi yapıyorum işte? Telefonlara bakıyorum, CRM (Customer Relationship Management) sistemi direk bana kilitlenmiş durumda, eski üyelerle görüşüp durum kontrolü yapıyorum, potansiyel üyeler için randevu alıyorum, sözleşmelerin kontrol ve takibi yine bende, onun dışında bazen de sahadaki arkadaşlarla firma ziyaretlerine gidiyorum. Sıkıcı bir iş, farkındayım, ama iş ortamı ve bana sağladıkları olanaklar umabileceğimin de üzerinde olduğu için sesimi çıkarmıyorum ve kalan altı ayımın günlerini sayıyorum.

İş dışında okul bayağı bir dönem bayağı başımı ağrıtıp, sinir krizlerine soksa da şimdi durumlar iyi. Amerika'ya gidemeyecektim neredeyse! Bizim SUNY'cilerin harç yatırması için açtıkları hesap bu sene geç açıldı normal öğrencilerinkinden, o da sorun çıkardı ve piyango bana vurdu. Paramın yatırılmadığı gözükmüş ve bütün derslerimi düşürmüşler otomasyondaki orospu çocukları. Ve bana hiçbir şekilde haber vermedikleri gibi, FIT bizden transkript istemese haberim dahi olmayacaktı böyle bir durumdan. Sonra final zamanı notların girilmesi gerektiği zaman gelince ise hiçbir derste kayıtlı olmadığım için bütün dönem boyunca aldığım dersler geçersiz sayılacaktı. Ne hoş di mi? Transkriptin FIT'ye gönderilmesi zamanı geldi geçti, benim dersler hala yok sistemde. Sürekli maslak kampüsü ve gümüşsuyundaki asistan cananın ofisi arasında mekik dokudum. Otomasyondakiler gene sağolsunlar siklemedikleri gibi, bana ne gitme amerikaya, ödeseydin paranı diyip duruyorlardı. Neyse ki international office'teki Halil bey insaflı çıktı, durumumu eline aldı ve yardımcı oldu. Geç de olsa belgelerim FIT'ye gitti ve geçen gün baktım, mailime approval gelmiş. Ama o zamana kadar yaşadığım stresi siz düşünün bir de.

Zaten maddi durumlar da fena, evde sürekli bir sinir stres hakim herkese. Annem iş yerinde sinirlenip biriktiriyor, akşam bana patlıyor. Ben de okul mevzusuydu, iş yerindeki yoğunluktu derken sakin karşılayamıyorum haliyle, ben de karşılık veriyorum, öyle her gün bağıra çağıra kavga ediyoruz. Gerçi şimdi gene durumlar daha sakin.

Finallerim de başladı, işe başladım başlayalı okulu bayağı boşladım gerçi ama 3 senelik birikim sayesinde çalışmadan girdiğim finallerden iyi şeyler beklemekteyim. Haftaya ispanyolca var bir tek, o şakaya gelmez, ona çalışmak lazım.

Yasemin de geldi amerikadan, anlattığı hikayelerle şahsımı çatır çatır çatlatarak önümüzdeki altı ayı katlanması daha zor hale getirdi. Her boş vaktimi oradaki evimin, yaşayacağım şeylerin hayalini kurmakla geçiriyorum. Ve yazın iki ay da olsa tadını aldığım için gözde canlandırması daha kolay ancak beklemesi daha zor oluyor.

Şöyle bir bakıyorum ama son yazdığımdan bu yana, rapor vermeye değecek başka bir olay da yok, sevgili takipçilerim. Daha böyle neşeli, ne bileyim eğlenceli dakikalar yaşatıcı postlarla karşınıza çıkmak isterdim ama hiç havam yok öyle şeyler için şu aralar. Memura döndüm yemin ederim, şu cumartesi haliyle sabahın 9u dedin mi açtım gözlerimi, zorladım kendimi uyumaya ama yok, kapanmıyor şerefsiz gözler. Akşamları da 11de gözler gidiyor, 12yi kimi zaman görüyorum kimi zaman görmüyorum bile. Ben böyle miydim, a dostlar, tavuk oldum. Aha bak saat 10 ama başladı benim namussuzlar kapanmaya. Yeni de geldim eve, şööööyle ayaklarımı uzatıp bir film izlerim şimdi diyordum ama izin yok anlaşılan. Neyse, Tin Man yarım kalmıştı, artık onu bitirir yatarım, arkadaş. Yarın da akraba gününe cebren ve hileyle götürülmekteyim, ama o anca 3ten sonra olur, artık sabah gene 9 gibi kalkacağım için o ara izleriz bir şeyler.

Pazartesi de nonwovens finali var ama sikerler, pazartesi çalışırım ona snavdan önce.

Bu işler böyle blogspot insanları.

Ece out.


Saturday, January 02, 2010

Best of Me

Evet, yılı kapattık, ben de yılın best oflarını hazırlamazsam eksik hissederim, bir parçam 2009da kalır.

Tabii tamamiyle kişisel, bencil sebeplerle hazırlanmış bir best of listesi bu, katılıp katılamamakla özgür olmakla birlikte, umurumda da değilsiniz.

2009'da...

Yaşanan En İyi Beş Anım:
  1. New York'a gidişim. (inanmam!)
  2. İlk kez uzun süreli olarak kendi başıma yaşayışım. (and also in NY :P)
  3. Ankara ve Ahu'nun evi.
  4. Yılbaşı ve Emre'lerin evi.
  5. İşe girişim.
Okunan En İyi Beş Kitap:
  1. Hayatın Kaynağı/The Fountainhead - Ayn Rand
  2. Bin Muhteşem Güneş/A Thousand Splendid Suns - Khaled Husseini
  3. Sirius'tan Gelen Kurbağa/Half Asleep in Frog Pyjamas - Tom Robbins
  4. Toza Sor/Ask the Dust - John Fante
  5. Uçurtma Avcısı/The Kite Runner - Khaled Husseini
Dinlenen En İyi Beş Albüm:
  1. The Shins - Chutes Too Narrow
  2. Emiliana Torrini - Love in the Time of Science
  3. Regina Spektor - Begin to Hope
  4. Regina Spektor - Far
  5. Belle & Sebastian - Push Barman to Open Old Wounds
Dinlenen En İyi Beş OST:
  1. Bear McCreary - Battlestar Galactica Season 4/Daybreak
  2. Dario Marianelli - Pride & Prejudice + Atonement
  3. Elliot Goldenthal - Frida
  4. Glen Hansard & Marketa Irglova - Once
  5. Nick Cave - The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford
iTunes'a Göre En Çok Dinlenen En iyi Beş Şarkı: (Haziran'dan itibaren)
  1. The Shins - Kissing the Lipless
  2. Regina Spektor - Hero
  3. Glen Hansard & Marketa Irglova - Falling Slowly
  4. Finger Eleven - Paralyzer
  5. Gogol Bordello - Wonderlust King
İzlenen En İyi Beş Film: (Yine yazdan öncekiler hatırlanmayıp, seçim inanılmaz zor yapılmıştır)
  1. Quintin Tarantino - Inglourious Basterds
  2. Richard Linklater - Before Sunrise/Sunset
  3. Goran Dukic - Wristcutters: A Love Story
  4. Martin McDonagh - In Bruges
  5. Clint Eastwood - Changeling + Gus Van Sant - Milk (eşittir? :P)
İzlenen En İyi Yeni Dizi:
  1. The Wire
  2. Rome
  3. Supernatural
  4. Arrested Development
  5. It's Always Sunny in Philadelphia + 30 Rock
İzlenen En İyi Yeni Sezonuyla Geri Dönüş Yapan Dizi:
  1. Battlestar Galactica - Season 4.5
  2. Supernatural
  3. House MD
  4. Grey's Anatomy
  5. How I Met Your Mother

Sunday, November 22, 2009

Get Me Away From Here, I'm Dying

Hiçbir şey aylarca biriktirip biriktirip bir anda patlamanın yarattığı dayanılmaz hafifliğin yerini tutamaz. Yıllardır bu kadar ağlamamıştım belki, ama değdi.

Saturday, November 21, 2009

The Ghost of Corporate Future

Yalanlarla doluyum resmen, bir de utanmadan 1 demişim, tekrar yazarım demişim, sanki kendimi tanımıyorum! Gerçi kendime de haksızlık etmeyeyim, başladım yazmaya ikinci bölümünü önceki postun.. Ama açgözlülüğüme geldi, bir film daha bir film daha derken iş için içinden çıkılmaz hale geldi. Sadece bir liste yapıp geçeceğim.

(500) Days of Summer
Before Sunrise
Before Sunset
Blow
Changeling
Everything is Illuminated
Forgetting Sarah Marshall
Frida
Frost/Nixon
Gran Torino
Inglourious Basterds
Milk
My Blueberry Nights
New Moon (Bunun için Eren kişisine teşekkür etmem gerekiyor beni ön gösterimine götürdüğü için :P Zaten aksi takdirde tenezzül etmeyeceğim bir film, lütfen.)
Thank You for Smoking
The Brothers Bloom
The Curious Case of Benjamin Button
The Edge of Love
The Reader
The Royal Tenenbaums
The Savages
The Soloist
The Ugly Truth
Wristcutters: A Love Story
X-Men Origins: Wolverine

Link falan veremem bu sefer, imdb orda. Hadi bakim. :P En en en çok bayıldıklarım Before Sunset ile Inglourious Basterds idi bu arada. Before Sunset için hayatımda izlediğim en güzel romantik filmdi diyebilirim sanırım. O kadar doğal, o kadar gerçekçi, o kadar sıcak... Inglourious Basterds ise bir Tarantino harikası, o adam zaten bu saatten sonra isterse gelsin ne bileyim Çocuklar Duymasın'ı falan yeniden çevirsin, yeni bir Kurtlar Vadisi filmi çıkarsın, kalitesinden şüphe duymam, gider izlerim.

~~~


Müzik günlüğüm de son zamanlarda Regina Spektor ile dolup taşmakta. Yeni albümü Far'ı tüketiyorum itinayla. Bütün Regina şarkıları gibi bu da içine çekiveriyor insanı, sözleriyle, piyanosuyla... Eet, Dance Anthem of the 80's, Genius Next Door, Laughing With ve the Sword & the Pen bayıldıklarım, ama geri kalanını da severek dinlemekteyim. Özellikle kitap okurken süper gidiyor.

Gerçi, Inglourious Basterds'ta keşfettiğim David Bowie şarkısı sayesinde bugün sabahtan beri falan sürekli David Bowie dinlemekteyim, eski playlistlerimi çıkardım ortaya falan. O da şahane ayrıca, belirtmeyi borç bilirim. Cat People (Putting Out Fire) ismi. Filmdeki sahneye süper oturmuş, bayıldım. With Gasoliiiiine! diye girdiği bölümü şahane şarkının.

Tabii bir de Merlin ve okumakta olduğum Mists of Avalon sağolsun, eski Blind Guardian şarkıları da çıktı ortaya. Mordred's Song olsun, A Past and Future Secret olsun.. Severiz.

~~~

Onun dışında işe gidip geliyorum lan blog takipçileri! :P Gerçi buraya yazdığım iş değil, buraya yazdıktan sonra neler neler oldu. Gerçi o kadar da bir şey olmadı yani, Cevza Hoca'dan daha iyi bir teklif geldi, orası kabul edince oraya gittim. :P Artık İTKİB'de çalışıyorum ve gayet de memnunum. İnsanlar, ortam falan bayağı iyi. Geyik insanlar zaten bayağı. Ama uzak gerçi. Yenibosna'da taa. Dış Ticaret Kompleksinde ayıptır söylemesi. :P Ama servis var evime kadar, o güzel. Her allahın günü de gidiyorum. Etek falan giyiyorum lan, şaka gibi. Öyle işte. Uzun uzun yazasım vardı ama gitti o istek valla. Ve böyle taslak olarak bırakırsam da kalır bu ha söyliyim. Yolladım gitti.

Şarkıyla kapatırız bence.



Monday, November 02, 2009

Deeper Into Movies (1)

Haftasonunda bana ne oldu bilmiyorum ama yıllardır beklediğim an gerçekleşti ve film fever'ını sonunda elde edebildim. Gece gündüz film izledim neredeyse, günde 6 film izlediğim oldu. :P Yay! Kısa kısa kendi kişisel eleştirilerimi yapıciim. Övünç kaynağım ama, yapmazsam olmaz.

O kadar hızlı izledim ki hepsini, sırasını hatırlamıyorum. Ben de alfabetik sıraya göre yapıcam ki zaten hdd'mdeki klasörlerden isimlere baktığıma göre, en kolayı da o.


Afişi sevimli geldikten sonra Office'ten tanıyıp sevdiğimiz John Krasinski'nin oynadığını fark edip ilgimi çeken, sonra sinemada fragmanını görüp 'dvdrip'i çıksın, indiririz' dediğim, Sam Mendes'in yönettiğini görünceyse izlemem farz olan bir filmdir kendisi. Kadın hamile kalınca yaşadıkları yerin çocuk büyütmeye uygun olmadığına karar veren bir çiftin yaşayacak yer bulma çalışmalarını anlatan bir yol filmi. Film boyunca Jim'ciğim (istediği kadar çok filmde oynayabilir, benim için her daim Jim olarak kalacak) kendisine hiç yakıştıramadığım sakallarına ve yine kendisine hiç yakıştıramadığım kız arkadaşı Verona'nın tipine takılmış olsam da bunların filmi daha gerçekçi kıldığını itiraf etmeliyim. Hollywood güzelliği yoktu ikisinde de; sıradan, yan komşunuz olabilecek tiplerdi. Gerçi böyle iki sıradan bir tipin nasıl olur da bütün tanıdıkları bu kadar absürd ve uç olabilir akıl sır erdiremiyorsunuz ama neticede bu karikatürize olmuş karakterler hafiften ağır tempolu bu filme hareket katan öğelerdi, o yüzden bağrımıza basıyoruz. Onun dışında oldukça sevimli ve içten bir filmdi, Alexi Murduch'ın elinden çıkmış müzikleriyse şahaneydi.


1900'lü yılların başlarında geçen Stephen Frears'ın yönettiği Michelle Pfeiffer'ın oynadığı yaşlı metres-genç adam hikayesi. Zamanının gözde kurtizanlarından Lea, arkadaşı ve meslektaşının herkesin Cheri diye hitap ettiği gencecik oğlu ile ilişki yaşar. Altı yılın sonunda Cheri yaşıtı biriyle evlenir ve Lea ile ilişkisini sonlandırır. Bu ikisi için de iyi olmaz. Filmi Dangerous Liaisons ile kalbimi kazanan Stephen Frears için izledim desem yalan olmaz sanırım. Korkunç narrator amca dışında fazla rahatsız olduğum bir nokta yoktu ama film malesef yönetmenin bahsettiğim diğer filmi kadar sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Ağır bir temposu olmasının yanı sıra sonu ve tipik metres hikayelerindeki formülü tersine çevirmiş olmaları dışında öyle ilgi çekici bir yanı da yoktu. Michelle teyzeninse en iyi performansı değildi.


Filmi izlememin tek sebebi isminin ilgimi çekmesiydi ve elimde filmle ilgili başka hiçbir bilgi olmadan oturdum izledim. O isim nedeniyle de açıkçası çoook farklı beklentilerle oturdum karşısına komedi olduğunu bilmeme rağmen ve biraz hayal kırıklığına uğramış olsam da eğlenmediğimi söyleyemem. Simon Pegg yeterince eğlenceli, Kirsten Dunst hanımkızımız çok sevimli ve Jeff Bridges (ki açılış sekansında adını görünce sevinçten uçtum ve beklentilerim olduğundan daha da yükseldi. The Dude'dan bahsediyoruz yani.) her zamanki gibi karizmaydı. Ama çok bir şey beklemeyin, bir kaç saat öldürmek için yeterince iyi bir sebep ama fazlası değil.


Senaryo dalında oscara aday gösterilmiş ve kesinlikle o heykelciği haketmiş bir senaryoya sahip, ters köşeye yatıran, Belçika'da böyle şahane bir şehrin olduğunu şahsıma gösteren, müthiş oyunculuklu (o aksanlarını yerim. hepsinin. ralph fiennes özellikle ne şirindi o aksanla), mükemmel diyaloglu beklediğimden çok daha iyi çıkan bir filmdi In Bruges. Kara mizahlara zaten bayılan bir insan olarak türünün en iyilerinden olduğunu düşündüğüm bu filme de bayıldım. Filmin başrollerinin tek dişisi Harry Potter'ın Fleur'u Clemence Poesy de pek yetenekli bir hanımkızımızmış, sevdik onu da. Sonu özellikle etkileyiciydi, hiç beklemiyordum, kaldım öylece film bitince. Müzikleri de süperdi. Bruges de zengin olunca gidilecek şehirler listesine eklendi.


Hangi motivasyonla indirdiğimi şu an hatırlamıyorum (cidden ama, son on dakikadır onu düşünüyorum, yok hatırlamıyorum) ama her şey çok hızlı gelişti, indiresim geldi, indirdim, izledim. Klasik kanald'de falan verilen hani anne babayla falan izlenen romantik (hatta meg ryantik) komedi filmimiz kendisi - ve hatta izlemiş bile olabilirim televizyonda. 19. yüzyılda yaşayan Leopold ve günümüzde yaşayan Kate'in, kızın eski erkek arkadaşı tarafından bulunan 19. yüzyıla açılan bir portal bulmasıyla başlayan aşkı. Her dakikasını tahmin ederek izliyorsunuz ama, eh, Hugh Jackman'cığımız o aksanıyla konuşsun, filmin konusu hiç fark etmez, otururum izlerim saatlerce. Meg Ryan'ın estetikli ördek dudaklarına ve rahatsız edici şekilde kesilmiş saçlarına bile katlanırım. Yine de film Sting'in Until isimli şarkısını repertuarımıza kattı, o yüzden kazanım olarak sayabiliriz. Yağmur-sıcak çikolata-battaniye-uyku öncesi filmi.


Bu kadar büyütülmüş olan ne bu filme ait bilmiyorum ama işte hayatımın bir daha asla geri alamayacağım iki saatinin ekrana yansımış hali! Bilmiyorum belki ben çok yüksek beklentilerle izledim (her yerdeki 'gülmekten altıma sıçtığım film' yorumlarını göre göre 'ay güleyim azcık ayol' diye saldırdım filme Revolutionary Road'dan sonra) ama bir kaç yerde gülümsetmek dışında bir boka yaramadı film. Sevmedim. Ki genre'ya da karşı bir düşmanlığım yoktur öyle, böyle filmlerden de eğlendiklerim çok ama bu onlardan biri değil ne yazık ki. Zaten izzie (filmdeki ismini bile hatırlamıyorum, greys sağolsun zaten hep izzie kalacak benim için) hamile kaldıktan sonrası klasik romantik komediye dönüştü. Bebeğin kafasının çıkmaya başladığı vajinayı görmemeyse hiç gerek yoktu şahsen. Fazla ürkütücüydü.


Bayılıyorum böyle filmlere. İlk iki filmine de sinemada en az iki kere izlemiş olan ben, üçüncü filme bir türlü gidememiştim. Sonra da vizyondan kalktı ben de dvdripini bekleyeyim dedim. Ama o zaman da unuttum, sonra da zaten izleyesim kalmadı bir daha. En sonunda durup dururken gaza geldim, indirip izledim ve neden sevdiğimi hatırladım bu seriyi. Güzel bir macera, fantastik bir ortam, beklenmedik olaylar, esprili bir dil, eğlenceli sahneler, süper görsel efektler, şizofren bir Jack Sparrow, baba Jack Sparrow Kieth Richards, Johnny Depp, Orlando Bloom, Keira Knightley ve işte size üç saatinizi harcamak için şahane bir sebep. İkinci filmden çok daha fazla sevdiğimi söylemem gerek ama birinci filmin tadını asla yakalayamazlar. Spoiler - savaşın ortasındaki evlilik sahnesine ve pusulanın romu göstermesine yarıldım. :P Beckett'in gemi parçalanırken merdivenlerden iniş sahnesiyse yönetmenlik harikasıydı, bayıldım.

Revolutionary Road


Bir başka Sam Mendes filmi ama Away We Go'nun o iç ısıtıcı atmosferi ve konusunun aksine insanı koltuğuna çivileyip içini karartan bir film. 50'lerde geçmesine rağmen tazeliğini her daim koruyan bir konusu olmasına rağmen esasında konusuyla ön plana çıkan bir film değil. Çünkü gayet sıradan ve bir çok kez işlenmiş bir konu. Ancak diyaloglar, yönetmenin yakaladığı atmosfer ve en önemlisi oyunculuk o kadar muhteşem ki gerçekliğinden şüphe duymuyor ve geriliyorsunuz. Kate Winslet The Reader'da da çok başarılı olsa da oscarı bu filmle alması gerekiyordu kesinlikle. Ama olsun, aldı ya, o yeter bize. Leonardo Di Caprio da inanılmaz başarılıydı ve aralarındaki kimya tartışmasız müthiş. Zaten etkileyici olan kısım da oydu, bir kavga sahnesi vardı ki annem babam kavga ediyormuşçasına endişelendim. Bir de tabii Paris planlarını tek uygulanası bulan kişinin bir deli olması da insanı gerçekten her şeyi bırakıp hayallerin peşinde koşmanın gerçekten delice bir şey mi olduğu yoksa sadece deli olmanın getirdiği özgürlüğün mü bu planı uygulanabilir bulmasını sağladığı konusunda da düşündürüyor. Sevdim kısacası filmi.


Sunshine Cleaning


Little Miss Sunshine'ı yaratan insanlar yaratmış, bu filmin başından da zaten hemen hemen aynı duygularla kalkıyorsunuz. Hem gülümsetip hem hüzünlendiren filmlerden. Amy Adams, Alan Arkin zaten şahaneler ama Emily Blunt bu filmde pek güzel olmuş, hem tip hem de oyunculuk bakımından. Yine bir gerçekçilik durumu bu filmde de alabildiğine mevcut ve hem senaristinin hem yönetmeninin bir kadın olmasının bu konuda büyük faydası olmuş, çünkü en nihayetinde bir kadın filmi (bu demek değil ki sadece kadınlar için). Hep lisede loser olan tiplerin hikayelerini izlerdik, bu filmde ise karşımızda lisede alabildiğine popüler olan ancak mezun olduktan sonra işleri o kadar iyi gitmeyip hizmetçilik yapmaya kadar düşen, her aynaya bakışında 'I'm a winner' temalı bir kaç cümleyle kendisine güven aşılamaya çalışan bekar bir anne var. Kendi işini kurmuş olmanın verdiği gururla baby shower'a gidip kendisini bir hizmetçi olarak görmüş olan lise arkadaşlarına kendisini kanıtlamaya çalıştığı sahneler oldukça etkileyiciydi. Tren sahnesini de pek sevdim. İki kız kardeşin nihayet televizyonda annelerini gördüğü ve since 1963 sahneleri de yine güzeldi. Dede-torunun da bir şeyler yapmaya çalışmaları ve aralarındaki ilişki de yine sevdiğim noktalardan.


The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford


Ne olduğu bilinip ona göre izlenmesi gereken filmlerden ki filmin adı bu konuda ister istemez yardımcı oluyor. Başı sonu belli, hiçbir gizem, hiçbir merak unsuru yok, Jesse James Robert Ford tarafından öldürülüyor işte sonunda. Ama zaten film, Jesse James'in maceralarını anlatan bir macera filmi de değil. Hatta filmin ana konusu o bile değil, ilgilendiğimiz asıl kişi Robert Ford. Jesse James'e duyduğu derin sevginin nasıl olup da onu öldürecek kadar nefrete dönüştüğünü izlediğimiz psikolojik bir gerilim aslında. Çok da güzel olmuş, her sahne bir fotoğraf karesi gibi zaten ve Brad Pitt'e saygımız büyük olsa da Casey Affleck kesinlikle muhteşem. Her duyguyu, ikilemini, psikolojisini öylesine güzel yansıtmış ki. Müzikleriyse Nick Cave'in elinden çıkma olduğunu bildiğim için zaten müthiş bir şey bekliyordum, yanılmadım, süper süper süper. Song for Bob ve Rather Lovely Thing'i defalarca dinledim sayesinde.

Neyse, daha dokuz film daha olduğunu fark ettim, o yüzden bunu şimdilik yayınlayayım, ona devam ederim.