Monday, November 01, 2010

The State I Am In

Her allahın günü şuraya yazılar döşemek istiyorum, ama bir türlü toparlayamıyorum kafamı. Konsept belirleyemiyorum; bir şey mi tanıtayım, mutlu bir yazı mı olsun, damardan mı girsem, komiklikler mi yapayım, günlük mü olsa diye bakıyorum saatlerce şu yeni kayıt ekranına. Çünkü hepsini aynı anda hissediyorum şuraya geldiğimden beri, bir gün mutlu, bir gün depresif, bir gün eğlenceli değilim resmen. 

Ama sonunda baktım olmayacak, yazmaya başlayayım, belki gelir gerisi dedim. 

Genel olarak bakılırsa, New York'ta yaşıyor olmama rağmen ilginç bir hayatım olduğu söylenemez. Gece hayatım hatta İstanbul'da daha hareketliydi resmen. En büyük sebebi maddi tabii, bir gece dışarı çıkıp 100 dolar harcayacak lüksüm yok şu anda. Hadi onu geçelim, para harcamadan da çıkarsın neticede dışarı, ama gelin kabul edelim, tek başına çıkıp bir gecede bir sürü arkadaş edinebilecek bir sosyal böcük olmadığım bilinen bişey. Yapayalnız olduğumu iddia edemem, vakit geçirmelik bir sürü insan var, okuldakilerle de yeni yeni de olsa kaynaşmaya başladık, ama yine de ne bileyim, her gün - hatta her günü geçtim, her hafta - dışarı çıkmak için gerekli enerji kalmamış bende ya. 


Okul da etkiliyor tabii, ciddi anlamda zor burada üniversite okumak. Yani zor kavramı da göreceli elbette, onu da şöyle açayım: şimdi biz İTÜ'de ödevsiz, devamsızlığımız kimsenin umurunda olmayacak şekilde sadece sınav ve proje dönemlerinde kasarak geçmeye alışmış bireyleriz. Amerikan okullarıysa ödevlere ciddi olarak önem veriyor. Dersler, zor, tamam, ama İTÜ'dekinden zor diyemem. Amma lakin ki işin içine her hafta hayvan gibi ödevler girince, benim gibi sevmediği bir konuda yapması gerekenler olduğu zaman hayatı zindana dönen biri için işkence oluyor. Bir de sallama şansımız da yok yani, notumuzun büyük bir yüzdesini kaplıyor bu ödevler. Vee o not ortalamasının yükselmesi lazım master istiyorsam burada. Ki istiyorum da. 

Planlarımı tam olarak buraya yazmiycam, çünkü daha bişey belli değil ve pamuk ipliğine bağlı resmen, korkuyorum çok olmazsa diye. Olursa, burs alabilir de Parsons'a kabul edilebilirsem o kadar mükemmel olucak ki. O kadar mükemmel olacak ki, hatta, sırf o yüzden olmayacak gibi geliyor. Şu zamana kadar ne zaman istediklerim tam olarak oldu ki? Bir bedeli oldu hep gerçekleştirdiğim hayallerin. Of, aman, öyle işte...

İşte, o yüzden biraz gerginim son zamanlarda açıkçası. Geleceğim bir gram belirli değil, master olmazsa iş bulmaya kasıcam ancak bu ekonomide amerikanlar iş bulamazken beni işe almaları için onlara sunacak  bişeyim yok, umudum da az o yüzden. Of, bilmiyorum, geriliyorum, konuyu kapatıyorum :P

Onun dışında günlerim İstanbul'dakinden pek farklı geçmiyor açıkçası. Hala kitap okuyorum bol bol, hala film/dizi izliyorum bol bol. Tek farkı bunlara ev geçindirme denen iğrenç şey eklendi işte. Temizlik ve yemek yapma zorunluluğu o kadar boğuyor ki bazen. Anne evinden ilk defa uzaklaşmış biri için fazla geliyor bu kadarı tabii. 

Ama onun dışında en çok tadını çıkardığım şey özgürlük tabii. Gecenin köründe, canım sıkılınca met'e gidicem diye (buranın migrosu gibin) evden çıkıp iki tur atıp gelmek, kimseye bağlı olmamak, hesap verme zorunluğu olmaması, kendi kendine yetmenin verdiği haz güzel şeyler. 

Tabii bu da iki sonuç doğuruyor o anki halet-i ruhiyeme - bazen de hormonlarıma - bağlı olarak. Bazen, özellikle tek başıma çıkıp kulağımda müziğimle daha önce görmediğim güzel sokaklarda dolaşırken şansıma inanamıyorum. Flatiron District'in oralarda mimari de çok güzel mesela, oralardayken özellikle de elimde evle ilgili basit bişey (temizlik malzemesi, yemeklik vs) o binalara bakıp bakıp mutlu oluyorum, 'yaşamak için bulunduğum şehre bak. turist değilim ben. bu insanlar I love NY tişörtleri alıp bu binaları unutmamak için beyinlerine kazımaya çalışırken benim öyle şeyler yapmama gerek yok, çünkü burada yaşıyorum ben. tek başıma,' diye. Ve tabii tek başına bambaşka bir ülkede yaşarken, her şeyi arkanda bırakıp hayatına yeni baştan başlayabilme özgürlüğüne sahip olduğunu bilmek de mutluluk ve tatmin veren şeylerin en önemlilerinden.

Ama bu mutluluk ve tatmin veren şeyin ta kendisi de bazen durup dururken depresyona sokabiliyor. Evet, bu özgürlük -en azından benim için- çok güzel bir şey, ama madalyonu çevirip arkasına baktığında da görüyorsun ki bu özgürlüğün de hayatında aslında kimsenin olmaması, yapayalnız olman gibi bir bedeli de var. Metroda yolculuk yaparken, yolda yürürken, evde otururken bazen aklıma düşüyor, 'şurada ölsem, koskoca ülkede gerçekten umursayacak kimse yok,' diye. Hani evet, sınıf arkadaşlarım, ev arkadaşım, üzülecek, o kadar da küçük Emrah'a bağlayacak halim yok. Ama herkes hayatına olduğu gibi devam edecek, gerçekten de etkilemeyecek yokluğum kimseyi. Bu gerçek, panik seviyesine bile getiriyor bazen. 

Öyle işte. 



2 comments:

selen said...

Biraz depresif gordum seni :)

Persembe bulusuyoruz de mi?

Persephone said...

İşin garibi, yazıyı yazmaya başladığımda kendimi kötü bile hissetmiyordum, gayet neşeliydim, yazmaya başlayınca moralim bozuldu. :P

Evvet, saatleri konuşalım bir ara :)