Saturday, July 17, 2010

22: the Death of All the Romance

Evet, artık yazmak lazım sanırım bişeyler. Önce geçen cumartesi yazmaya başladığım, ancak böyle aniden gelen bir tembellik dalgasıyla bırakıverdiğim postu tamamlayıp göndereyim de havamızı bulalım. (yazarın notu: bu paragraf 25 Temmuzda yazılmış olup the following takes place on 17 Temmuz :P bir de son iki paragrafı şimdi yazdım).

22'yi de doldurduk hayırlısıylan bu hafta. Genel olarak kutlu doğum haftam pek güzeldi, arada çeviri-related sıkıntılar yaşansa da atlatıldı ve eğlenildi. Sevgili nur, Ankara'lardan teşrif etti, keza Dilda da buralarda yaz dolayısıyla. Emre de sağolsun gitmedi memleketine bir kaç gün(gerçi 2-3 aydır, yok kalamam o zamana kadar diye deli ediyordu, o ayrı), Can da yaz okuluna kalan bir tembel olduğundan buradaydı. Bu doğumgünümle ilgili hatırlayacağım en güzel şey Imogen Heap konseriydi sanırım. Gitmeye pek hevesliydim ama tam almaya gittiğimde öğrenci biletlerinin bitmiş olduğunu görünce heves meves kalmamıştı açıkçası. Dilda da isteksiz görünüyordu, gidecek adam da yok diye gitmiycem herhalde diyordum. Ama biricik editörüm, canım arkadaşım Eren, Cuma günkü doğum günü içmecemizde doğum günü hediyem olarak bana konser bileti alacağını söylediğinde pek bir sevindirik oldum takdir edersiniz ki.

Cuma günkü bilindik bir pendor içmecesiydi, hönönösüyle, white russianlarıyla, tekila shotlarıyla... O günle ilgili hatırlanacak tek şey - daha sonra detaylı anlatacağım vize sıkıntılarımın bitme günü olmasının yanı sıra - gece bardan çıktıktan sonra yağan hayvan yağmurdu. Neyse ki iki kişiye bir şemsiye düşecek şeklinde bir dağılım olmuştu, benim şemsiyenin plus one'ını de hemen Emre kapmıştı tabii ki. Ama bilmiyordu tabii o sırada bir halta yaramayacağını, istiklal caddesinde mcdonaldsın oralardan 110'a gidene kadar üzerimizde ıslanmayan tek bir doku - deri/tekstil/saç hepsi - kalmamıştı. İyi gene, hasta olmadım.



Ertesi gün sabah yine yağıyordu yağmur, Imogen Heap konserinin iptal olacağı söylentileri dolaşıyordu, pek bi korktuk ama kendimizi attık yine de taksime. Ahu kişisiyle doğumgünü waffle'ımızı yedik, saatlerce dildayı bekledik. Saat 6 gibi erenle buluştuk, İstanbul Modern'e gittik. Bilet falan almamıştık henüz, Biletixte bitmiş gözüküyordu çünkü, dedik kapının önünde buluruz, tamamen kumar oynayarak gittik. Ama İstanbul Modern'in önü de maşallah, gelenlerin yarısı biletsizdi, bilet satışı da yapılıyordu, haliyle sıraya girdik, aldık, girdik. Konser pek şahaneydi, Imogen ablam dünya tatlısı bir insan olduğundan, sahnede bir oraya bir buraya koşuyor, akla gelebilecek her enstrümanı eline alıp çalıyor, arada kendi kendine konuşuyor, zıplıyor, uçuyor, kaçıyor falan sevgim kat kat kabardı kendisine karşı.
Konserin en güzel anları, Frou Frou'dan Let Go'yu akustik olarak piyanoda çaldığı (mest oldum mest!) an, Tidal'un sonunda elektro piyanosunu boynuna asıp elektro gitar gibi çalarak (keytarmış adı) - hatta cool olmak için de güneş gözlüğünü takıp - en baba rockçılara taş çıkartacak şekilde coşturduğu an ve Just For Now'da seyirciyi üçe bölüp nakarat kısımlarını bize farklı zamanlamalarla söyleterek şarkıdaki a capella'yı yarattığı an oldu sanırım. Kişisel favorim Speeding Cars çaldığında ayrı bir mest olduğumu söylememe sanırım lüzum yok.
o an arkadaşın makinası kilitlenince benim blackberry'nin saçma megapiksellerine güvendik, biraz kötü oldu.
Sonunda ilginç bir şey oldu ama. Sonlara doğru, birden konuşmaya başladı, "şimdi normalde biliyorsunuz, encore yapmamız gerekiyor, hani şu bizim konser bitmiş gibi sahneden indiğimiz, sonra sanki sizin alkışlarınıza dayanamamış da geri dönmüş gibi tekrar sahneye çıktığımız şey, çok aptalca bence, ben onu yapmicam, bütün şarkıları söyleyip gidicem" dedi, alkışladık ettik, ama "he he tabii bebeğim" falan dedik. Konser bitince indi sahneden, hakikaten de çıkmadı bir daha. Biz alkışlıyoruz, "bırak bu ayakları imogen, çık işte" falan derken ışıklar yandı, "iksv jazz festivaline katıldığınız için teşekkür ederiz, falan da filan da" diye bir anons duyduk, resmen siktiri çektiler bize. Biz de dedik, hakkaten sözünün eri hatunmuş, çıkmicam dedi, çıkmadı, helal olsun. Güzel konserdi kısacası, yağmur da yağmadı, çok iyi de oldu çok da güzel oldu, tamam mı? Çıkışında da Taksim'e gittik, erenler pasta aldı, erenin binbeşyüz arkadaşıyla Thales diye bir yere gittik, doğumgünüme girdik. Ama içemedim pek, Eren'in Kadıköy'e dönmüyor oluşu, pek sevgili uyuz Emre'nin dünya kupası finalini bahane edip gelmeyişi yüzünden Kadıköy'e tek başıma döndüm, haliyle sanırım o saatlerde ilk defa ayık bindim 110'a :P Eh, dans edip eğlenmem için de benim bir kaç shot yapmam lazım oluyor en azından, haliyle çok eğlenememedim, ama Eren'le de karşılıklı göbek atmadık değil.

Pazar günü sevgili belediye çalışanı Ayşe'nin indirimleriyle ve Nur hatunun nihayet ankaralardan teşrifiyle, Paşalimanı'na kahvaltıya gittik. Brunch demek daha mantıklı olur tabii, 12-1 gibi buluşabildiğimiz düşünülürse. Deniz kenarı, açık büfe, hoş bir yerdi. Çılgın fiyatları vardı, Ayşe'nin indirimiyle bile, ama yemekler pek güzeldi, bulunduğu yer pek hoştu, bence değdi. Son iki güne inat bir şekilde hava inanılmaz sıcaktı, haliyle hem ödediğimiz hesap hem de bu sıcak mayıştırdı, hiçbir şey yapasımız kalmadı. Sözde o akşam da içecektik de... Kadıköy'e dönelim dedik, ama Paşalimanı üsküdarda olduğundan, Nur da bir ankaralı olarak deniz görmek istediğini beyan ettiğinden Kadıköy'e Beşiktaş üzerinden dönmeye karar verip dünyanın en gereksiz işlerinden birine parmak bastık. :P Üsküdar'dan motora binip Beşiktaş'a gittik, Beşiktaş'tan vapurla Kadıköy'e. :P Kısacası nerden baksan 5 dakika süren yolu denizli menizli, püfür püfür halde 1.30 saatte falan aldık. :P Pişman değilim ama, gene olsa gene yaparım. Kadıköy'de de mayışı mayışık Trivial Pursuit oynadık, ardından orada sıcaktan öleceğimize karar verip Burger'ın terasına çıktık oturduk geyik yaptık. Sonra akşam annemler doğumgünümü kutlamak için beni Kadıköy'den alacaklarını söylemişlerdi, henüz aramadıklarından ben de Emre'lere geçtim. Sonra Beylerbeyinde annemler bir balık restoranına götürdüler, böylece doğumgünüm sonlandı.

İşin kötüsü daha çeviri bitmemişti, hala Time Out'un sports & fitness'ıyla sıkılıp bıraktığım sights kısmından bir kaç ilçe bütün haşmetiyle duruyordu. Nur'a paslamıştım bir kısmını, ama o da benim 3 sene sonraki halim olduğundan bütün aksilikler onu bulmuş doğru düzgün yapamamıştı. Pazartesi biraz ona bakalım dedik, ama yalan oldu, onun yerine Emre'yi de alıp Bağdat Caddesine gittik. Bir ayakkabı beğenmiştik Nur'la, onun mağazasını bulma azmiyle o sıcakta kendimizi caddeye attık. Emre'yi de boğduk bu süreçte sanırım, ama olsun, müstahak ona. :P Geyikti ama ya, ahahha bir yerde dağıldık özellikle. Üsküdar'da bir önceki gün Anılar Tavernası diye bir yer görmüştük, gülüp geçmiştik. Yolda yürürken bir ara Emre 'ah ne anılarım var burada, bir kere şurada gözüme polen kaçmıştı' dedikten sonra Nur gayet ciddi bir ses tonuyla 'Anılar Tavernasında sahneye çıkıp anılarını anlattığın bir gece varmış, sen de mikrofonu eline alıp bu anılarını anlatırsın' dedi. Birden gözümde comedy clublar gibi bir ortam canlandı ve mantıklı geldi, ama mantıklı gelmeyen başka bir şey vardı: 'iyi de sen nerden biliyorsun?' dedim. Baktım emre de gayet ciddi, hayallere dalmış yanımda. Nur baktı, 'bir dakika, ciddiye almadınız di mi beni?' dedi hem emre hem de ben dağıldık. O da kafasından Anılar gecesinde sahneye çıkmış bir amcayı hayal ediyormuş. İkimizin de aynı anda şakayı ciddiye alması pek bir hoş oldu haliyle :P Ama bence mantıklı ve gayet başarılı bir business plan. :P İlerde yapıcam bunu, anısını anlatmaya bayılan adam çok çıkar - yani şu yazdığım blog postu bile buna kanıt. :P

Salı Nur sabahtan bize geldi, artık olmuyor dedik, çeviriye odaklandık. 5e kadar çevirdik, 5te Emre de bize geldi, barbunya yiyip kütüphanemden kitap seçti ve Taksim'e gittik. İçme gecesini ertelemiştik de. :P Yine Pendor'a gittik, içtik, her zamanki gibi geyiklerimizi yaptık, güldük ettik, El Bimbo ve U Can't Touch This söyleyip söyleyip dans ettik ve geri döndük. 110'da aç olduğumuzu fark edince gecenin o saatinde, o gece bize gelecek olan Nur'u da aldık Emre'lere gittik çin yemeği sipariş etçez diye. Bayağı komşuculuk oynadık o gün Emre'yle :P Son günümdü ama keratayla, salak herif ertesi gün memleketine döndü, göremiycem bir daha, özliycem :( Çarşamba Nur'la tam gün çeviri yaptık, yetişmeyince o gece de kalmaya karar verdi. En son sapıtıp sabaha karşı 3 gibi balkonda Another One Bites the Dust söyleyip (çevirinin şarkısı ilan ediyorum zaten bunu, her sayfa bitirişimde şarkıya nakarattan girip iki dans ediyordum son 1 ay boyunca) dans ettiğimizi hatırlıyorum. Perşembe öğleye doğru anca bitti benim kısım, Nur da teyzesine döndü. Gerçi meğer benim bitmemiş, başıma bin türlü daha çeviri çıktı sabaha kadar. Ama neticede Cuma 3 gibi nihayete erdi! Çeviriyi Eren'e mail atarkenki hissettiğim mutluluğu şu an kelimelere dökemem sanırım... Toplanıp Epsilon'a gittik Nur'la, ben sözleşmemi imzaladım, Eren de bize bir sürü hediye kitap verdi, oradan çıktık Nur'la Bebek'e gittik, akşama kadar deniz kenarında oturduk dinlendik, kafamızı dinledik, bütün sorumluluğun bitmiş olmasının verdiği rahatlıkla oturduk saatlerce. Sonra vedalaştık, ve kutlu doğum haftam sona erdi.

Başlık olarak the Dears'ın bu güzide şarkısını seçtim, çünkü aslında bir bakıma uygun. Bu sene bir çok şeyin farkına vardığım, kurduğum hayallerin, yaptığım planların gerçekleşmeyeceğini, ya da gerçekleşmesinin çok küçük bir ihtimal olduğunu anladığım sene oldu. Artık plan bile yapamıyorum, hayal bile kuramıyorum hatta. Eski, hayatının her evresinde geleceğinin her dönemini planlayarak yaşayan ben, şimdi önündeki bir seneden sonrasını göremiyor, günü, haftayı, ayı çıkarmaya bakar oldum. Büyümek, yaşlanmak bu sanırım. Aslında doğum günüm olması o yüzden pek de bir mutluluk vermiyor esasında, yaşlanmak korkusu değil bu ama. Dünya üzerinde 22 yıl geçirmiş olduğum halde hala kayda değer bir başarımın, bir işlevimin olmaması, hala elle tutulur 'evet, ben yaşadım' diyebileceğim hiçbir şey yapmamış olmak. Geçen sene 21'imi doldururken de aynı şeyi söylüyordum ve bir sene geçti, değişen bir şey yok. Seneye 23'ümü doldururken de aynı ruh halinde olmak en büyük korkum. Ama bunu değiştirmek için de bir şey yaptığım söylenemez. Tek yaptığım şey oturduğum yerden söylenmek, e müstahak o zaman bana. İstek var, heves var, hayaller, planlar var ama bunların hepsini icraate geçirecek itici güç yok. Psikoloji kitapları buna başarısız olma fobisi diyor, bilemiyorum. Tek bildiğim bir an önce kendimi değiştirmem gerektiği.

Böyle mutlu başlayıp depresif de bitiririm işte postumu!



2 comments:

elfenben said...

Son paragrafa kadar kikir kikir okudum, hatta anılar tavernasında tekrar dağıldım ama son paragrafı beğenmedim işte, beğenmedim :)

Bir de, ikinci ayakkabımı da tasarladım ben :P

Persephone said...

valla ben de beğenmedim, isteyerek yazmadım, öyle bir paragraf çıktığını paragraf bittikten sonra fark ettim :P silsem olmazdı şimdi :P

uuuu pics or it didn't happen diyoruz o zaman :P