Friday, March 11, 2011

Somewhere Between Waking and Sleeping

Gün itibariyle uyku düzenimi yoluna koydum, yurdun çeşitli yerlerindeki şenlikler artık başlayabilir. O kadar bok gibi yaşıyordum ki anlatamam. Sabaha kadar otur, 8 gibi sız, sabahki dersi kaçır, akşamki derse git, sabaha kadar otur. Ya da Sabaha kadar otur, giyinip derse git, dersin son 1 saati öleceğini san, o derece uykun gelsin, koşa koşa 'dur 3-4 saat uyuyayım, dinç bir şekilde akşamki derse gelirim' yalanıyla eve git, tabii ki 8-9'a kadar uyu, uyanıp 'eh, kimi kandırıyordun bebeyim' diye kendi kendine kız ve gene sabahla. Böyle saçma sapan bir rutindeydim. Ta ki çarşamba günü sabahki dersime bir daha gitmezsem kalacağımı, öğlenki dersimin mid-term'ü olduğunu ve akşamki derste term projectin anlatılacağını öğrenene kadar. Sanırım hayatımın en zorlu sınavını verdim o gün. Mid-term değil ayol, o bayağı kekti, 10 short answer, 50 de true-false, bala göte geçicem o dersi gibi duruyor. Ama bu şartlar altında uyanık kalmak... İşte asıl imtihan. Üstelik sabahtan akşama kadar olan dersler şu şekil: Renk Psikolojisi -- Tekstil Pazarlama -- Uluslararası Ekonomi. Sleep Fest resmen. 

Renk psikolojisi eğlenceliydi gene. Ders konuları gerçekten de marketing, ekonomi, global sourcing gibi dersler almasaydım dünyanın en sıkıcı ders konuları olmaya aday olabilirdi ama daha kötüsünü de gördüğüm için ve profesörü çok komik bir adam olduğu için gözlerimi açık tutabiliyorum. Tek kötü yanı sabahın 8'inde olması.  Öyle olduğu için de 7 kişi falan alıyoruz dersi, ilk gün 12 kişiydik ama acı bir şekilde her hafta doğal seleksiyonla gittikçe azaldık. Ama hoca çok komik, zaten italyan asıllı, Dominic Carbone diye bir herif (bunların hepsi aynı konuşuyor ama, o kadar çok hareketinde ve konuşmasında Tony Soprano'yu gördüm ki anlatamam. Onun biraz ibnemsi olanı. Ama değilmiş, karısının resmini gösterdi bir kere. Bir kere de köpeğinin resmini gösterdi. Adam sürekli bize fotoğraf gösteriyor. neyse), bazen böyle derste alabildiğine sıkıcı bir konuyu anlatırken ve hepimiz uyurken, anlattığı şeyin sonunu öyle bir şeye bağlıyor, öyle bir şey söylüyor ki önce jeton düşmüyor bizde 'did he just say that?' oluyoruz, sonra da sınıfça dağılıyoruz. Çok ciddi bir şekilde söylüyor çünkü, şaka yapar gibi değil, adam gerçekten komik. Mesela en son akromatik renk körlüğünü anlatıyordu, ben gene kopmuşum dersten, bambaşka diyarlardayım, konuya nerden geldi bilmiyorum ama anlattığı hikayeyi olağanca ciddiyetle 'so naturally I was convinced they were vampires' diyerek bitirdi. Bazen de uyumayalım diye slide'ları bize okutuyor, kendi yazmamış çoğunu, başka yerden almış, arada okurken 'fuck it, sweetheart, that's bullshit,  let's drop this subject' diyip kapatıveriyor konuyu. Dönem projesi olarak da renk paleti oluşturmamız ve o renk paletiyle bir ürün, olay, mekan yaratmamız gerekiyor. Renk paleti ismini bize kendi verdi (O.P.I. ojelerinin isimlerinden çalmış), geçen dersi de o isminin bizde yarattığı çağrışımları tartışarak geçirdik. Benimki kolaydı, Barefoot in Barcelona idi (hayatımdan bir türlü çıkamıyor şu şehir, eninde sonunda yaşayacağım şehir mi olacak ne) ama bir arkadaşın renginin ismi 'you don't know Jacques'tı. Oradan konu 'frere jacques' isimli çocuk şarkısına ve nasıl her kültürde o şarkının oluşuna geldi. Sonra nasıl olduğunu anlamadan kendimi sınıfa 'başparmağım, başparmağım, nerdesin?' isimli parçayı seslendirirken buldum. Hoca istedi, bakmayın öyle :P Yaşadığım en ilginç deneyimdi ama akademik hayatımdaki sanırım.  Geçen derste de kırmızıyı işliyorduk, hintlilerde kınayla ilgili bir sürü gelenek varmış, dedim hoca orada dur. Başladım kına gecelerii anlatmaya. :P 

Neyse bu ders bir şekilde geçiyor da o Textile Marketing dersi ölüyü bile bir kez daha öldürür, o derece. Yazmıştım buraya daha önce nasıl bir hocası olduğunu, bugün de sınavı var diye seviniyordum ders yapmaz diye. Ama herif sınavı son bir saat yaptı. İlk iki saat boyunca hayatımız boyunca asla ilgimizi çekmeyecek olan bir takım gazete küpürlerini okudu. 

Ekonomide artık o kadar ölmüş bir vaziyetteydim ki cidden acı çektim göz kapaklarımı açık tutcam diye. 3 kere uyuyakaldım, ilk ikisinde usulca zıplayarak uyandım. Ama sonuncusu bayağı rezildi. Dirseğimi o sandalyelerin defter konan masamsı aparatlarına koyup başımı dayamak suretiyle uyuyakalmışım. Dirseğim de dosyamın üzerindeymiş, herhalde ondan kaymış, dirseğimin o masamsı aparattan düşmesiyle kafam da düştü, ardından dosyalar, kalemler, kağıtlar, telefonum hepsi yerde buldu kendilerini. O şaşkınlıkla etrafıma bakarken sınıfın tamamının bana baktığını ve hocanın da bana bakıp sırıtarak 'good morning, sorry to wake you up, I'll try to keep it down' dediğini fark ettim. i'm sorry, maym sorry diye mırıldanırken 'go wash your face, have a cup of coffee' falan dedi ama kızmadı pek. Delikanlı kadınmışsın hoca dedim, no i'm ok diyip oturmaya devam ettim. 5 dakika sonra gene uyumuşum ama bu sefer bir elimi alnıma koyup öbür elimle de kalem tutarak yazı yazmaya odaklanıyormuş gibi gözükmeye çalıştım. Başka vukuat olmadı allahtan, işe yaramasa bile ders sağ salim bitti. 

Eve giderken de - allahın emri o artık - metroda tabii ki de uyumuşum. Tren son durağa gitmiş, ters istikamette yeniden yola çıkmış, ben bizim eve 1-2 durak kala uyandım. 'allah, durağı kaçırmışım!' diye ilk durakta indim ters istikametteki trene binip eve gidicem diye. Doğru istikamette olduğumu tren gidip istasyonda yalnız kalınca fark ettim. Böyle komedi filmlerindeki gibi bir sahne oldu, ortam sessiz kaldı, önümden yapraklar uçuştu falan. İşin komiği, 7 treninin son durağı olan Flushing'e hep gitmek istiyordum, bir türlü fırsat olmamıştı. Gitmişim ama haberim yok, şaka gibi.

Her neyse, eve gittiğimde saat 10 olduğu için, biraz daha oturdum ve medeni bir saatte uyudum. Ertesi sabah yine erken kalktım, okula gittim, akşama kadar dersim vardı, eve gelince 11 gibi uyudum ve bu sabah dersim olmamasına rağmen 9 gibi uyandım! O kadar mutluyum ki! Sabahtan beri o kadar iş yaptım, saat daha 2! İnanılmaz bişey! Odamı bok götürüyordu, çamaşırlar o kadar birikti ki giyecek pantolon kalmadığından okula etek giyip duruyordum bu soğukta. Sabah güzel bir kahvaltı yaptım, odamı toparlayıp süpürdüm, şimdi de çamaşır yıkıycam. Dünyanın en işkence işi burada çamaşır. 3 blok ötede olması laundrymat'in en büyük etken bu procrastinationımda tabii. Git, çamaşırları at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, kurutucuya at, eve gel, 30 dakika sonra geri git, çamaşırları al, eve gel. 3 blok elde kirli çamaşır dolu bir çuvalla yürümek de güzel bir katkı değil duruma. 

Sonra da yemek yapmam lazım. Gerçek yemek. Ağzıma sebze grubundan herhangi bir besin maddesi en son ne zaman girdi, gerçekten hatırlamıyorum. Kabak mı yapsam yoksa karnıbahar mı yapsam bilemedim. Kabak yapayım lan, cidden en son anamın evinde yediydim. Ah anam, kadın anam. Bilemedim yemeklerinin değerini. Evde çamaşır makinası oluşunun değerini bilemedim. Ne güzel kirlenince bir şey atardım sepete, sonra o sihirli bir şekilde temiz ve ütülenmiş olarak dolabımda olurdu. Ah, the price we pay to be alone....

4 comments:

selen said...

:) Bazi apartmanlarin bodrum katinda makinalar var ve ben cok ozeniyorum o apartmanlarda yasayanlara. Bu laundry bizde de buyuk sorun ustelik bizimki sadece 1 blok otede ama git gel git gel benim gibi usengec bunyeler icin uygun degil.

Ya bu trende uyuma meselesinin baska bi versiyonu gecen soyle basima geldi. Kitap okuyorum ve kulagimda muzik var. Ve duraklari takip etmiyorum. Kafamda da essek kadar bere var. Kitap disinda hicbisi gormuyorum. Efendim biz son duraga gelmisiz. Herkes inmis. Yeni insanlar binmis. Benim ruhum duymamis. Tren hareket etmeye basladi. Ya bu tren sola dogru gidiyordu simdi niye saga dogru gidiyor, yoksa son duraga gitmiyor mu, anons yaptilar da ben mi duymadim diye bi baktim.. Karsi siramdakiler uzayli gormus gibi bana bakiyor. Once bi kavrayamadim. Sonra anladim ki tren yeni yolcusuyla manhattan'a donuyor. Neyseki sadece 1 durak uzaklasmisiz. Hiiiiic bozuntuya vermeden kalktim, kapiya gittim, cool cool indim bi sonraki durakta trenden. Uyusam bi derece bi de uyanigim.

Bi keresinde de uyumusum. Gozlerimi actigimda kadinin teki bana dogru hamle yapiyordu kalk geldik diye. Genelde uyandiriyo insanlar birbirini. Biz de uyandiriyoruz. Ama insanlar baktilar herhalde karsilarindaki kitap okumaya devam ediyor, bilincli bekliyor herhalde deyip ellesmediler. Artik 5 dk.da bi duraklari takip ediyorum. Bi daha uyanikken durak kacirmayacagim :)

Persephone said...

Şu anda üşengeçlikten ölcem, nakit param kalmamış, 2 tane quarter'ım ve 75 sent değerinde dime'ım var. Çamaşırlarla beraber çıkıp, laundry'nin yanındaki markete 'şunları 3 quarter yapar mısınız' diye yalvarmalı mı yoksa önce çıkıp bir atm'den para mı çekmeli ikilemindeyim. yaparlar mı be selen? :P

Bir kere beni de uyandırmışlardı, bu sefer uykusuzluktan oturduğum yere öyle bir yayılmışım ki herhalde homeless sandırlar beni. Akşamın 10'u, olabilir :P Görüyorum öyle trenleri otel niyetine kullanan homeless'ları :P

Seninki de iyiymiş. :P Ben o cool cool inişleri yanlışlıkla local yerine express trenine bindiğim zaman yapıyorum :P İçimden dehşete bile düşsem 'aaaa durak geçti geçti geçti, lanet olsun yanlış tren' diye, yüzümden hiç çaktırmadan ilk durakta iniyorum :P

zeytin said...

bu uyku meselesine benim de bi hal çare bulmam lazım artık ya. uyanık olduğum saatler kümesi etrafımdaki insanlarla kesişmiyo asla, onlar kalkınca ben oo uyku vakti gelmiş hadi iyi geceleeaar diyip yatıyorum.
iki farklı kimlik oluşturdum resmen. gece inanıp saat kuran, 12 gibi falan en geç uyanırım yae diyen kimliğim ve saat çalınca OHAAEAGAG KAPATIN ŞUNUAAOAV diyen kimliğim. selen'in kadınları.

Persephone said...

geceleri sabah uyanmak istediği saate alarm kurup o saatte uyanacağına inanan insan naifliği kadar samimi bulduğum başka bişey yok herhalde. kah ders çalışacağına inandırır kendini, kah iş yapacağına, kah da sadece uyanması gerektiği için uyanacağını sanır gariban. yanına gidip sevesim, 'her şey yoluna girecek co (it's gonna be ok)' diyesim gelir :P