Thursday, February 24, 2011

Antichrist Television Blues (Part II)

Gelelim gidişhatlara... Çok pis spoiler dağıtırım, riid et yor ovn risk.


Bu sezon gidişhatından en memnun olmadığım dizidir herhalde şu dizi. Sezon inanılmaz kötü başladı, kötü demeyeyim de... Supernatural'la alakası yoktu diyelim. Zira eğer 4. ve 5. sezon yaşanmasaydı güzel derdim belki, bilemiyorum. Ama öyle bir finalden sonra hakaret gibiydi resmen ilk bölümler. Hele o 3. ve 4. bölümlerde falan izlerken uyuyakaldığımı biliyorum. Ama gittikçe ya beklentilerimiz artık düşmeye başladı, ya da gerçekten düzelmeye başladı, bilemiyorum ama eskisi kadar kötülemiyorum artık. Ha, geçen sezon olduğu gibi inanılmaz bi heyecanla beklemiyorum, ara verdiğinde bir çok fan gibi yapımcılara sinirlenmedim, ama bölümler çıktığında eskisi gibi izlemek zor gelmiyor, hatta eğleniyorum. Son bölümlerde hatta beklediğimden iyi sahneler, bölümler oldu. 

Neden sevmediğimin sebeğlerinden bir tanesi de ellerinde hazır konular, hala merak ettiğimiz olaylar varken yeni ve pek de ilgilenmediğimiz olayların gelişmesi. Gidip de dünyanın en itici karakteri olan ve kimsenin merak etmediği Samuel'ı çıkarmaları buna bir örnek. En gereksiz elemandı herhalde şu dizideki. Sonrasında Castiel'i eskisi kadar göstermemeleriyle gözümden daha da bir düştü, ne yalan söyleyeyim. Ayrıca Sam'in eski mıymıy haline itinayla uyuz olsam da iki kardeşin arasındaki o dinamiği seviyorduk biz Supernatural izleyicileri, ruhsuz halini hiç sevmemiştim. Şimdi geri geldi gerçi, hala sevmiyormuşum, ama iki kardeşin atışmalarını özlemişim, ne yalan söyleyeyim. Ve son olarak, komedi unsurları eskisi kadar başarılı değildi başlarda. Benim açıkçası Supe izleme sebeplerimden en büyüğü komedi unsurları. Heyecanlı bölümler de güzel, ama sadece ana hikayeyle alakalı olanları seviyorum ben. 'Haftanın Canavarı' temalı filler bölümlerde az komedi bol heyecan olunca fenalıklar basıyor bana.

Gerçi sanırım affedicem Supernatural'ın 6. sezonunu. Yarınki (6x15) bölümün fragmanı beni benden aldı zira, bu sezon en (hatta ileri gidip tek de diyebilirim) merakla beklediğim Supernatural bölümü oldu. Bakalım, izledikten sonra yaparım artık yorum ama fragmanına bile inanılmaz güldüm. Bakalım.


Lost bitti biteli (birinci sezonundan beri haftalık izlemiştim bunu da) hala izlemekte olduğum en eski dizi ünvanı Grey's Anatomy'ye geçmiş durumda. İkinci sezonundan beri haftalık izlediğim bir dizi kendisi ki şu an 7. sezonunda. Kendisiyle bir sevgi-nefret ilişkimiz var. Bir bölüm oluyor nefret ediyorum, diziyi bırakma kararı alıyorum, asla izlememeye yemin ediyorum, vaktimi boşa harcıyor diye suçluyorum. Sonra bir kaç hafta sonra dayanamayıp bölümleri indiriyor ve çok sevdiğime karar veriyorum. Haftalık terapim gibi bir şey. Çünkü her ne kadar vıcık vıcık romaktik, kimin eli kimin cebinde ilişkiler yumağı sevişken doktorlar dizisi gibi gözükse de aslında çok sağlam çıkarımlar oluyor dizide. Meredith'in bölüm sonu ve başı monologları bazen kulağa fazla sosyal mesaj içerikli gibi gelse de, çoğu zaman 'sen de haklısın Meredith, yürü be bacım' diye sesleniyorum ekrana babanneler misali. Şöyle bir sahne çıkarmış bir dizi neticede, hangimiz düşmedik bu duruma a dostlar? Hala arada izler, Meredith'in cesaretine hayran kalırım, empati kurar, bir yandan da diziye küfrederim içimdeki romantik, ağlak, pembe pembe, hayata umutla bakan, 'ayyy bir araya gelsinler ama yaaa' diye tuhaf tuhaf sesler çıkaran dişiyi bir canavar misali ortaya çıkardığı için.

Bu sezona gelirsek... Sezonun başlarında Christina'nın cerrahlığı bırakması, yaşadığı dramalar baydı açıkçası. Biz onu hırslı, hasta çalan cerrah haliyle seviyoruz. Kaldı ki Meredith-Cristina dostluğu dizide en çok sevdiğim şeylerden biri olup genel olarak da dizi dünyasındaki en sevdiğim arkadaşlıktır. Bozulur gibi olması diziye yakışmadı. :P Allahtan toparladılar. She's her person, for crying out loud. Mark'la Lexie de tam bir araya geldi derken gene ayırdı Shonda ikisini ('bırakıyorum bu diziyi ya bu ne' anlarımdan biri hatta kendisi :P), o da yakışmadı. Ama duyduğuma göre en nihayetinde birlikte olacaklarmış, sabrediyorum. Artık 7 sezondan sonra daha fazla Mer-Der dramasına katlanamadığım için hikayeyi başkaları üzerine çekmeleri güzel bir hamle, ama üzgünüm, Callie ve Arizona dünyanın en sıkıcı çifti. Callie'nin hamileliği (Lexie'yle Mark'ı ayırması açısından üzse de) neyse ki biraz hareket katar gibi oldu ki Mark çok sevdiğim bir karakter olduğundan ve ilişkiye o da katıldığından (Mark/Callie dostluğu dizide sevdiğim ikinci şey) eğlenceli oldu gibi. Teddy'nin sigorta bahanesiyle evlendiği adamla da aralarında bir şey olacağı belli zaten, ama ellerini çabuk tutsunlar rica ediyorum. Shipperları oldum bile ama. Avery de çok taş bir abimizmiş, her bölümde takdir ediyorum kendisini, gözlerini ve karın kaslarını. 


Bu sezona karşı karışık hisler besliyorum. İlk başlarda pek seviyordum, özellikle çoğu insanın anlayamadığım bir şekilde nefret ettiği Rocky Horror Glee Show benim favori bölümümdü. Ama son zamanlarda nedense bir eksik var gibi. Eskisi gibi şarkıları indirip dinleme isteğimin olmayışından, sahneleri tekrar izleme konusundaki isteksizliğime kadar. Hakkını vermek lazım, eğlendiriyor gene - ki bu da Glee'den beklediğim tam olarak tek şey. Ama ne bileyim... Kurt'ü gereksiz yere başka okula yollamaları öncelikle düşünebildiğim sebeplerden. Az gördüğümüz yetmiyormuş gibi ben onu New Directions haliyle sevdim. Blaine'le de aralarında bir şey olmadığına göre çok gereksiz şu andaki hali. Bu arada, kızların Cheerios'dan atılamalarından çok memnunum, cheerleading üniformalarındansa Brittanny'nin gerçekten sağlam gardolabına tanık oluyoruz, hem onun hem Santana'nın tarzlarını sevdim.

Edit: Az önce son bölümü (Blame It on the Alchohol) izledim, sanırım uzun zamandır ilk defa eğlendim bu kadar. Sarhoş halleri pek komikti, hatta şu aralar okul projesiydi, oydu buydu o kadar uğraşıyorum ki benim de bir kafa dağıtmaya ihtiyacım var, özendim kendilerine. Gri kusmuk dışında. Ne kötü bir kusmuktu o. Tek bir maruzatım var, Rachel/Kurt/Blaine üçgeni kötü bir girişim, ucuz bir hamleydi. Rachel kaltaklığın da ötesine geçti sanırım 'Who cares about you, buddy, I might have a boyfriend out of this...' lafıyla ki orada iki tokat aşk etmediği için Kurt'e de kızgınım. Ama eğlendim mi, eğlendim. :P


Yaa of, bu dizi benim için bitmiştir arkadaş! Anne gene yok, gene yok! Tam geçen haftaki bölümü pek sevmişken (Oh Honey) bu bölüm Zooey'nin anne olmadığını öğrendik ve gene sinirlendim. Şimdi 'bırak anneyi yahu, diziden keyif al' diyenler çıkacaktır, ama beni ilgilendirmez, verilmiş bir vaat var ortada, bokunu çıkardılar iyice. İsmini farklı koysaydınız, How My Youth Days Were hatta The Way We Were falan olsaymış adı o zaman, bana ne. Jennifer Morrison'ı da House'taki Cameron haliyle hiç sevmemişken Zooey halini pek sevmiştim, sırf o yüzden anne olsun diyordum. En son geçen bölümde biraz ipucu verdiler gerçi (Honey'nin ismini hatırlamamaları mesela. Kuzeni neticede), ama inanmak istememiştim 'ölmüştür kuzen belki' 'kuzenlikten reddetmiştir belki' falan demiştim. Bu bölümde ayen beyan söyledi, sinirlendim. Bölüm güzel de bir bölümdü de halbuse. Nora muhabbeti de çok yapay geldi bana, her ne kadar (bu cümlemden sonra bir çok HIMYM fanından dayak yiycem herhalde ama) onun salak aşık, romantik hallerini (a.k.a. Robin'e aşık zamanları) sevsem de bunu sevmedim. Shipper olduğum için falan değil, daha tanımıyoruz bile hatunu, aşık olacak zaman ne zaman buldu? Barney'e laf sokan ilk hatun mu sanki. Neyse, bakalım, önümüzdeki bölümlere bakıcaz.


Şu sezonda yüksek sesli güldürmekten asla vazgeçmeyen biricik dizimiz the Office. Zaten gelmiş geçmiş en komik dizilerden biri olduğunu iddia ediyorum hiç çekinmeden. Saf komedi çünkü, ne duygusal olmaya çalışıyor, ne de romantik. Sadece komik. Ofis hayatını da kimi karakterler karikatürize olmuş olsa da neredeyse birebir yansıttığı için de bu kadar başarılı. Micheal gibi patronlar yok mu sanki? Senden daha çok para aldığına, üstün olduğuna inanamayacağın kadar salak insanlar için çalışan milyonlarca insan yok mu? Neyse, kaç sezon oldu çıtası hiç düşmedi. Steve Carell'in gidecek olması içimizi yakıyor elbette, onsuz the Office nasıl olacak düşünemiyorum, ama bakıcaz. En son Micheal'ın çektiği film 'Threat Level Midnight' yerlere yatırdı gülmekten. Golden Face Jim beni benden aldı özellikle. Jim demişken, Pam'le olan ilişkileri fazlasıyla sıkıcı hale geldi dizi söz konusu olduğunda, ama yine de hala dünyanın en sevimli çiftlerinden biriler nazarımda. Jim zaten ideal koca. Favorimse Creed. Az ama öz rolü var. :P Bu sezona dair aklımda kalan bir şey de Halloween'li bölümdeki kostümler. Özellikle Andy'nin Bill kostümü ve 'soookeeh' diyişi, ve Meredith'in Sookie kostümü. Bu akşamki bölümü ders yüzünden kaçırdım, yarın bakıcaz artık. 



Televizyon ve sinema dünyasından herhangi birini idol olarak seçmem gerekirse bu kişi kesinlikle Tina Fey olurdu. Paralel bir evrende çok iyi anlaşır, BFF olurduk kendisiyle, çok eminim bundan. 30 Rock'la da tuhaf bir ilişkimiz var. Bazen 'baydı bu da, abarttılar iyice' derken birkaç sahne sonra öyle bir gönderme oluyor ki durdurup kahkaha molası vermem gerekiyor. Göndermelerinin gizli oluşlarını, popüler kültüre laf sokmalarını, dikkatli izleyicilere göre olmalarını seviyorum. Absürdlükleri bazen yüzümü ekşitse de çoğu zaman yarıyor, itiraf etmeliyim. 5. sezon da gayet güzel gidiyor kanımca, hatta bir bölümü canlı yayınlamışlardı, Liz'in flashbackler'ini Seinfeld'in Elaine'i Julia Louis-Dreyfus canlandırmıştı. İyi para kazandıkları için yer verdikleri konuk oyuncular da güzel bir artı. Sadece bu sezon gelenler arasında mesela Matt Damon, Robert De Niro, Paul Giamatti, Queen Latifah, Elizabeth Banks ve en son bu akşamki bölümdeki Chloe Moretz var. Ama bu diziden vazgeçemiyor olmamın en büyük sebebi: içimde bir Liz Lemon yaşatıyor olmam. 


Geçen dönem Perşembe günlerimi güzel yapan iki şeyden biriydi (the Office ve 30 Rock da perşembe günü de Grey's'le çakışıyorlar, iki diziyi sonra izlemeyi yeğliyor idim), bu dönemse Perşembe akşamları dersim olduğu ve televizyonda kaçırdığım için artık Cuma sabah kahvaltılarımı güzel yapan şeylerden biri. Ama yanlış bir isim bence 'the Big Bang Theory', the Sheldon Cooper Show olması gerekiyor bu dizinin adının. Zira bu diziyi izlememin en büyük iki nedeninden biri 'bazinga'larına kurban Sheldon, her ne kadar diğer karakterler de eğlenceli ve kimi zaman yarıcı olsalar da. İkinci sebepse kuşkusuz içimde Liz Lemon'dan arta kalan yerlerde yaşattığım geek'e hitap ediyor olması. Bir bu bir de IT Crowd. Bu sezon da her zamankinden eğlenceli bir sezon. Amy Farah-Fowler da eğlenceli bir eklenti olmuş diziye. Sheldon'la geyikleri ayrı 'bestie'si Penny'yle olan muhabbetleri ayrı yarıyor. 

Başka yok galiba... Bu sezon izlediğim dizilerde ne kadar azalma olmuş, şimdi fark ediyorum. Büyük bir oranının sit-com olması endişe verici bir durum mu bilemiyorum tabii. Sanırım çok çok çok merak etmedikçe haftalık izlemeye katlanabildiğim tek dizi türü. House mesela. 2. bölümde kaldım. Sezon mu kötü, yoksa bende mi sorun var bilmiyorum ama elim gitmedi bir türlü izlemeye. Bu sezon yeni başladığım bir de Shameless var. Sevdim onu da, ama yorum yapacak kadar ilerlemedi henüz. 

Amanın, 15 Şubat'ta başlamışım yazmaya, ayın 25'i olmuş, özür diliyor, artık kaydı yayınlıyorum. 

Tuesday, February 15, 2011

Antichrist Television Blues (Part I)

Başlık adımız Grammy ödülünü alan the Arcade Fire'ı kutlamak amaçlı olsa yazımızın teması televizyon dizileri efenim. Öncelikle ilk sezonundan başlayıp izlediğim, sonra da senelerdir takip ettiğim dizilerin son sezonlardaki gidişhatları hakkında iki çift kelam edeceğim. 


Six Feet Under aslında aylar önce bitti de, uzun zamandır bloga bişey yazmadığım düşünülürse bir paragrafı hakediyor bence. Çay gibi bir diziymiş çünkü Six Feet Under aslında. Sezonları çatır çatır bitirdim, son sezonun son bölümlerinde hüngür hüngür ağladım, tamam, ama üzerinden zaman, haftalar, aylar geçtikçe bu dizinin mükemmel bir dizi, hatta abartıp hayatımın dizilerinden biri olduğunu fark etmeye başladım. Demlendikçe güzelleşti. Karakterlerinin gerçekliği, diyalogların derinliği, bölüm başlarındaki ölümlerin ne kadar saçma olursa aslında o kadar da depresif oluşu, müziklerin mükemmelliği ve sahnelere uyumu, senaryonun güzelliği ve tabii ki o muhteşem finali. Gelmiş geçmiş en iyi dizi finali desem kimse benimle burada tartışmaz herhalde? Özellikle o son 10 dakikalık bölümden bahsediyorum. Hala aklıma geldikçe bana bişeyler oluyor, bir de ilk izlerkenki halimi düşünün. Hıçkıra hıçkıra ağladım resmen. Sia'nın şarkısının da etkisi büyük, daha doğru bir şarkı seçemezlerdi herhalde o sahne için. Yapılacak şey değil ama, bu kadar da ağlatmasalardı vicdansızlar keşke. Neyse, ufak bir spoiler girip Nate'ten nefret ettiğimi söyleyebilir miyim? Tamam, karakter olarak çok iyiydi belki ama Brenda'ya yaptıkları affedilir gibi değil. Brenda'yı pek severdim, evet. Claire'i de bütün anlamsız aşk ilişkilerine ve bitmek bilmeyen ergenlik sorunlarına rağmen çok seviyordum. David'i de öyle. Gerçi Ruth varken, Nate'i bağrıma basabilirim, Ruth'a olan nefretim öyle büyük. Azgın ergen gibi dolanması yetmiyormuş gibi (Dwight'a yazıyordu bir ara lan!), bir de kendi çok bir şeymiş gibi sürekli çocuklarına ikiyüzlü ahkamlar kesmesine katlanamıyordum. Neyse, kısa paragraflar olacak dediydim, burada bitiriyorum.


İngiliz televizyonunun güzelliklerinden sadece bir tanesi. Bir grup genç suçlu, toplum hizmeti sırasında bir fırtınaya yakalanır ve üzerlerine düşen yıldırımın etkisiyle süper güç edinirler. Ama bu gençlerimiz gidip de dünyayı falan kurtarmaya çalışmayıp, kendi kıçlarını kurtarmaya bakarlar ve gayet de eğlenceli bir şekilde yaparlar bunu. Skins meets Heroes diyorlar ama Heroes gibi dandik olmaktan çok uzak, tek ortak yanı kahramanların süper güçlerinin olması. 2 sezon, ve her İngiliz dizisi gibi her sezonu 6şar bölümcük olması tadı damağımızda bırakıyor, ama devamının geleceğini bilmek güzel yine de. Diğer güzel yanlarından biri de, kahramanlarımız liseli ergenler falan değil, gayet 20lerinde tipler. Ve tabii hepsi hüküm yemiş suçlular olduklarından öyle pek ahlak duyguları olduğu da söylenemez. Gerçi Skins sağolsun İngiliz gençlerine dair imajım bayağı bir değişmişti, o ayrı... Ama yine de Amerikan dizilerinde fenalıklar geçirten tipik ergen dramaları yok, en sevdiğim kısmı da o. Süpergüçler ayrı, başlarına açılan belalar ayrı geyik. Başroldeki hatunlarımızdan birinin süper gücü dokunduğu kişileri cinsel olarak azdırmak mesela. Sonra kendini GTA'da zanneden ve ona göre yaşayan, dövme yaparak insanları kontrol eden (ki Nathan'a o bölümde inanılmaz gülmüştüm) insanlar vardı 'düşman' klasmanında. Ki favorim de sütü kontrol eden adam kesinlikle. Bu kadar dandik bir gücü böylesine ölümcül kullanmak çok zekice valla. :P İngiliz dizilerinin müzik seçme konusundaki başarısından bu dizi de payını gani gani almış, her bölüm sonunda internete koştum sanırım şarkıyı bulup indirmek için. Favori şarkı/sahnem ise Massive Attack'in Paradise Circus'ının çaldığı sahne. Hem sözleriyle hem melodisiyle bu kadar cuk oturan başka bir şarkı/sahne görmedim hayatımda. Hatta kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyenler için geliyor: tık. Simon/Alisha hikayesinden bir Time Traveller's Wife tadı aldım mı? Aldım. Ama daha çok sevdim. :P 

İngiliz dizilerinin genelinde de olan bir başka çok sevdiğim özelliği ise karakterlerinin göz için de inandırıcı olması. Hepsinde demeyelim de Amerikan dizilerinin çoğunda olan şey, karakter tamam, çok derinlikli, çok gerçek, ama tipine bakıyorsun ve bunun bir dizi olduğunu anlıyorsun. Çünkü karakterinin yarattığı gerçekliğe göre fazla güzel/yakışıklı oluyor genelde. Ama Atlantik'in öte tarafında işlerin öyle yürümemesi bu dizileri daha çok sevdiriyor bana. Çünkü oyunculara bakıyorsun, gerçekten çirkin, çirkin olmasa bile itici tipler. Zamanla karakterleriyle sevmeye başlıyorsun o insanları. O yüzden fazla gerçekler. Çok güzel olanlar dizide de zaten güzel olduğunun farkında olan karakterler. Daha inandırıcılar.


Yaz sezonunda başlayıp ilk sezonununu yaz bitince bitiren tipik bir Showtime yaz dizisi the Big C. Tipik bir Showtime yaz dizisi nasıl oluyor? Şöyle oluyor, genelde banliyö taraflarında yaşayan, başına boyundan büyük bir iş gelen bir kadının bazen sıradan bazen de sıradışı yaşadıkları (bkz: Weeds). Burada da öyle, normal bir hayatı varken birden the big C'yi, yani kanseri kaptığını ve çok fazla ömrünün kalmadığını öğrenen ve geri kalan hayatını doyasıya yaşamaya karar veren Laura Linney'nin şahane bir şekilde hayat verdiği bir karakterimiz var. Cable dizisi olduğu için daha rahatlar tabii. İşin içinde kanser olmasından kaynaklanan doğal bir duygu seli, gözyaşları falan mevcut; ama genel olarak eğlenceli bir dizi. Bir ara konuk oyuncu olarak the Wire'dan bayıldığımız Idris Elba (Stringer Bell, hastasıyız :P Bir de burada ingiliz aksanıyla konuşuyor, yeme de yanında yat :P) da gelmişti. Her neyse, çok hayatıma damgasını vuran bir dizi değil, zaten kısa bir şey, çok zamanımı almadan bitti. Sırf son bölümü için bile izlenir ama. Tek bir maruzatım olacak; o da keşke tek bir sezondan oluşsaydı. Spoiler verecem biraz izlemeyenlere ama keşke orada ölseydi. O zaman efsane olurdu da ikinci sezon olacağına göre ölmeyecek. Ama mucizevi bişey olmasın, ölsün, son sezonunda. Çok kötüyüm, biliyorum, ama o zaman hiçbir etkisi olmaz bütün bu yaşananların, valla. 


Bu da sırf psikolojide Çoklu Kişilik Bozukluğu konusunda ödev yapmam gerekirken, 'ödev yapmamak için yapılan anlamsız hareketler' isimli etkinlikler kapsamında başladığım ve bitirdiğim bir dizi. İzlememin pratikteki sebebi bu tabii de, teorideki, kendimi inandırdığım sebebiyse başrolünde çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip bir anneyi bulundurması. Ve tahmin edin ne dizisi? Evet, öğrenmişsiniz, Showtime! :P Bu da aynı, izle, eğlen, unut dizisi. Ama sevdim yine de. Toni Collette harika bir oyuncu zaten, her 'alter'ını mükemmel canlandırmış. Bayağı oldu bunu bitireli, o yüzden çok net hatırlamıyorum da bununla ilgili tek şikayetim de kocası. Adam aziz resmen, hiçbir dizide karısından bunca çekip de (karısının elinde olmasa bile) hala sadakatle yanında kalan başka bir koca bilmiyorum. Hangi dizi olsa hemen bir neredeyse-boşanma hikayesi çıkarmıştı bundan. Gerçek hayatta varsa böyle bir koca, adresimi vereyim, eve paket yapıp göndersinler lütfen. 


Bir HBO güzelliği elbette. Efsane yapımcılar (the Sopranos'un yaratıcıları ve Martin Scorsese), efsane kadro (Steve Buscemi tek başına iktidar, Micheal Pitt şahane) ile zaten basit bir şey beklemiyordu kimse sanırım izlemeye başlarken. 1920'lerin Atlantic City'si, alkol yasağı, yozlaşmış yönetim, mafya vs vs. Malzeme de süper yani. Prodüksiyon zaten beklendiği gibi mükemmel. Yönetmenlik, oyunculuk, diyaloglar şahane. Genel olarak, sevdim, devamını bekliyorum yani. Ama... Ama ne bileyim bir eksik var sanki. Bir the Sopranos bölümü seyrettikten sonra hissettiğim doygunluğu yaşamadım sanki bunda. Belki yeni sezonlarda daha da coşacak, bilemiyorum, ama açıkçası bütün bölümleri bana hızlı hızlı izlettiren şey - itiraf ederek burada utandırıcam kendimi - ama bir ergenin izleme sebebiydi :P 'Nucky Thompson ile Margaret arasında bir şey olacak mı' ile başladım, 'allah bozmasın tütütü' ile devam ettim, 'bir araya getirin şunları allahsız senaristler' ile sezonu kapattım. :P Bende mi sorun var, bilmiyorum ama öyle yani :P



Farkındayım, izlemek için çok çok geç kalınmış bir dizi. Ama geç olsun güç olmasın di mi? :P Henüz bitirmedim, yeni başladım sayılır, 3. sezonu daha yeni bitirdim. Bitince tamamen daha detaylı yazarım, ama şu üç sezonda bile bu dizinin bu kadar abartılmış olmasının haklı bir abartılmış olduğunu onayladım. Neyse, Tony Soprano'nun hastasıyız, mafyaların ustasıyız, şimdilik daha bişey yazamicam. :P Müzik seçimleri bu dizinin de çok başarılı bu arada, sevdik.  

Part II, devam eden dizilerin bu sezondaki gidişhatları üzerine olucek. Hattan ayrılmayın.  

Monday, February 14, 2011

For What It's Worth

Artık bu gidişe bir dur diyip bir blog yazısı patlatmamın zamanı gelmişti bence. İkinci dönem başladı, mezuniyet yaklaştı, ben de paniklerden paniklere koşuyorum. İş aramaya mı odaklansam, yüksek lisansa mı, iş aramaya odaklansam nerden başlicam, yüksek lisansa odaklansam elimdeki alternatifler ne olabilir, bunları düşünmekten delireceğim. Alternatif bulmak kolay diyorsunuzdur, internete ve google'a bakar iş diyeceksiniz, ama öyle değil gerçekten. Okulların sitelerinin içinden çıkılmıyor, adeta bir kara delik, bir websitesinde de açık açık yazsa valla yarın application'ımı teslim edicem. Ama burs lazım, öyle keyfe keder başvuramam. Öte yandan bölümümle alakalı olmalı ki bana burs verebilecekleri kadar iyi bir statement of purpose'ım olsun. Ve bunca alternatif, düşünecek, karar verilecek bunca şeyin olduğu her zaman yaptığım gibi şimdilik günlerimi hiçbir şey yapmayarak değerlendiriyorum. Neyse, buraya depresyona girmeye gelmedim, kapatıyorum konuyu derhal. Verdiğim arada neler izledim/okudum/dinledim temalı bir yazı da yazıcam bundan sonra. Neden bundan sonra, çünkü buna başlarsam çok uzayacak, sonra sıkılıp bırakıcam. En iyisi o amaçla başına oturmak.

Ama neler yaptığımı anlatabilirim. Aman tanrım, çok önemli şeyler yapıyorum, paylaşmalıyım bunu biricik okurlarımla manasında değil tabii de... Of aman, size ne, şu zamana kadar niye yazdıysam ondan yazıyorum işte :P

Bahar döneminin üçüncü haftası başladı bugün. Çok iğrenç ama bir o kadar da güzel bir ders programım var. Şöyle ki her gün okula gitmek hem yorucu hem de zaman kaybı oluyor diye canla başla günlerimi boş bırakmaya çalıştım bu dönem. Başardım da, Salı ve Cuma günlerim boş neyse ki. Ancak o dolu olan günlerde ders saatlerim o kadar saçma ki... Hem sabahçı hem de ikinci öğretim gibiyim. 3 gün hem sabah 9-12 dersim var, hem de akşam 6.30-9 dersim var. Hele Çarşamba günleri sabah 8'de başlıyor, öğlen de dersim var, akşam 9'a kadar. Hem de yalan dersler de değil; sabah renk psikolojisi (hadi onu salla diyelim), öğlen Tekstil Pazarlama, akşam da Uluslararası Ekonomi. Hele Marketing dersi dünyanın en sıkıcı dersi sanırım. Cidden ömrümden ömür aldı sadece 2 derste. Yaşladım. Yaşama sevincimi yitirdim. Zaten adam öldü ölecek, dünyanın en yaşlı adamı falan. bir de ciddi ciddi aynı buldoga benziyor, hele bir de konuşurken sürekli kafası sallanıyor, hani var ya arabalara konan kafası oynayan buldog bubble head'ler... adam onun dile gelmiş, büyük versiyonu resmen. Hiçbir şekilde odaklanamıyorum, her an havlayacakmış gibi hissediyorum. Kabaca biraz bu tanım da, emekli ol be adam, artık öğretmenlik yapma lütfen, bir ayağın çukurda. Fabrikadaki işinden emekli olunca başlamış zaten profesörlüğe, bence bu bir işaret. Neyse...

Çarşamba günlerini bir kenara bırakırsak, ne yapacağımı bilemediğim Pazartesi'leri ve Perşembe'leri var. 11 gibi sabah dersim bitiyor, diğer derslerim 6.30'a kadar başlamıyor. Hava soğuk olmasa, ya da unlimited metrocard'lara zam gelmemiş ve ben almış olsam eve giderim de şimdi hem üşeniyorum hem de gidiş-dönüş 4.50 dolar vermeyi yemiyor bir tarafım. Yaza doğru havalar ısınınca gezmek için bahane olacak bu aralar da şöyle de bir şey var, yaza doğru ödevler artacak. Hele bir de mezuniyet projemiz var, şimdiden başladık deli gibi. Neyse işte, ben de bu boş vakitlerimi okulde geçiriyorum. Kantinde takılmıyorum artık çok, çünkü anlamsız bir şekilde bu buz gibi havalarda klima açıyorlar. Cidden anlamadım mantığını okulun, sınıflarda olsun, başka yerlerde olsun basıyorlar sıcağı, kantinde donuyoruz. Ki zaten bu dönem hem maddi açıdan hem de sağlıklı beslenmek açısından (kantinde salatalar da var tabii de aç aç girince her ne kadar 'ben salata yiycem' diye şartlasam da kendimi, ne olduğunu anlamadan kendimi kızartmalar kuyruğunda buluyorum. Çok güzel Philly Cheesesteak yapıyorlar allahsızlar. Hele bir de waffle fries diye bir şey var ki hayatımda yediğim en güzel patates kızartması sanırım. canım çekti gene öf!) girmiyorum bile kafeteryaya artık. Okulu keşfetmeye başladım, kütüphane olsun, binaları birbirine bağlayan hallwayler olsun, millet hep oralarda. Favori yerim ise 7. kattaki koridor. Kat zaten Student Life'a ait, bilardo odaları, xbox odaları, televizyon odaları falan da var. Benim mekanım ise Hall of Art isimli koridor. Bir sürü rahat koltuklar ve masalar atılmış, duvarlar öğrencilerin yaptığı eserlerle dolu, bir de televizyon var kocaman. Millet geliyor, yayılıyor, uyuyor, kitap okuyor. Ben de bilgisayarımı getiriyorum, ödev varsa onu yapıyorum, yoksa uzanıp Netflix'in bana sunduğu güzelliklerden faydalanıyorum. Ya da televizyonda kaçırdıysam haftalık dizilerimi izliyorum kanalların sitelerinden. Şu anda da oradayım zaten.

Hatta demin geçen dönemki Public Speaking hocam geçti, selam verdim, muhabbet ettik de ben film izlerken gene daha önce, hi demiş, ama duymamışım bile. Hakikaten, farkında bile değildim. Çok iyi adammış lan, dönem bitince son derste 'bir şeye ihtiyacınız olursa, çekinmeyin gelin' demişti de tınlamamıştım 'hep öyle derler beyim' diye. 500 kere sordu, var mı yardıma ihtiyacın, yapman gereken sunum varsa gel, resume ya da cover letter konusunda zorluk çekersen mail at falan diye. Tam da zamanını bulmuş, daha dün resume yazmakla cebelleşiyordum, hemen atladım, appointment verdi, yazıcaz beraber. Tey tey, İTÜ hocaları da ne zaman gitsek 'meşgulum' desin daha... Koskoca department headimiz Ingrid Johnson bile zamanını ayırmıştı, olası kariyerim hakkında konuşmuştuk, referans mektubu verecekti. Bense kıçıkırık bir İTÜ hocasından zamanında istemiş, 'normal mektup yazmaya zamanım yok, şablon varsa getir imzalayayım' cevabını almıştım. Neyse...

Mezuniyet projemiz dedik, ondan da bahsedeyim. Gruplara bölündük, her grup bir kot markası yaratıyor. O kadar da kalmıyoruz, ciddi ciddi tasarımını yapıyoruz, üretiyoruz, etiketini, fiyatını hepsini yapıp reklamını bile biz çekiyoruz. Kadın ve erkek kotu markaları grupları var, ben kadın kısmındanım. Ev arkadaşım zamanında 'görev dağılımında etiket tasarımını seç, işin erkenden biter kurtulursun' demişti. Ama bizim grup pek bir 'takım' ruhuna sahip, görev dağılımı falan yapmadık, her şeyi birlikte yapıcaz anlaşılan. İşin trajikomik tarafıysa etiketler ajandamızda yapılacak ilk şey olduğu için, ilk onun mevzusu geçti ve ben hemen atladım 'biraz illustrator bilgim var, label'ları hallederim' diye. Sonrasıysa kan revan..

- tasarımların flat template'lerinin çıkarılması gerekiyor
-AJ, illustrator biliyormuş, halleder.

- desenlerin kumaşa apply edilmesi gerekiyor.
-AJ photoshop biliyordu sanırım, ona forward edin.

vs vs vs... Bunları da tabii discussion board'da okuyorum. Bizim okulun ANGEL diye bir sistemi var, hocalar ders notlarını oraya koyuyor, biz ödev yapınca oraya koyuyoruz, her dersin discussion board'u falan var. Hoca her hafta 1 post 2 de reply'ı şart koştu, 20% etkiliyormuş notu. Sırf o 20% için saçma sapan şeyler yazıyorum 'i agree with Jade.' 'i LOVE that idea, Amanda!' 'a yes from me, as well, Abby' gibi. Neyse, bana paslanan görevlere şimdilik bişey demiyorum, çünkü için development kısmına elimi sürmedim resmen, millet gidip iplik seçmiş, elyaf seçmiş, kumaş seçmiş, hiçbiriyle alakam yok. Ama bunları gerçekten yapmam gereken zaman geldiğinde ne bok yiycem bilmiyorum. Etiket yapacak kadar illustrator bilgim var, tamam ama flat nasıl yapılır ne bileyim ben. Tutorial'lar indirdim, onları izliycem bakalım.

Biraz da salak grup üyelerim.. salak değil de kafaları karışık. Temamız 50'ler, inspiration'ımız James Dean falan. Müşteri profili çıkartıyoruz, rebel with an attitude dedik, ona da tamam. Ama birden dantelli kot giyinen, süper zengin, Las Vegas'ta bir condo'da oturan bir executive oldu çıktı. Neren rebel bacım?! Sonrasında da kotları 60-70 dolar yapmaya karar verdiler. Orada dedim durun. Aklınız başında mı bacılarım? Öncelikle executive fikrini unutun, rebel yapacaksak isyan edecek bir sebep verin Tess kardeşimize (adını Tess koyduk :P), kaldı ki süper zengin bir yönetici niye yeni çıkmı 60-70 dolara satılan kıçı kırık bir kot giyinsin. Ayrıca dantel ne ola? Tabii zamanla onlarındaki 'rebel' figürünün 'artiz seksi hatun' olduğunu fark ettim, çok şey yapmadım, ama yine de bir orta yol bulduk. Bunlar işin eğlenceli kısımları tabii de Mayıs'a kadar kotu üretmiş, reklamımızı çekmiş olmamız gerekiyor. Zira Alumni Dinner'da bilmemkaç yüz kişiye sunacakmışız kotumuzu.

Neyse, yeter bu kadar. Bugün de sevgililer günüymüş, cidden benim kadar alakasız biri olamaz sanırım. Sabahki derste en azından bir kaç defa 'bugün ayın kaçı' diye sordum, okulda duvarlara yapıştırılmış kalplere falan bir süre anlam veremedim falan. Kandilmiş de bugün, Türkiye bugün ekstra mübarek anladığım kadarıyla. Neyse, kutlayanlar için hepi velıntayns dey diyip, kutlamayanların sırtını sıvazlayarak çekiliyorum ortamlardan.

P.S. dün var ya, bir poğaça yapmışım... Bir leziz oldu, bir kabardı ki aklınız durur. Ama tarifi annemden almıştım, ölçüleri ikiye, dörde hatta altıya bölmek aklıma gelmedi ve sonuç: evde orduyu doyuracak kadar poğaça var. Okula beslenme çantası olarak taşıyorum ben de. Ama şahane oldu valla.

P.P.S. (Mary and Max'e saygı duruşu yaptım arada :P) Bu böbürlenişimin sebebi ilk defa ölçüyü tutturmam oldu. Suç tamamen Amerikan mallarındaymış meğersem, gittim bütün malzemeleri Türkiyem Market'ten temin ettim ve aynı kadın anamın poğaçasından oldu.

Sunday, January 30, 2011

She's Losing It

Bütün bu yaşadığım saçma sapan olayları, pembe dizilik entrikaları bir işaret olarak alıp yol yakınken her şeyden vaz mı geçmeliyim, yoksa karma felsefesini benimseyip şimdi çektiğim sıkıntıların ileride yaşanacak harika günler anlamına geldiğine mi inanmalıyım bilmiyorum. İkinci şıkkın fazla delüzyonel olduğunun farkındayım, ama yine de umut fakirin ekmeği, değil mi?

Tuesday, December 21, 2010

That's Not My Name

Anne-baba olacaklara bir takım tavsiyelerden oluşacak bu yazım. Bugün doğacak çocuklarınıza isim verirken dikkat etmeniz gerekenlerden bahsedeceğim. 

Sevgili anne babalar;
O doğurduğunuz, aşkınızın meyvesi, o masum yavru büyüyecek. Büyüyünce üniversiteye girecek. Belki üniversitenin tamamını yurtdışında okumak isteyecek. Hadi beceremedi diyelim, Erasmus diye tutturacak. Mezun oldu, yurt dışında master da master diyecek. Onu da beceremedi. Türkiye'de ünlü bir profesör, yazar, sanatçı, megastar falan olacak belki. Haydi hepsini geçtim, Türkiye'de tanıyacağı yabancılar olacak. Velhasıl kelam, o çocuk bir şekilde dışarıyı görecek. Yabancılarla haşır neşir olacak. Siz bu çocuğa size o an hoş gelen bir isim verdiniz, tamam, güzel, ama o günler geldiğinde acı çekecek bu çocuk. Hiç düşündünüz mü? 

Evet, bu girizgahtan anlamışsınızdır, 5 ayda az çile çekmedim ismim yüzünden. İsmim Ece. Ne kadar güzel değil mi? 3 harfli, sade, tersi düzü bir, anlamı güzel, hoş bir isim. 22 senedir hiç şikayetim olmadığı gibi, hep sevmişimdir de ismimi. Ama gavur ne bilcek Ece'yi? Gerizekalı Amerika'lılar, dünya üzerindeki hiçbir dili telafuz edebilme kapasitesine sahip değilken, Fransızcayı bile Amerikanlaştırırken, Ece'yi okumayı nasıl bilsinler? Nitekim bilmiyorlar da. Çektiğim iki çeşit çile var: Biri yazılı haldeki Ece'yi okuyanlardan çektiğim, öteki de kendimi Ece diye tanıttığım insanlarların bana çok sonra çektirdiği çile. 

1. Yazılı haldeki Ece'yi okuyanlardan çektiğim çile: Ece'yi, ana dili ingilizce olan biri nasıl okur? Cevabı tek bir okunuşla sınırlı değilmiş, sevgili takipçilerim. Şuraya geldiğimden beri her gün yeni sesleniş biçimleri duyuyorum. En alıştığım versiyonu 'isii'. Genelde öyle duyuyorum yoklamada, başka bir yerde sıra beklerken falan. 'İsii Örmın? İsii? Ms Örmın?' şeklinde bir gidişhatı oluyor. Başka neler mi duydum? İsii hadi biraz isme benziyor, direkt İiiis diye bağıranlar mı istersiniz, 'ii... eee... esiii?' diye işkence çekenler mi istersiniz, İtalyanca'dan falan c'nin ç diye okunduğunu düşünüp 'eççeee' diyenler mi istersiniz, 'iççeee' mi, 'iseee' mi... En iğrendiğim versiyon da 'ekki' oldu. O ne lan? Ekki ne?? 'yeah, it's pronounced ece' diye düzelte düzelte bir hal oldum. Zaten şu aşağıdaki diyaloğu en azından bir milyon kere yaşamışımdır herhalde.

Gerizekalı Amerikalı: Um... İiisi? İiis? Ms Örmın?
Ben: E-C-E, right? Yeah, That's me. 
Gerizekalı Amerikalı: How do you say it?
Ben: Ece.
Gerizekalı Amerikalı: OK... Where are you from?
Ben: Turkey.
Gerizekalı Amerikalı: Wow, that's nice. 
Ben: I know. 

Derslerde yoklama alınırken az yok yazılmadım. Fark etmiyorum, hoca Essi? diyor, Ece olabileceğine ihtimal vermiyorum, Essie diye oje markası var, belki isim de vardır yani diye düşünüyor beynim herhalde, sonra yoklama sona eriyor, bende jeton düşüyor, 'ii sii ii isimli birine seslendiniz mi?' diyorum, 'are you essie?' diyor, 'no, that's pronouced Ece' diyorum, hoca özür diliyor, sözümona not alıyor, ama haftaya tekrarlanıyor. Gerçi allah için çoğu hoca 2-3 hafta sonra ezberledi adımı da, genel tablo bu yani. Sınıf arkadaşlarım da dalga geçer oldu, adımın eycey (gelcez oraya da) olduğunu bilmelerine rağmen gülerek isii demeler, ekki demeler falan. 

2. Kendimi Ece diye tanıttığım insanlarların bana çok sonra çektirdiği çile: Bir de bu versiyon var tabii. İsim alışverişi yapıyoruz, I'm Ece diyorum, E-what? diye tepki veriyorlar, ben de 'just call me eycey' diyorum, konu kapanıyor. Anca dilleri eycey'e dönüyor bu gerizekalıların. O yüzden ben de artık uğraşmıyorum, AJ diye tanıtıyorum kendimi. Açılımını soruyorlar, açıklıyorum derdimi, 'ben sana eycey demeye devam edicem ama' diyorlar, 'i don't care' diyorum, mutlu son. Bazen de uğraşmıyorum Angelina Jolie diyorum, gülüyorlar, 'no, seriously?' diyorlar, bazen uyduruyorum, bazen açılımı yok, o kadar ismim diyorum. Tamam, buraya kadar da çok sorun yok. Adımın Ece olduğunu unutabilirim bile, o derece alıştım. Ama sonra bu ismin yazılıya geçmesi gerekiyor bir şekilde. Facebook'ta arkadaş requesti gönderirken 'AJ' diye not düşmezsem tanımıyorlar, ya da telefon numarası alışverişi sırasında ismimi spell ederken inanmıyorlar 'i, si, i? that's not AJ? what's your real name?' diyorlar, bir 5 dakika inandırmakla geçiyor falan. Bir kere de tenis dersinde, turnuva yapıyoruz. Tenis hocası da ismimi ilk haftalardan ezberleyen, yoklama kağıdında Ece kısmını karalayıp fonetik bir şekilde ismimi yazan bir hoca. Beyaz tahta getirdi sahaya, tek tek isimlerimizi yazıyor. Herkesin ismini yazdı, baktım ismim yok. Hocam beni niye yazmadınız, beni sevmiyor musunuz falan derken yoo yazdım dedi. İyice inceledim, baktım AJAH diye bir isim var. İçimden, are you kidding me diye geçirip, hoca hoca, that's not my name, dedim. Ah pardon, spell et dedi. Ben ii-sii-sii dedikçe inanmıyor hatun. E'yi yazıyor, C'yi yazarken duraklıyor. Ama C'den o ses çıkmaz ki diyor. Kalakaldı elinde kalemle. Arkadaşlar da gülmeye başladı, 'professor, i think she knows how to spell her own name correctly' diye yan çıkanlar oldu falan. Sonra hoca yazdıklarını sildi, tekrar AJAH yazdı, 'well, this is your new name, now' dedi. Benim gözlerimden bir damla yaş düştü. 

İşte öyle sevgili yeni anne-babalar. Bunları düşünmüş müydünüz? 

We Rule the School

Aylar sonra günlük yazısı yazıcam, çok heyecanlıyım. :P Çok sevgili okulum Broadway biletleri gibi şahane faydalar sağlıyor olsa da anamı ağlattı şu 5 ay boyunca. Haliyle ne blog kaldı ne de adam gibi bir sosyal hayat. Ama güz dönemini hayırlısıyla nihayete erdirdik, ben de ilk iş koşa koşa buraya geliyorum. Tabii o da yalan, ilk olarak koca bir haftasonunu uyuyarak geçirdim, pişman da değilim. Her neyse, sadede gelip kısa bir Previously on Life, Universe and Everything yapıyoruz derhal.

Okuldan başlayalım bu postta. Sağsalim atlattım gibi, notlar daha açıklanmadı ama kalmam hiçbirinden. Devamsızlığım başa bela sadece. Son derste gene geç kaldım (hayatımın en dehşet dolu dakikalarını yaşadım ama sanırım. Portfolio'nun yazılı kısımlarını evde print edemedim, printerın kartuşu bitmiş, ben de sabaha bıraktım. Sabah flash diske atıp dosyaları bilgisayar labının yolunu tuttum. Erken de gittim, son derse bari erken gireyim diye, aheste aheste takılıyorum falan. Flash diski bilgisayarlardan birine bir taktım, belge hiç kaydedilmemiş haliyle bütün haşmetiyle karşımda. Bir kaç gün önce yapmaya başlamıştım, üçte birini falan tamamlamıştım. Geri kalanını bir gece önce yapmıştım. O yaptıklarımın hiçbiri yok! 15 dakika bilgisayar ekranına dehşet içinde bakakaldıktan sonra kendimi toparladım, oturdum baştan yapmaya başladım. Ezberlemiştim zaten yaptığım her şeyi, ama örme dersi bu, ördüğüm kumaşların knitting sequence'larını tek tek yapmak o kadar illet ve el oyalayan bir şey ki... Ders 10'da başlıyordu, ben işimi 12de bitirdim. Üstelik portfolio'ya yapıştırırken, kullandığım çift taraflı bantın işin ortasında biteceği tuttu. Yanımda oturan kızda uhu vardı, onu kullandım, ama öyle bir görüntü oldu ki sanki tükürükle yapıştırmışım, o derece iğrenç. Neyse, sonunda derse çıkınca hoca kenara çekti beni, azarladı bir güzel 'you're always late' diye. Seneler sonra ilk defa da böyle azar işitiyorum, o ayrı. Ayrıca not always yani, erken geldiğim dersler de oldu, uydurmasın şimdi. neyse.), ayrıca psikolojinin de devamsızlığı allaha emanet, umarım not kırmaz. Public Speaking'de de tek dayanağım sağımda solumda oturan kızların hocanın attendance'ı umursamadığını iddia etmesi, umarım sallamıyorlardır. Tenis'te de hepi topu 3 devamsızlığım vardı, benim için bir rekor sayılır yani, yine de hoca kenara çekti beni napıcaz senle diye. Ama seviyor beni, ben 'yeeaa turkish religious holiday'di, şöyleydi böyleydi' diye ıkınırken koca bir A (absence yani :P) yazan haftalardan birini karaladı, kimseye söyleme, senin iyi bir öğrenci olduğunu biliyorum dedi. Ver o mübarek ellerini öpeyim hoca dedim. :P Demedim tabii ama gözlerim konuştu. :P

Örme Lab'ımız. Benim emektar örme makinamın resmini çekmeyi unutmuşum, üzüldüm.

Tenis dışında kurtulduğum için göbecikler atma hisleriyle içimi doldurmayan ders yok zaten. Finishing'in hocası tamam, iyi adam (biz türkler aramızda çok konuşursak dersi yunanca anlatmaya başlayan, yanımıza gelip gelip 'çeşme negzel di mi' diye türkiyeden bahsetmeye başlayan, küfürünü neyini sakınmayan eğlenceli bir amcamız) gel gör ki herif ödeve doymuyordu yarabbim. Her hafta 2şer 3er assignmentlar, bırak anamı, bütün sülalem ağladı be. Onun dışında Public Speaking de mesela herif süper (mail atarken smiley koyan, derste bir konu anlatırken aklına bir video gelip yutubu açan, bize izleten, sonra konudan tamamen uzaklaşıp yarım saat 45 dakika 'bakın bu video süper' diye video izleten, credibility konusunu anlatırken hotornot.com sitesini açıp bir 15 dakika sınıfça çıkan resimleri oylatan bir adam yani) ama o public speech hazırlama zorunluluğu resmen omuzlarımda bir yüktü. Bir de aklıma geldi, inanılmaz derecede kullandığı bir terim vardı, 'like nobody's business' terimi, hep gülerim duyduğumda, çok komik geliyor nedense. Sınavda kedilerle ilgili introduction yazmamızı istemiş 'you can make stuff up like nobody's business' yazmış sınav kağıdına, aldı mı beni bir gülme. Knitting de eğlenceliydi aslında, ama çok uğraştırdı, gerek yok o kadar uğraşmaya. Aha buldum internetten bizim labın resmini, biri çekip koymuş, işte bir dönem boyuncaki en yakın dostlarımdan. Duvarın oradaki makina benimki, 6 cut Dubied Hand Flat Rib Knitting Machine. :P  

Norbert pamuk ipliğini merserize ederken.
Knitting'den bahsetmişken Norbert'dan bahsetmezsem olmaz. Adamım ya, gerçekten de şu okulda en sevdiğim insan sanırım. Kendisi örme labında Dumbledore tipindeki bir teknisyenimiz. Tipi Dumbledore ama onunla uzaktan yakından bir alakası yok, zira kendisi küfür eden sosyalist bir Vietnam gazisi. Zaten birisine Norbert (Hagrid'in ejderhasıydı lan!) diye seslenmek tuhaf geliyor hala, bir de bu Norbert böyle biri olunca daha da komik oluyor. :P Bir gece o vardı nöbette labda, örme teknisyeni amca 10'da kapatıp gidicekmiş, benim de daha işim bitmemişti, Norbert'ı da kilitlediydim bir güzel 'nasıl olcak göstersene yeeaaaa' diyerek. 10'a çeyrek mi ne var, teknisyen amca geldi, saatini gösterip 'çoluğum çocuğum var benim, eve gidicem artık, hadi bitir, kapatıyoruz' falan dedi sinirle. Norbert'a bir telaşla ben de 'ya çok az kaldı, bir 15-20 dakika lazım, bir daha gelmek istemiyorum' falan dedim (çünkü gerçekten o makinaları kurmak, 100'e yakın iğneyi dizayn repeat'e göre yerleştirmek, iplikleri 500 delikten geçirmek, offf işkence!) sonra Norbert da 'tamam, sen çabuk bitir, ben oyalarım' dedi ve adamın yanına gidip vietnam'dan bahsetmeye başladı. Çok komikti ama ya, 'gözlerimin önünde öldü' 'neler yaşandı neler' falan gibi ibret dolu bir sesle anılarını anlatmaya başladı. Hassas bir konu diye sesini çıkarmıyor tabii amca da. Ben yarıla yarıla kumaşı bitirdim, çantamı topladım 'Thanks Norbert, I'm done' der demez, hikayesini yarıda kesti, bana 'Alright, see you later' dedi, sanki hiçbir şey olmamış gibi arkasını döndü, gitti, amca da kaldı orada öyle.  Çok güldüm ya. Daha önce de benim kumaşı yaparken ipliğim kopup duruyordu, onu çağırdım 'ne iş, kopup duruyor' diye de, o da örmeye başladı makinada ipliklerle, gerçekten saçma iplik seçmişim, o da yaptıkça kopuyor, koptukça sinirlenip 'shitty fucking yarn' diyor, 5 saniye sonra 'pardon my french' diyor, gene 5 saniye sonra 'well, you're foreign, i can swear' diyor, 1-2 dakika sonra gene iplik kopuyor ve aynı döngü devam ediyor falan. Bir ara alakasız, kimliğini çıkardı, resmini gösterdi 'bak sakallarım daha da uzundu eskiden' falan dedi anlamsız yere.  Ahahha bir kere de hoca bize sinirlenmişti gösterdiklerini not almak yerine fotoğrafını çekiyoruz diye, bağıra çağıra ortamı terk etmişti, arkasında 'she needs a man' dedi de dağıldık. Çok alem adam kesinlikle.

Valla okul hayatımla ilgili yazacağım başka bişey yok, okul işte. Seviyorum ama okulu ya, İTÜ'deyken kantinde asla vakit geçirmezdim, eve gitmeyi iple çekerdim. Burada işim gücüm yokken bile takılmayı seviyorum. Arkadaş da edindim, FIT'den de kafa dengi insanlar bulunabiliyormuş. Dizi zevklerimizin çok benzediği birini bile buldum hatta. O da şoka girmişti hatta, 'bu saydığım dizileri bırak izlemek duyanını bile ilk defa görüyorum, seni allah göndermiş' diyip durmuştu. Ben de mutlu oldum, çünkü Amerika'ya gelirken, 'allaaaah, izlediğim dizilerin anavatanına gidiyorum, bir diziden bahsederken suratıma eblek eblek bakmayacaklar' diye düşünürken hayal kırıklığına uğradım gelince. Gerçi okuğum okulla da alakalı da, okulda popüler diziler dışında öyle çok dizi izleyen yok. Hatta kantinde bazen laptoplarında The Office, How I Met Your Mother izleyenler falan görüyorum da, yanlarına gidip sarılarak 'arkadaş olalım mı' diyesim geliyor. Amy o yüzden mutlu etmişti bayağı. İlk fırsatta ikimizin de izlemediği bir şeyin maratonunu yapalım dedik, The Walking Dead günü düzenledik bir kaç arkadaşını da katarak. Benim için de ilginç bir deneyimdi, zira ilk defa yabancılarla oturup bir şey izlediğimden dolayı arada bulunduğum ortamı unutum 'öldü mü laan!' diye bağırdığım anlar oldu. :P Daha da güzeli, benim Türkçe tepki verdiğimi, ortamdaki herhangi birinin 5-10 saniye sonra 'Did you just speak Turkish?' diye soruncaya kadar fark etmeyişim oldu. Ya da Türkçe'yle İngilizce tepkileri birbirine karıştırdığım anlar da var ki onlar daha feci. 'oha what the fuck?!' ya da 'ay gerizekalı, die already!' gibi. Dizi de güzeldi bu arada, öyle aman aman bayılmasam da beğendim, dip notunu düşeyim.

Neyse, bu böyle bir başına okul post'u olsun, geri kalanlar için ayrı bişey ayarlarım. :P


Monday, December 20, 2010

The Phantom of the Opera

Andrew Lloyd Webber'ın ölümsüz eserini (evet, kanald'ye gönderme was here) bilmeyen yoktur, gerek filmiyle, gerek kitabıyla, gerek şarkılarıyla, gerekse sadece ismiyle. Sevgili okulum sağolsun Broadway müzikalina gittim ben de. Eheh evet, beleşe. :P Yaklaşık 1 ay önce falan tenisten bir arkadaş, derse gelince 1 saat önce Student Service'in 50 tane Wicked bileti dağıttığını, kendisinin de iyi bir yerden bilet kaptığı için ne kadar sevindirik olduğunu anlatmıştı da kahrolmuştum. Zira Wicked şuraya geldiğimden beri en çok gitmek istediğim müzikallerden biriydi. Idina Menzel'i görüp, Defying Gravity ve Dancing Through Life'ı da canlı dinlemek cabası. Ben de bir daha dağıtılırsa derhal bana haber versin diye telefonumu falan verdim. O da sağolsun verdi.  Üstelik the Phantom of the Opera'ya. Çünkü bir sürü müzikal var Broadway'de, hani hangisi olsa mutlu olurdum ama, kesin dandik bişey çıkar şansıma diyordum. Ama Phantom of the Opera'ya hep bayılmışımdır; lisedeyken şarkısını az dinlememiştim. Neyse, 3-4 saat öncesinden sıraya girerek en önden ikinci sırada bilet kaptım (az önce kontrol ettim, benim gittiğim gün ve saatte, o koltuk 161 dolar imiş. okuluma sevgiler ve saygılar). 


Gittim, dehşete düştüm, geldim. Bu kadar iyi olmasını beklemiyordum. Belki oturduğum yerin sahneye bu kadar yakın olması da bu kadar etkilemiş olabilir, bilemiyorum, ama tüylerim diken diken izledim tamamını. Broadway boşuna Broadway değil gerçekten. İnanılmaz iyi bir prodüksiyon, inanılmaz güzel bir dekor, inanılmaz şarkılar... Ama özellikle dekor ya. 3D film izlemiş gibiyim, nasıl güzel yapmışlar. Bir sahnede (hatta 'the Phantom of the Opera' performansında) Phantom ve Christine nehirde kayıkla ilerliyorlar ve öyle yapmışlar ki gerçekten baktım su mu var diye, o derece inandırıcıydı. Sonra mezarlık sahnesinde gece gökyüzü efekti vermişler, sanki sahnenin arkasını açıp gerçekten yıldızları gösteriyorlar gibiydi. Ve dev avizenin tavandan seyircilerin üzerineden sahneye doğru meşhur düşme sahnesi vardı ki tam tepeme düştüğünden yüreğim ağzıma geldi resmen. Yanımdakilerden çığlık atanlar oldu hatta. 

Her neyse, konusunu falan anlatmayacağım, söyleyecek başka bir şeyim de kalmadı. Ben lisede Nightwish'den çok dinlerdim şarkısını, hatta ilk öyle keşfetmiştim sanırım, ama Sarah Brightman ve Antonio Banderas'ın versiyonu inanılmaz. Onu koyuyorum derhal.