Wednesday, September 30, 2009
Falling Slowly
İki gündür falan sürekli bu şarkıyı dinliyorum. Şimdi de uykum var çılgınlar gibi ama kapatıp yatamıyorum ki! Boşuna oscar almamış şarkı. Keşfediş sebebim de Once, ama gelin o da başka bir yazının konusu olsun. The Frames'in Glen Hansard'ı ve Marketa Irglova bir araya gelmişler ve bu güzelliği yaratmışlar.
Half Asleep In Frog Pajamas
Çok mutluyum ilk kitap eleştirimi yapacağım için bir tanecik blogum. Sookie'leri saymazsak uzun zamandır da ilk defa kitap bitirdim, onun haklı gururunu yaşıyorum. Ben bu hale gelecek insan mıydım ha söyleyin bana? Neyse...

Bu kitabı alırken ne oturup araştırma yapmış, ne birisinin tavsiyesine göre almış ne de daha önce kitap hakkında bir şey okumuştum. Normalde kitap alma kriterim de odur zaten, çok nadirdir kitapçıya girip anlık gaza gelerek bir kitap almam. Bu da o nadir anlardan biriydi. Araştırma yapsaydım belki bu kitabını değil de Ağaçkakan ya da Parfümün Dansı'nı alırdım muhtemelen. (Çünkü Nur kişisi öyle söylemiş olurdu. :P) Beni bu kitaba çeken şeyse sıradışı yazım tarzı oldu. İkinci tekil şahıs gözünden ve şimdiki zamanla yazılmış bir kitap bu çünkü. 'Yapıyorsun', 'ediyorsun' şeklinde. (Burada bir parantez açmak zorunda hissettim, kitabı elime almamı sağlayan şeyse gayet yüzeysel bir şekilde Harry Potter karakteri Sirius Black. Evet.) Bu ikinci şahıs anlatımı yer yer can sıkıcı olabilse de genel olarak eğlenceli bir anlatım şekli olmuş. Karakterin yerine koymanız kendinizi çok rahat oluyor. Tabii esas kızımız Gwendolyn tamamen uyuz olduğum bir karakter olduğu için bu yöntem ne kadar başarılı oldu bilemiyorum ama kesinlikle ilgi çekici olduğu kesin.
Konusunu ayrıntılı bir şekilde kitabın arka kapağından okuyabileceğiniz için şimdi oturup anlatmayacağım. Kısaca kafası karışık, para saplantılı Gwen borsa çökünce hayatının anlamını kaybeder ve alakasız ve geyik olaylar sonucunda ilginç hayat görüşüne sahip Larry Diamond'la tanışır ve dört günlük bir süreçte hayatı ve hayata bakış açısı değişir.
Kitabın üslubu konusunda bir diğer nokta da kitabın inanılmaz detay barındırdığı. Karakterin yaptığı en ufak, en bilmeyi tercih etmeyeceğimiz hareketlerini bile (işemek gibi) en ufak detayına kadar okuyabiliyoruz. Ama bunu yaparken öyle metaforlar, öyle benzetmeler kullanıyor ki yazar bazen kahkahalarla gülebiliyorsunuz. Diğer zamanlarda ise içimden 'Too much information!' diye geçirdim genelde. Ama yine de yazarın benzetme yeteneği su götürmez bir şekilde muhteşem.
Bir de kitabın her yerine yayılmış, kurbağalar, sirius yıldızı, nommolar, bozo kabilesi ve amfibilere dair bitmek tükenmeyen ansiklopedik bilgiler... Bu bilgilerin bir kısmı ilginçti, bir kısmı alakasızdı ama özellikle kurbağalarla ilgili bölümler olmak üzere çoğu benim gibi - her ne kadar itiraf etmek istemesem de - kitap okuma alışkanlığını malesef kaybetmiş birisi için fazla detay, fazla trivial ve fazla sıkıcıydı. 'E peki bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak?' şeklinde paragrafları atladığımı hatırlıyorum. Ama dediğim gibi, belki bu uzun aramdan sonra bu kitapla başlamayıp, bir kaç kitaptan sonra bunu okusaydım ilginç gelebilirlerdi. Amma velakin, ben fazla buldum. Ve orada bir yerlerde benim gibilerinin de olduğunu bildiğim için yazıyorum bunları. :P
Öte yandan Larry Diamond karakteri eğlenceliydi, onun hayat görüşünü (kurbağalar ve amfibilerle ilgili anlattığı şeyler dışında) anlattığı zamanlarda oldukça eğlendim. (Nedense kafamda ingiliz aksanlı biri olarak canlandırıyorum bu arada kendisini.)
Kitap sonlara doğru da hareketlendi bayağı, sonuysa kesinlikle çok ilginçti. Devamını bekliyorsunuz bitince. Gerçi Gwen'den öyle bir hareket kesinlikle beklemezdim o yüzden tuhaf geldi ama yine de güzeldi.

Kitabın ismiyle de ilgili bir eleştirim olcak... Türkçe'te Sirius'tan Gelen Kurbağa şeklinde çevirmeleri hakikaten olmamış. Half Asleep in Frog Pajamas'ı kulağa eğlenceli geldiği için daha çok seviyordum ilk başta ama şimdi kitabı okuyunca kitabın anlatmak istediğini çok daha iyi veren bir isim o. Zaten kitaptaki ansiklopedik bilgileri özetler gibi topluca anlattığı bir kısımda da kitabın orjinal ismi cümle içinde geçiyor ve kesinlikle o zaman anlıyorsunuz bu ismin ne kadar gittiğini kitaba. 'Meanwhile, at our present level of development, largely oblivious to our origins and our destination, we are half-asleep in frog pajamas.' diyor Tom Amca.
Son olarak kitaptaki sevdiğim alıntılardan bir kaç tane ekliyip eleştirimi bitiyorum. (aslında bu kadar değil ama internette bu kadarını bulabildim. Evet, tembelim. :P)
- Where is this coming? Must be whiskey, the great ventriloquist.
- Belford is lying on the bed, eyes closed and an expression on his face that could end three Italian operas and still have enough anguish left over to butter an existentialist's toast.
- The light switch flips up and down uselessly, like the lips of the President.
- If each of us, in secret, were allowed to ask God one question, absolutely nobody would ask, "are you a man or a woman? Or "What color's your skin?" proving that issues of gender and race are ultimately trivial.
- We, with our propensity for murder, torture, slavery, rape, cannibalism, pillage, advertising jingles, shag carpets, and golf, how could we seriously be considered as the perfection of a four-billion-year-old grandiose experiment? (evrimden ve evrimin tamamlanmamış olduğundan bahsediyor.)
Monday, September 28, 2009
Me Gustas Tú
Hola!
Sevgili okulum başladı nihayet. Kantinin eski sahibi Murat abi gitmiş, yerine daha sofistike bir kantin gelmiş. Böyle şemsiyeli masa sandalyeler falan var orta bahçede, içeride de eski ilkokul sıralarından bozma yüzyıllık masalar ve sıralar gitmiş yerine renkli renkli masalar sandalyeler gelmiş. Özkaynaktar suyu yerine Pınar suyu içiyoruz artık. Paramızı öderken her 'hepsi ne kadar tutuyor murat abi?' dedikten sonra 'senin için bilmemkaç lira olur' diye cevap verip halimizi hatrımızı soran, hepimizi tanıyan kantinci yerine işini profesyonel bir şekilde yapan kasiyer abiler var. Artık ders aralarında kantinin mutfağına girip kendimiz istediğimiz gibi kendimize tost ya da sandviç yapmayacağız, gidip o pastanelerdeki tezgahımsı şeyden istediğimizi seçicez. Radikal değişiklikler bunlar yemekhane jetonları hala 30 yıl öncekilerinin aynısı olan bir okul için. Ama artık bir Taşkışla'yla ya da Maçka'yla yarışırız belki. Gerçi tamam, long shot.
Bir ilk güne göre fena değildi bugün de. Allahın dağında oturduğumdan geç kalmiyim ilk günden diye erken gittim biraz. Kantinde ve orta bahçede bizimkiler dışındaki bütün arkadaşlarıma bakındım. Yoktu hiçbiri, ben de bayağı erkenden gelmiş olduğumdan (tabii bir de beni görüp el sallamış olmaları da etkilemedi değil) gideyim bari dedim yanlarına. İstemeyerek yanlarına gitmiş olsam da tuhaf hisler uyandırıyorlar bu bizim çocuklar. Sevmediğiniz, sinirinizi bozan ama bir şekilde yine de aynı ortamda bulunduğunuz akrabalarınız gibiler. Yanlarına gittiğimin yaklaşık 2. dakikasından sonra içimden sıkıntıdan sessiz çığlıklar atmaya başlasam da yanlarında olmak garip bir şekilde yakınlık hissi uyandırdı içimde. Aralarında en acayibi de Berkol zaten. En bir şey paylaşmadığım, en vakit kaybı olarak nitelendirdiğim insan, aralarında bana en çok sevgi göstereni neredeyse. Kız kardeşini hatırlatıyormuşum ona dediğine göre, uzun zamandır da görmemiş mi ne, geldi sarıldı o yüzden bana, ne olduğumu şaşırdım.
Tabii bütün bunlar yaklaşık bir 10 dakika sonra kendimi boş sınıfa atmama engel olmadı.
Neyse ki modadaki sevdiğim iki arkadaş Ş. ve S. oradaydı bir tek, ders başlayana kadar muhabbet ettik. Seviyorum bu kızları, zaten hazırlıkta gittiğim o 1-2 ayda da aramız bayağı iyiydi, geçen sene de İstatistik dersini birlikte alınca daha da iyi oldu. Hem kültürlü hem de eğlenceli kızlar, ispanyolca dersinde oldukça eğlenmemin sebeplerinden biri de onlardı. Bilimum pembe dizi şarkıları ve Vicky Cristina Barcelona'dan aklımızda kalan kuplelerle vakit geçirdik derste. Tabii bir de yeni dil öğrenmek her zaman geyik oluyor, çevrede telafuz etmeye çalışan, kendince tekrar eden, şarkılardan duyduklarını hocaya soran tipler falan...
Dil konusunda da yeteneğim var blogcuğum, alçakgönüllü olamayacağım, dilim telafuzlara iyi dönüyor, kelimeler aklımda kalıyor ve en önemlisi gramer kurallarındaki mantığı çok çabuk kavrayıp kendi cümlelerimi kurabiliyorum. İngilizcede temeli bana veren ortaokulda gittiğim kolej bile olsa bu derece ilerleten tamamen kendi şahsi ilgim ve azmim.
Neyse, bütün bu kendimi övüşüm şu sadede gelmek içindi, hoca da bendeki bu ışığı gördü. :P Üstelik bu hoca, geçen senekilerin adından nefretle bahsettiği, hiçbir şey öğretmediğini ve öğrencilere saçma sapan davrandığını söyledikleri hoca.
Şimdi işin bombası geliyor!
Derste bir ara hatunlardan birinin telefonu çaldı, melodisi de Supermassive Black Hole. Hoca aynen şunu dedi 'Her ne kadar melodiyi takdir etsem de derste telefonları kapatalım. Evet, bir Muse ve Twilight hayranıyım bu arada.'
Dumur oldum tabii. Benim kafamdan sosyoloji masterlı, psikoloji doktoralı, biri latince olmak üzere 5 dil bilen kültürlü bir genç kadın nasıl olur da twilight kod adlı çöpün hayranı olduğunu söylebilir diye düşünceler geçerken Hikmet arkadaşım 'aa hocam ece üçüncü kitabını çevirdi onuuun' dedi. Bu arada Hikmet'in alakasız bir şekilde kendisini benim menajerim olarak ne zaman atadığını hatırlamıyorum ama ben bu işe başladım başlayalı okulda benim çevirmenlik yaptığımı bilen herkese söyleyen odur. Amerikada bile hocalara olsun arkadaşlara olsun söyledi sürekli. Bazen fark etmiyor da bazen gereksiz geliyor, herkese yaymanın bir alemi yok yani. Gerçi bu sefer kesinlikle işe yaradı.
Hoca bunu duyunca gözlerinde şaşkınlık ve saygıyla bana baktı ve 'dersten sonra kal konuşalım' dedi. İçimdeki diğer ece göbek atmaya başlarken, ben kendim olur dedim tabii. Ders bitince de gittim yanına. Önce işte çeviri muhabbetini sordu, anlattım, ismimin yazıp yazmadığını sordu, anlattım onu da. Sonra 15 dakika boyunca kitapları nasıl sevdiğini, nasıl güzel olduklarını, 4. kitap çıkınca nasıl kitapçı kitapçı gezip de bir türlü bulamadığını sonra özel siparişle getirttiğini falan anlattı durdu. Ben de tabii gülümseyip başımı sallamakla yetindim. Twilightla ilgili söyleyeceğim güzel bir şey olmadığını düşünürsek. Ama sonra benim düşüncelerimi sorunca elim mahkum bir şeyler zırvaladım. 'Çevirmesi eğlenceliydi, yazım dili rahat, konusu dinamikti, o yüzden çevirmesi bayağı zevkli oldu. Ama diğer kitaplarını da okudum, öyle derin bir konusu yok tabii ama eğlencelik, geyik kitaplar. Gerçi bella karakterinden nefret ediyorum,' gibi diplomatik olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim. Aman tanrım ben de bayılıyorum! diyip kissasslik yapamam ama gerçek hislerimi belli edip ilk günden mimlenmeye de gerek yok di mi :P Sonra bir 5 dakika da Bella'nın gerizekalılığından bahsettik. Tuhaf olan, koskoca üniversite hocasıyla akranımmış gibi bunlardan bahsetmek tamamen normal geldi. Eskiden olsa gerilirdim, böylesine rahat olamazdım. Bak işte, amerikadaki hocalar verdi bana bu güveni. Oradakiler çünkü sana akranınmış gibi davranıyorlar, laubali olmadan. Böylece hem saygı görmüş hissediyorsun hem de saygı göstermen gerektiğini...
Sözün özü, 2009-2010 eğitim-öğretim yılı güz döneminin başlangıcı için söyleyebileceğim tek bir şey:
Pretty fucking good start!
Sunday, September 27, 2009
We're Going to Be Friends
Yarın İTÜ'deki son eğitim öğretim yılımın ilk günü. Bizim gerizekalıları göreceğim ve onların birbirinden salak ve yüzeysel muhabbetlerine tanık olacağım için içim sıkkın ama onun dışında seviniyorum. New York'tan döndüğümden beri yaz tatilinin bana kazandırdığı tek şey katmerli can sıkıntısı ve hatta yer yer depresyon oldu. Artık yarından sonra bir takım şeyler kesinlik kazanacak sayın seyirciler.
Yarınki dersim de Spanish 101 tabii bu arada. Şöyle güzel bir öğreniyim diyorum şu dili. Modacı kardeşlerimizle alıyoruz bu dersi, bayağı kalabalık olcak. Tek tesellimse modacıların bu döneminde arkadaşlarım var sevdiğim ve zaman geçirilesi, en azından ordan biraz kurtarıyorum. Hem okula biraz erken gidip tekstildeki ya da makinadaki arkadaşlarımı da görürüm diyorum. MacBookcuğum da yanımda olcek tabii ki, okulun wireless yeteneklerini sınıycam.
Her şeyin ötesinde tuhaf bir şekilde derslere gitmeyi de özledim. Her senenin başında olur gerçi bana niye tuhaf dediysem.. Bu sene derslerime günü gününe çalışçam! Neyse o yalan tabii de devamsızlık yapmayayım diyorum ya... Geçen senenin bana öğrettiği bir şey varsa o da son güncülüğün bana yaramadığı... Derslere gidip derslerde öğreneceğimi öğrenip bir daha notların yüzüne bakmamak benim işim, öyle getiriyorum AA'ları. Projelerde tabii gene tam gaz son güncülüğe devam da ders çalışma dendi mi orda duracaksın. Çünkü tembel insanım ben, finalden önceki akşam oyalanıyorum oyalanıyorum sonra gece yarısından sabaha kadar o gitmediğim derslerdeki konuları öğrenmeye çalışıyorum. Olmaz öyle bebeğim.
Yepisyeni defter ve kalemler de aldım, hocalar slaytları istedikleri kadar dağıtsınlar kendi notunu kendin tutacaksın arkadaş! Kimseye de vermem artık. No More Miss Nice Girl. Rakipsiniz olm siz!
Neyse, yazımı günün anlam ve önemine kısmen de olsa uyan White Stripes ilen kapatıp ojelerimi tazelemeye gidiyorum. Hasta la vista!
Fall is here, hear the yell,
Back to school, ring the bell,
Brand new shoes, walking blues,
Climb the fence, books and pens,
I can tell that we are gonna be friends.
Love in the Time of Science
Haftanın Albümü olmakta kendisi.

Emiliana Torrini - Love in the Time of Science
İzlanda'nın bağrından kopup gelmiş, hafif boğazdan gelen güzel sesli bir hanım kızımız Emiliana Torrini. İzlanda'dan zaten güzel şeyler çıktığını biliyoruz (bkz: Björk) ama kendisi tarz olarak benzeşse de oldukça farklı Björk'ten. Daha yumuşak, daha popumsu, daha az deneysel. İsmini Gabriel Garcia Marquez'in Love in the Time of Cholera (Kolera Günlerinde Aşk) kitabından almış olan Love in the Time of Science da aslında diğer albümlerinden daha farklı (ve bence en iyi albümü zaten) bunun sebebi de bu albümde Tears for Fears'ın üyelerinden Rolan Orzabal ile çalışmış olması zaten. Diğer albümlerine göre daha hareketli, daha çok trip-hop. Emiliana Torrini diyince akla gelen şarkı olan To Be Free'nin bu albümden çıkmış olmasının dışında öne çıkan parçalar Baby Blue, Unemployed in Summertime, Dead Things, Easy ve Tuna Fish. Ama bu demek değil ki diğer parçalar kötü. Bana kalırsa albümde tek bir kötü şarkı bile yok, hepsi özenle seçilmiş ve yerlerine oturmuş.
It shouldn't hurt me to be free
It's what i really need
To pull myself together
But if it's so good being free
Would you mind telling me
Why i don't know what to do with myself?
Klibi de çok hoşuma gidiyor, her ne kadar şarkının sözleriyle bir alaka kuramasam da (vampir mi ısırmış klipte?) farklı bir havası var, hoş bir video.
Sözlerimi de diğer bir bayıldığım şarkısından bir kupleyle bitirmek istiyorum.
Unemployed in summertime
I've only just turned 21, I'll be ok.
Saturday, September 26, 2009
Television Rules the Nation
Hayatımdaki hpff devrini kapattıktan sonra yeni bir ihtiyaç patlak verdi: dizi eleştirilerimi yazcak bir yer. Hani hpff çok bir şey değildi sonuçta (benim yaptığım şeylerin çok da eleştiri sayılamayacağı gibi aslında) ama en azından içimde kalmasından iyidir, degil mi? Neyse işte, artık burayı kullanacağım, yeni yayın dönemi başladı. Etiket olayına da girdim ki karışmasın.
Flashforward

Önce geçtiğimiz perşembe (bize göre cuma tabii) ilk bölümünü yayınlamış tazecik dizi Flashforward'la açılışı yapıyorum.
Leziz bir kadrosu var öncelikle. Joseph Fiennes, John Cho (Harold and Kumar filmlerinden Harold), Jack Davenport (Coupling'den Steve), Dominic Monaghan (Lost, Lords of the Rings), Sonya Walger (Lost'tan Penny Widmore) bunlardan birkaçı.
Kısaca konusu, bir gün dünyadaki herkes aynı anda, iki küsür dakikalığına kendinden geçip 6 ay sonraki bir zamandan bir sahne görüyorlar (a.k.a. flashforward). Aynı anda herkes durup dururken bayıldığı için, evrensel bir felaket oluyor, uçaklar düşüyor, arabalar kaza yapıyor falan filan, ölen ölene kısacası. İşte esas oğlanımız da FBI'dan ve kendi flashforwardında kendisini bunun araştırmasını yaparken gördüğü için sidekickiyle birlikte araştırmaya başlıyor. Kimi karakterlerin flashforwardı da kendilerini şoka uğratıcı görüntülerden oluşuyordu. Dizinin ana konusu da bu olcak anladığım kadarıyla: Kaderimizi kendimiz mi yazarız, yoksa çoktan yazılmış mı?
Kadrodan ve yayınlandığı kanaldan da az çok görülebileceği üzere (ABC) aslında bu sene son sezonunu yayınlayacak olan Lost'tan boşalacak olan tahtın yerini doldurması planlanıp yayınlandığı açık. Zaten dizinin ilk sahnelerinde de bir billboardda Lost'taki kurgu havayolu şirkeyi Oceanic'in reklam afişinin olması da bunu gösteriyor. Blackout sahnesi ve sonrasında gelen felaket manzaraları da Lost'u hatırlattı. Bu konuda başarılı olur mu şimdiden bilinmez tabii ki ama ilk bölüm beni oldukça sardı ve takip etmeyi düşünüyorum. Lost sırlara ve twistlere dayalı bir diziydi, bunda o kadar çok yok bu şimdilik kendi çapında merak unsurları barındırsa da yine de. Tabii ek olarak Joseph Fiennes zaten yeme de yanında yat türünde bir abi olduğundan, severiz kendisini ve onun için bile izlenir.
House MD - S06E01 - Broken

Ya da sadece House demeliyim aslında, zira açılış sekansında logodan MD'nin silinmiş olduğunu görüyoruz. Ki geçen sezon finalinde akıl hastanesine yatıp doktorluk lisansını kaybettiğinden artık House MD değildi zaten.
Bir buçuk saate yakın süren bu bölüm tipik bir House bölümünden bayağı farklıydı da. Hatta ileri gidip House ve bir iki dakikadan fazla görünmeyen Wilson dışında diziyle hiçbir alakası olmadığını da söyleyebilirim. Oturup bölümü anlatmicam burada ama değinmek istediğim bir kaç nokta var. Genel olarak baktığımda bir kaç rahatsız olduğum yer dışında ben bölümü beğendim. Girişi, gelişmesi ve sonucu olan bir film tadında olmuş. No Suprises'lı açılış mükemmeldi öncelikle. Hatta bölümün ilk yarısında rahatsız olduğum hemen hiçbir yer yok gibi, oldukça eğlendim hatta izlerken. İkinci yarısındaki House ise tanıdığımız, sevdiğimiz House ile ne kadar örtüşüyor bilemedim. Franka Potente'nin karakterini ise hiç sevmedim bu arada. Biz senelerdir House ile Cuddy arasında bir şey olsun diye ölüp bitiyoruz, yapılacak şey değildi bu. Şaka bir yana, Henüz hastaneye yatmadan önce sen Cuddy'le ilgili halüsinasyonlar görmüş insansın, hiç mi aklına gelmez bu hatun. Cuddy'ye de laflar hazırladım ama gerek yok şimdi. Neyse, belki hastanedeki psikolojisindendir kadına yakınlık duyması falan diyip geçiyorum. İlaçla tedavi mevzusuna da kafam takıldı aslında ama biraz düşününce daha önceki sezonlarda House'un klinik hastalarını ilaçların gücüne inanmadıkları için azarladığını hatırlıyorum, o yüzden buna da he diyorum.
Son olarak, bizim tanıdığımız ve sevdiğimiz House hiçbir şekilde bu kadar kısa bir zaman içinde bir problemi olduğunu ve miserable olduğunu kabul etmezdi. Bu sezon premiyerini bir film tadında yapmak ugruna cok kısa kesmisler süreci. Bu rahatsız ettı azıcık. Hababam sınıfın tadındaki talent show'a ise hiç girmiyorum, tamam eğlenceliydi ama sahneye çıktı yahu! :D
Grey's Anatomy - S06E01 - Good Mourning

Izzy muhabbetini çocuk oyuncağına çevirdikleri için pek de hevesle beklemediğim bir sezon açılısıydı bu. Yapacak başka bir şey bulamadığım için izledim resmen. Ama belki de o yüzdendir bilmem, fena değildi. Meredith oyuncu hamile olduğu için şişmiş, kocaman olmuş, o yüzden de pek bir rolü yoktu. Five Stages of Death olayını her karaktere göre güzel yaymışlar. Bölüm sonundaki her cümleyi de farklı karakterin söylemesini de sevdim ki sanırım Meredith'in gelecek bölümlerdeki yokluğunun bir ön hazırlığı bunlar. Mark ve Callie arkadaşlığını hep severdim zaten, gene eğlendik. Mercy West'le birleşmeleri demek yeni karakterler mi oluyor gerçi anlamadım, zaten yüzlerce falan karakter vardı, daha ne kadar ekleyecekler ki? Karakter sayısı arttıkça elimizdeki karakterlerin derinliği kayboluyor, anlamsız bir hareket yani. Ama değişiklik olcak sanırım, olsun bakalım.
How I Met Your Mother - So5E01 - Definitions

Gözümde bu dizinin çıtası da gittikçe düşüyordu ama bir ilk bölüme göre fena değildi. Ted'in profesörlük maceralarına, özellikle kendisini tanıtma telaşına yarıldım. Robin ve Barney çok sevimlilerdi (Barnman and Robin'e koptum ayrıca). Lily de formundaydı gayet. Bölüm sonundaki Marshall'ın tuxedo night şeysi de süperdi. 'Haven't we met on a yacht?'
Ama anne çok yakınlarda kendisini göstermezse çıldırabilirim. Tamam, anlıyorum, anneyle tanışması için eski sevgilileri de önemliydi bla bla bla ama çok uzattılar, 5 sezon oldu yani.
The Office - S06E01 - The Gossip

Emmy'lerde geçtiğimiz sezonun en yardırıcı bölümüyle (Stress Relief) ödül almıs, çok sevindim, onu belirtmem gerekir önce.
İnsan bir ofisten, birbirinden sinir bozucu ve sıkıcı şu kadarcık insanla ilgili yazacak nasıl bu kadar çok konu bulabilirler şaşırıp kalıyorum zira gene fazlasıyla eğlenceli bir bölümle altıncı sezonu başladı. Dwight'ın internleri kullanış şekline hasta oldum. En çok güldüğüm diyalog ise;
Michael: How long have you known about the pregnancy? A week? A month? A year?
Jim: Michael, we only told our parents last week.
Michael: Did you pee on a stick?
Jim: I did. But, it was inconclusive.
Michael: You should have told me.
Pam: You're right. We should have realize you were an equal part of this.
Yeni bölüm çıkmıştır, indireyim bari...
Yeni çıkan dizilerden bir de Vampire Diaries'i izledim ama dünyanın en gereksiz dizisiydi. Twilight meets Gossip Girl diye özetlenebilir.
Thursday, September 24, 2009
Step Into My Office, Baby
İnsanları etkilemiş olduğumu bilmek güzel şey sevgili halkım. Sabahki elemanı günlük izin kullanınca anacığım beni salona sürükledi, geçen haftalarda 2 hafta boyunca yaptığım işi bir kaç saat için tekrar yapmam için. Bankodaki sandalyeme otuturur oturmaz kendimi The Office'teki Pam gibi hissetmeye başlamış olduğum gerçeğini göz ardı ettim ve ben istifamı verdikten (evet, annem sertifikasını alıp da geldiğinde bana artık ihtiyaçları kalmadıklarını söyledikleri zaman "Siz beni kovmuyorsunuz, ben istifa ediyorum!" esprisi yapmış idim) sonra neler değişmiş bakayım dedim. Her yerde post-itler yapışmış olmasın mı sevgili izleyenler! Ben buralara gelıp müthiş yönetim teknikleriyle ortalığı adam etmeden önce, herkes her telefonu, her geleni, her olan yenı olayı akıllarında tutmaya çalışıyorlardı sanki kim en çok neler hatırlayacak şeklinde bir yarışma yapıyorlarmışçasına. Bende hiçbir şekilde hatırlama yetenekleri olmadığı için (tabii yaptığım işin hiçbir şekilde umurumda olmayışı da buna etken olabilir) her boku post-it'lere yazıp oraya buraya yapıştırıyordum. Çok sevmişler fikri anlaşılan, şu an her yere pembe, sarı, yeşil, turuncu, mavi kağıtlar yapışmış durumda, çocuk yuvası gibi bankonun iç tarafı, neş'e saçıyor. Meğersem burada çalışmaya başladıktan sonra yeni bir dönem başlatmışım spor salonu dünyasında da haberim yokmuş. Etkileyici olmak zor azizim, bundan sonra bu güçlerimi dünya barışı ve açlıklan küresel ısınmaya bir son vermek için kullancam. Büyük güç, büyük sorumluluk getirir demiş atalarımız. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Subscribe to:
Posts (Atom)