Saturday, September 12, 2009

New York, New York: Part 2 (Lazy Line Painter Jane)

Ne vaatler vermistim hem kendime hem de suracikta tum okuyanlara, her anini kaydedicem oranin, her seyi yazicam diye. Buyuk yalan. Sanki kendimi bilmiyorum ama di mi, ne demeye oyle bir seye giristiysem. Amerikadan dondum, hatta doneli kac hafta oldu, hala kendime yazcam ya yazcam diyorum. Peki.

Valla ilk gunku gibi her detayini yazamam sanirim ama soyle bir previously on new york diyebilirim sanirim. Genel olarak baktigimda tam da istedigim seyleri yapmadim aslinda, gitmeden y. ile ne planlarimiz vardi... Ama para olmayinca sevgili okurlarim, hicbir bok oldugu yok. Olayin kopma noktasi orasi, evet. Yapilcak ne cok sey, gorulecek ne cok yer vardi ama hepsinin fiyatlarini gorup, hmmm peki, baska bahara artik, dedik. Ve isin acinasi kismi, diger sinif arkadaslarimda bunlarin hepsini yapacak para var ancak onlar orada bos bos yasadilar, paralarini barlara, clublara, strip jointlere harcadilar. Veronica Mars demisti zamaninda, "Money is wasted on the wealthy". Para zenginlerin elinde harcaniyor, evet!

Neyse... En son biraktigim yerden devam etmem gerekirse, yaseminle odayi bir guzel adam ettik once. Esyalar bayagi bir alakasiz dosenmisti, yataklari ittirdik, dolaplari cekistirdik, sildik, supurduk, odaya bir seye benzedi. Bu yeni oda salak bir seydi cunku biraz da, ince uzun ir oda ve tam ortada kocaman bir kolon.. Biz bu kolondan faydalandik ama, onu ayrac olarak kullanip, iki yanina da dolap koyduk ve odayi ikiye ayirdik. Boylece alone time'a ve personal space'e derinden ihtiyac duyan iki insanin da istediklerine fazlasiyla uymus oldu. Yaseminle bu kadar iyi anlasma sebeplerimizden biri de buydu zaten, ikimiz de belli araliklarla yalniz kalmaya ihtiyac duyan insanlariz. Ve en fazla yardimci olaniysa ikimizin de alisverisi tek basina yapmayi sevmemiz oldu sanirim. Zaten birlikte alisveris yapmaya gitmek bana cok anlamsiz gelir, alisverisi yapacak olan kisi tek bir kisiyse anlarim onu, gerci yine de alisverisi yapmayan kisiye biraz haksizlik gibi ama yine de iki kisinin de bir seyler arayisinda oldugu alisveris gezmeleri kadar anlamsiz degil en azindan. Herkesin zevkleri tamamiyle ayni olmadigina gore, bir kisi otekine muhakkak ayak bagi oluyor boyle durumlarda. Birbirini kirmamak icin de diyemezsin ben cikip dolasayim, sikildim buradan falan diye... Aman neyse, gereksiz detaylar ve gozlemler bunlar.

Odaya o gun yerlestikten sonra zaten her sey yerli yerine oturdu. Ertesi gun Art in NY'da Museum of Natural History muzesine gittik, hani su Ross'un calistigi ve Rachel'la ilk kez yattiklari muze. :P Muzeleri bagdastirdigim seyler de sahanedir, mesela the Met'in de benim kafamda bagdastigi sahne yine Friends'dendir, Joey kulturlu ve zeki sevgilisine Met'in muze olmadigini, Mets oldugunu ve Yankees'i gormesi gerektigini iddia ettigi sahne hani. Neyse. Muze guzeldi ama, muzeler uzerine rapor yazacagimizi da bilmiyorduk. Bir gittik -ki gec de kalmistik- herkesin elinde kucuk mavi defterler ve haril haril bir seyler yaziyorlar. Hoca bize de verdi birer tane. Icinde soru kagidi da vardi, aa dedim iyi, ne yazacagimi bilirim en azindan. Ama sorulari gormemle tabii dumura ugramam bir oldu, hicbiri bir sey ifade etmiyordu cunku. Ve onca insanin ne yazdigindan, nasil o kadar sey yazabildiginden emin olamadim tabii. Hikmetler de basimda surekli, "ece ne diyor ilk soruda, yapsana" falan diye... Neyse gezdirdi hoca muzeyi, ki bir profesorun her detayi anlatmasiyla gezilen muze oldukca guzel oldu, cunku tek ya da yaseminle dolassak eminim salak salak bakacaktik her seye ki nitekim Philadelphia Museum of Art'da oyle oldu. Sonra bir ara hoca bizi muzede serbest birakti, sorularin cevabini bulalim diye. Gerim gerim gerildim, hicbir sey ifade etmiyordu cunku hala sorular, o kadar gezdikten sonra bile :D Insanlarin yanina gittim iste tek tek, ne yaziyorlar diye. Kimisi yaklastigimi gorup, kagitlarini sakliyorlardi, kimisiyse daha arkadas canlisi duruyorlardi. Onlarin yanina gittim, "Do you have any idea what we're supposed to write? Because I'm lost" dedim. Christine diye bir kiz vardi, o yardimci oldu bayagi. Anlatti bir suru sey, ki hayran kaldim nasil da cikarmis olduguna onca seyi. O zaman anladim onlarin egitim sisteminin sacma sapan bir sey olmadigini tabii. Surekli daha once aldigi derslere, hatta lisedekilere bile referans veriyordu, onlarda lisede ogrenilenlerin lisede kalmamis oldugunu da ogrenmis oldum boylece. :D Sonra bir ara hocaya da gittim, bizim bolumumuzun sanatla ilgisi olmadigini, daha cok teknik bilgilerimizin oldugunu, o nedenle sorulara nasil cevap verecegimizi bilemedigimi soyledim. Iste o da biraz yardimci oldu, en azindan o kadar akademik bilgilerle donatmamiz gerekmedigini, gordugumuzu yazmamizin yeterli olacagini soyledi iste. Sonra bizim bolumle ilgili sorular sordu, dual-degree olayina bayildi, ulkemizi sordu falan. Sonra gezmeye devam ettik iste muzeyi. Bir ara cekik kizlardan biri yaklasti, tekstaal (boyle telafuz ediyordu, ki zaten diger dediklerini anlamak icin de bayagi caba gosterdim :P Ingilizceme de hayran kaldim boylece) ile ilgili bir bolumde okudugum icin ne kadar sansli oldugumu, kendisinin communications design bolumunde okudugunu ve her zaman tekstillere karsi bir ilgi duymus oldugunu anlatti. Bense are you kidding, senin bolumunde okumak icin neler vermezdim dedim. Oyle tanistik, sorulari tartistik, muhabbet ettik falan. O gun de oyle gecti, odaya donduk.

Aksam yaseminle ciktik, odanin eksiklerini tamamlamaya calistik. Aa telefon aldim ama once. Prepaid planli hat aldim, bizim kontorluler gibi. Onu da alinca zaten yaninda telefonu ucretsiz veriyorlardi. T-Mobile'den aldim. Bayagi iyi oldu, cunku yaseminle derslerimiz farkli oldugu icin birbirimize ulasmakta problem yasiyorduk. Neyse sonra, diger arkadaslar Jack's ¢99 diye bir market kesfetmisler, bizim bir milyoncular gibi. Gittik oraya iste. Bizim bir milyoncularla uzaktan yakindan ilgisi yoktu tabii, 3 katli devasa bir supermarketti cunku. Ilk kattaki her sey 99 cents, ust kattakilerse yine ucuz ama 1 dolardan fazla. Orada alisveris yapanlardan itinayla tirsmis olsak da -homelesslar, hispanikler, korkunc zenciler falan... irkci degilim, domuz gribinden korkuyorum!- fazlasiyla bayildik, cunku normalde Kmart'ta verecegimiz paradan daha az paralara bir suru ihtiyac aldik. Masa lambasi aldik her seyden once, cunku odalarde tek bir isik vardi ve odanin ortasinda kocaman kolon oldugu icin odanin benim tarafi kapkaranlik oluyordu aksamlari. 9 dolara fazlasyila kullanisli bir seydi de aldigimiz, ters cevirince kafasini normal tavan lambasi gibi aydinlatabiliyordu. Neyse iste ethernet kablosu, donusturucu falan da aldik. Her sey bittikten sonra oturduk odada, yapacak bir sey bulamadik, bilgisayara oyle cilginlarcasina ihtiyac duyuyorduk ki! Yurdun cyber lounge'u da henuz acilmamisti, ne yapacagimizi sasiriyorduk! Yurtta kat toplantisi oldu iste o aksam, oyle bizim modaci kizlarin da bizim katta oldugunu fark ettik, muhabbet ettik falan. Bu sayrde birinin bilgisayarini kullanma izni aldim, gittim cevirimi yolladim editore. Odaya donerken de ertesi gun bilgisayar almaya yemin ettik. :D Alamadik gerci hemen ertesi gun, ders vardi cunku ve cikista apple store'un nerede oldugunu bilmedigimiz icin, ne yapacagimizi sasirdik. O gun de Met'e gittik muze olarak. Metropolitan Museum of Art. Devasa bir muzeydi, hayran kaldim her kosesine. Hoca sadece kendi anlatmak istedigi yerleri gezdirdi bu sefer ama, cunku bizden baska herkes o muzeye hayatinda en az bir kere gittigi icin.. Biz de acliktan oluyorduk bu arada tabii (cunku felsefe dersinden sonraki arada haril haril odev yaptik) biz de cikip yemek yiyelim sonra donup geri kalan kismini dolasiriz muzenin.. Ciktik, nerede yesek diye dusunurken ortalikta -ki bagrisarak yapiyorduk bunu da :P- yon kenarindaki padicab (on kismi bisiklet arka kismi araba, pedalli fayton yani) soforlerinden biri geldi yanimiza. "Buralarda bulamazsiniz yiyecek ucuz bir yer, Park Ave'e bakin." dedi. Work & Travel'la gelmis turkmus megersem. Gulduk bayagi :D Upper East Side'daydi tabii Met, her yer kokos teyzelerin ogle yemeklerini yedigi astronomik fiyatli restoranlardi. Sonra bir tane pastane gibi bir sey bulduk, croissant aldik. Digerleriyse muzeye geri donmek istemiyordu, biz de sadece Hikmet, Secil ve ben gittik geri. Gerci onlar da hemen sikiliverdiler, iki tane ronesans tablosuna baktirtmadilar, kafayi yedim. O ara cahitler aradi, onlar da muzeye geri donmusler. Yanlarina bir gittik, anladik sebebini. Muson yagmurlarindan hallice bir saganak baslamis. Bunlar da donlarina kadar islanmis :D Biraz icerde oturduk, sonra geri donduk iste. O gun de yagmurlu diye cikamaik disari.

Ertesi gun bos gunumuzdu, biz de sabahin korunde kalktik ve okula gittik. Ahaha komik cumle oldu tabii ama okulun bilgisayar labini kullanmak icin sadece. Bilgisayarsizliktan nobet gecirecektik az kalsin cunku son bir kac gundur, Apple Store neredeymis ona baktik biz de. Ya da onlien almak daha mi ucuz ona bakmaya... Sonra baktik bir fark yok, gidip alip gelmek daha iyi olur dedik ve adresi aldik hemen en yakin magazanin. 14th street'teydi hemen okulun oldugu avenuenun. Biz de 27'deydik, yuruduk o nedenle. Chelsea'yi gezmis olduk boylece yururken, bayagi guzel, daha cok homey yerler. Neyse girdik magazaya, hemen assistantlardan biri yanimiza geldi, how may i help you diye. Sahane bir yerdi bu arada, her yer cam ve bembeyaz. Kocaman zaten ve masalar uzerinde butun apple modelleri. Soyledik istedigimizi, 13" Macbook. Yasemin beyaz macbook aldi, ben de alimunim'lerden, gumuslerden yani. Ogrenci indirimi de vardi uzerinde, mukemmel oldu yani. Dahasi, o ara kampanya varmis, Macbook alana Ipod Touch veriyorlarmis. Sevincten uctum tabii :D Bir de yaninda bedava Printer vardi, katmerli oldu :D Neyse, aldik bilgisayarlarimizi yurda donduk sevincten zip zip ziplayarak. Actik hemen, mukemmel bir sey, isimlerimizi set up ettik, internete bagladik. Her sey de yukluydu zaten, ugrasmadik hicbir seyle. O gun de disari cikmadik takdir edersiniz ki, yeni oyuncaklarimizla oynadik.
Cuma gunu de bostu, o gun bulundugumuz yerleri gezelim dedik. Manhattan kitabi almistim bir tane, onemli yerleri gosteren falan. Broadway’den asagi dogru indik, Flatiron Building’i falan gorduk. Orada Horrow Shop vardi bir tane, iceri girdik, adam pek sevimliydi, ogrencileri ve ozellikle Turk’leri pek seviyormus, Istanbul’a yaptigi geziyi anlatti durdu. Icerdeki seyler de bayagi komikti ama, Halloween kostumleri, susleri, oyuncaklari falan. Oralari biraz daha dolasip sacma sapan fotograflar cektikten sonra Jack’s’e ugrayip odaya donduk. Ertesi gun Central Park’a gittik ilk defa. Ilk defa da Metro’ya rush hour dedigimiz kalabalik saatte ve bir Cumartesi gununde bindik. Kabus gibiydi, bizim belediye otobusleri o yasadigimiz tecrubenin yaninda first class ucak deneyimi bile sayilabilir hatta. Hani bizde de ayni kalabalik olsa bile burada ayni akraba olma durumunu allahim homeless zencileriyle paylasinca tirsiyor insan. Irkci degilim, hayir, korkuyorum ciddi ciddi. Hem bunun domuz gribi var bilmemnesi var. Neyse sonunda indik, CNN binasinin orada. Central Park ise muhtesemdi. O kadar yesili burada gormek elbette zor ama isin tuhaf yani tabii onca yesilliklerin uzerinde cekirdek copleri, su siseleri, sigara izmaritleri, ne bileyim kola kutulari falan gormemek tuhaf geliyor insana. Dolasirken cocuklar gibi sendik bu arada, cunku gordugumuz her kose basi izledigimiz bir filmden bir sahneyi hatirlatiyordu. Enchanted filminin falan cekildigi yerleri hep tanidik. Cilgin sicakti, biz de birer popsicle aldik. Ayaklarimiz fenalasip, midemiz de guruldamaya baslayinca parktan ciktik ve fifth avenue’de yuruyup oturup yemek yiyecek bir yer aradik. Ama tabii oralar hep alisveris yeriydi - Bergdorf Goodman, Louis Vitton, Tiffany and Co., Cartier, Chanel, Saks Fifth Avenue, vs - o kadar yuruduk adam gibi bulamadik bir yer. Ay ama, Abercrombie And Fitch’i anlatmam lazim. Icerisi zaten muze gibiydi, daha dogrusu muze ve gece klubu arasi bir sey, cunku inanilmaz karanlikti bir defa ve feci yuksek sesli bir muzik. Kapisinin onundeyse sadece kot giyinmis bir erkek manken duruyordu ve insanlar da gidip fotograf cektirebiliyordu bu arkadasla (10 dolar bu arada, yuh, di mi). Evet dukkan burasi. Iceri girip aldigin seyler de sweatshirt, gomlek, t-shirt, esofman falan. Amma velakin, arkadas inanilmazdi, karin kaslarindaki baklavalari zaten geciyorum, yuzu de guzeldi, tam yenilesiydi. :P “Biz bunu almak istiyoruz! Kaca bu?!!” diye bir sure durduk orada. :P Cikinca biraz daha yuruduk en azindan bir Starbucks buluruz umuduyla ama daha fazla dayanamadik, bir kilisenin merdivenlerine oturuverdik. Kilise de de tesadufen dugun varmis, onu izledik. Sonra biraz yuruyunce TGI Friday’s gorduk, ne kadar pahali oldugu umurumuzda degildi, girip bir seyler yiyelim dedik. Ama tabii megersem umurumuzdaymis, fazla pahaliydi fiyatlar. Biz de bir tane hamburger tabagi alip paylastik. Neyse ki bayagi kocaman bir sey geldi, bir suru de patates kizartmasi cabasi, doyduk oyle. Tap water dedikleri cesme suyu onlarda iciliyor ve bedave verebiliyorlar, ondan getirdiler birer tane. Fun fact: TGI Friday’s’in acilimi Thank God It’s Friday’s’mis :P Super bence.

Pazar gununuyse alisverise ayirmaya karar verdik. Giyecek hicbir seyimiz olmadigini kesfettik cunku. Once sabahin korunde kalkip Flea Market’larini gormeye karar verdik. En gelismisi Hell’s Kitchen dedikleri yerdeymis. Cok eglenceli seyler vardi. Boyle 1900lu yillarin basindan kalma aynalar, rozetler, broslar, catal kasiklar, bir suru ivir zivirlar. Sonra ikinci el cantalar, kiyafetler falan da vardi. Kiyafetler el surulcek gibi degildi de cantalar fena degildi. Yasemin 5 dolara falan Chanel canta aldi mesela. Oradaki maceramizi bitirdikten sonra odada ogle emegi yedik ve yollarimizi ayirdik. Ikimiz de neyse ki tek basina alisveris yapmayi sevdigimiz icin, super oldu. O yukarilara dogru giderken ben Chelsea taraflarini gezdim. Designer kiyafetlerini indirimli satan Leohmann’s diye bir yer varmis, ona gittim. Cok ucuza Micheal Kors kemer aldim. Parfumler de ucuzdu gene. Ordan cikip yukarilara yurudum. Aksam olmak uzereydu, bayagi da acikmistim. Chelsea sokaklari da cok guzeldir, restorantlarin kaldirimda masa sandalyeleri olur, oyle yol kenarinda yemek yersin. Hava da cok guzeldi, yanlarindan gecerken sevimli bir italyan restoraninin fiyatlarina bakayim dedim. Tam kenarda oturan bir kadin kocaman menuyu elinde tutuyordu, caktirmadan bakayim dedim. Cok da fena degildi. 10, 12 dolar gibi fiyatlar vardi genelde. Oturayim dedim ben de. Garsonlar da italyandi, cok sevimlilerdi. Musteriye nasil davranmalari gerektigini biliyor bu insanlar. 10 dolara lazanya aldim bir tane. Yemegim gelmeden masayi donattilar, zeytinyagi, inanilmaz lezzetli italyan ekmegi, tap water, zeytin, peynir falan. Sonra yemegim geldi hayatimda yedigim en guzel lazanyaydi sanirim. O da bitince garson complimentary beyaz sarap ikram etti. Nasil mutlu oldum. :D ID’me bile bakmadi cunku yasim tutmuyordu. Sarabimi yudumlarken, cevreme, gokdelenlere, sikir sikir giyinip alisverisini yapan insanlara, oturdugum restorana falan baktim. Gercekten Mahnattan’da oldugumu ilk kez o zaman idrak ettim sanirim. Inanilmaz bir guven duygusuyla hesabi istedim, guzel bir bahsis biraktim ve havalarda uca uca odaya yurudum. Evet, boyle sacma sapan seylere mutlu olan insanim, nolmus.

Aksam yapacak bir sey bulamayinca icelim dedik. Gelmisiz, kendi basimiza kaliyoruz, istedigimizi yapmaya, istedigimiz sekilde sapitmaya ozguruz ama masallah ikimiz de bir sorumlu, bir usturupluyuz ki evlere senlik. Bir tane 70lik Smirnoff Raspberry ile red bull aldik. Daha dogrusu benim yasim tutmadigi icin gidip yasemin aldi. Jack’sten aldigimiz plastik martini bardaklarina votka-redbulllarimizi hazirladik. Bir yandan da bir seyler izleyelim, arkada ses olsun bari dedik, ama film ya da dizi kaldiracak kafada degildik. Diziporttan ata demirerin stand-upini actik biz de. Ilk basta normal ayarda guluyorduk da bardaklar bosaldikca tabii sapitmaya, her harekete anlamsizca gulmeye basladik, ki zaten anlamadigimiza da karar verdik ve kapattik. Ben gene iyiydim de yasemin masallah ici icine sigmiyordu. Tutturdu times’a gidelim diye. Olmaz dedim haliyle,o halde ve o saatte disari cikmak, ustelik bilmedigimz yerlerde, pek sagduyulu hareket olmazdi. Tabii yasemin sagduyuyu coktan gecmisti ama olsun, bende kirintilari kalmis besbelli. Bir de aslinda korktugum sey, kapidaki guvenlikcilerin bizim sarhos oldugumuzu anlamalariydi. Cunku FIT is a dry campus. :P Alkol, sigara, drugs yasak. Sarhos oldugumuzu dusundukleri an, bizi kollarimizdan tutup hastaneye alkol testi yaptirmaya haklari var. Pozitif cikarsa da yaptirim tabi bolcana. Para cezasini gectim, ailemize gidecek bunun haberi. Korkunc. Neyse, disariya cikma fikrinden vazgecirdim ama bu sefer de tutturdu catiya cikalim, manzaraya bakalim. Fikir bana da fazlasiyla cezbedici gelmisti ama bu sefer de ya o kafayla asagi atlarsak diye korktum. O zaman da cocuklardan birini bizle cagiralim dedi. Buna verecek cevap bulamadim. Aradi bu cocuklari. Alper disinda da hepsi masallah strip clubtaymis. Neyse, alper geldi bizim odaya, ciktik en ust kata, ikimiz de hem kikirdiyoruz hem de heyecanliyiz anlamsiz bir sekilde. Asansorden inip stairs kapisina yonlendik. Oradan roof yazan kapiyi gorup oraya ciktik. Yasemin orada cam gordu bir tane, kostu oraya. “Eceeeee manzara supeeeeeer” dedi ve ben de yanina gideyim dedim. Bir kac adim attim ya da atmadim, kulak zarimizin icine eden bir ses gelmeye basladi. Alper ‘alarmi caldirdiniz lan!’ diye bagirdi ve kosa kosa merdiven araligindan cikmaya calistik. Kafam ayilmisti belki ama gozlerim hala cift goruyordu, basamaklari gormeden iniyordum asagi, ucuyorum zannettim bir cok kez. Neyse, alper onun odasina gitmemizi onerdi, olur da kamera varsa ve yakalanirsak ve uslu da durursak en azindan onun odasinda alkol bulamayacaklari icin bir sey diyemezlerdi. Gidince odaya bir sure sonra alarm da sustu. Alper “ben asagi ineyim, alarmi ben caldirdim, diyeyim. Sarhos olmadigimi ve turk oldugumu gorunce bir sey demezler belki,” dedi. Iyi dedik. Ilkayla kaliyordu o da, bir yataga ben bir yataga da yasemin yattik bekledik alperi. Bir saat boyunca gelemedi, korktuk bayagi. Sonra gelince ogrendik ki, savunma yazdirmislar, resmi olarak da iki gun sonra sozlu savunma verecekmis registrar’a. Ozur ustune ozur dileyip odamiza gittik. Ertesi gun yurdun her yerine ‘Access to Roof is Prohibited.’ diye afis asilmis oldugunu gorduk.

Ondan sonra ki gunler normal gecti. Gene ictik ama aklimiz basimizdaydi bu sefer, disari ciktik, bir suru yabanci arkadasimiz oldu, Philadelphia’ya gittik, cocuklarla kavga ettik, 4th of july’i kutladik, dogumgunumu kutladik, gezdik, tozduk, orada kelimenin tam anlamiyla iki ay olsa bile yasadik. Ama diger maceralari sonra anlaticiim malesef. Yeter bu kadar, roman mi yaziyoruz kardesim!

3 comments:

Fuckenstein said...

Kusar gibi yazmışsın :D Daha uzundu değil mi orjinal hali :P

Persephone said...

irrelevant :P

ericaneptem said...

son paragrafın açılımını bekliyoruz:P dizi bitimindeki bir sonraki bölümde bla bla şeklinde olmuş çünkü:D